KADIKÖYLÜ KÜÇÜK SARA- 46

-Keyifli ve renkli yillar-

91 yılı bütün hızıyla devam ederken, Saddam'ın savaşını atlattıktan sonra, dernekler yeniden açılmış, tekrar faaliyetler başlamıştı. Yeni bir oyun hazırlanıyordu. Feride Arditi aramıza katılmıştı. Hem oyun yazıyor, hem de zaman zaman bazı roller de üstleniyordu. “Las İjiks De Oro” (Altın Kızlar) adlı bir Amerikan dizisini Yahudi hayatına adapte ederek tiyatrolaştırmıştık. Altın kızlar Roza-Venezya Altaras, Blanka-Sara Yanarocak, Sofi-Perla Hasan ve Doreta-Yıldız Krespi oynuyorduk. Bir de yan roller vardı, onları da Eti Romano, Klara Franko oynamışlardı. Dekor tasarımı ise Çela Yuna tarafından yapılmıştı. Provalarda o kadar eğlenirdik ki, gülmekten yerlere yatardık. Sahneye konduğunda da, kuliste çok eğlenirdik. Ben herkesin repliklerini de sular seller gibi bilirdim. Sahneye girmeden daha tecrübesiz olanlara sufle yapardım.

David’in ritm gitar çaldığı “Nostalji” orkestrası da dolu dizgin gidiyordu. Arada sesi çok güzel olan Anet Pırlanti Atas da iki solo şarkı ile disko kabare gecelerinde nostalji orkestrası eşliğinde şarkı söylerdi. Disko- Kabare geceleri çok eğlenceli olurdu. Jojo Eskenazi gözcü tek başına stand-up gösterileri yapar milleti kırıp geçirirdi. Bir keresinde Perla Hasan da bir stand-up gösterisi yapmıştı. Bazen Eser Noyan-Engin Noyan çifti özel bar programı yaparlardı.

Kültür Komisyonu o yıllarda fenomen denebilecek etkinlikler yapardı. Parohet Sergisi, Yahudi Objeleri Sergisi dillere destandı. Bazı geceler Yahudi cemaatinin önemli kişileri davet edilirdi. Konuşmalarının ardından, özellikle ünlü yazar Maryo levi ve cemaatin önemli entelektüellerinden Yusuf Altıntaş’ın soruları ve yorumları müthiş olurdu. O dönem dernek herkesin susadığı ve kana kana bilgi ve keyif içtiği bir pınar gibiydi. Bir ekoldü. Bazı geceler sinema gösterileri olurdu. Ulaşamadığımız nadir filmler izler, sonra üzerine tartışma konuları açılırdı. O toplantılara çok değerli cemaat üyeleri katılırdı. Mesela şair, anı ve oyun yazarı olan Beki L. Bahar ile o dönemde tanışmış ve çok yakın ve sevgi dolu bir dostluk geliştirmiştik. Biz Kadıköylü Yahudiler, ilk gençliğimizde çok ihtiyaç duyduğumuz bu derneğe, Tanrı’ya şükür ikinci gençlik dönemimizde kavuşmuştuk. Meğerse Kadıköy yakasının böyle bir derneğe ne kadar ihtiyacı olduğunu artık daha iyi ayrımsıyorduk. Çocuklarımız için burası büyük bir şanstı. Artık hafta sonlarını ve boş vakitlerini orada geçirir olmuşlardı.

Bu arada geceleri kadın ve erkeklerin birlikte oynadığı tiyatro oyunları da sahneye konuyordu. Bu tiyatronun sorumlusu Tuna Alkan’dı, oyuncular arasında Mordo Kumrulukuş, Yusuf Adoni, Beto Çakon ve Hayati Bahar ilk aklıma gelenler arasında. Tuna Alkan birçok oyunda başrol oynamıştı. Bunların içinde şu an anımsadıklarım arasında, Sokak Kızı İrma, Zorba, Neşeli Günler, Annie, Paşaların Paşası ve daha niceleri vardı. 91 yılının sonlarına doğru, Yusuf Altıntaş’ın yönettiği “Rosenbergler Ölmemeli” adlı oyunda, David’in de rolü vardı. Orada yargıç rolünü oynuyordu. Başrolde Beto Çakon ve Jenny adlı sarışın bir genç kız başroldeydiler. Çok başarılı oyunlar çıkarmışlardı. Ayrıca hatırladıklarım arasında Yako Salzburg, Erol Krespi, Nelly Kohen de vardı. Yıllar geçince yavaş yavaş her şey sislerin içine giriyor. Bütün isimleri net olarak hatırlayamıyorum. Oyun çok başarılıydı. Provalara ben de gider, oyunu yöneten Yusuf’un yanında oturur, sessizce izlerdim. O gecelerde Yusuf sigaralarını peş peşe yakıp içtiğinden, eve saçlarıma sinen duman kokusuyla döner, o saatte duşa girerdim.

Derneğin her ay yayınladığı “Göztepe Kültür Dergisi” vardı. Sevgili Yeşua Salvo Loya, bu derginin yaratıcısıydı. Aslında yaptığı bu çok önemli girişim sayesinde cemaate yeni bir yayın organı kazandırmıştı. Önceleri birkaç sayfadan ibaret olan dergi, git gide daha içerikli ve değerli bir mecmua haline gelmişti. Önceleri sadece kendi komisyonlarımızın haberlerini yazarken, giderek dergi için küçük röportajlar ve deneme yazıları da yazmaya başlamıştım.

Benim Şalom Gazetesi’ndeki yazılarım da son hızıyla devam ediyordu. Artık ufak tefek röportaj da yapıyordum. Aslında röportaj yapmaya çok meraklı değildim ama, ilerleyen yıllarda çok önemli insanlarla, sanatçılarla tanışmış, hatta sosyal hayatımda da onlarla yakınlaşmıştım. Özellikle tiyatrocular beni eşimle birlikte oyunlarına davet ederlerdi. Bazı sanatçıların ise çalıştıkları barlarda veya konserlerinde davetli olarak en önde yerimiz olurdu. Bunlar da gazeteciliğin armağanları gibiydi. Özellikle, gönüllü olarak çalıştığımız için, bu saygı dolu davetler bana pastanın kreması gibi bir tat verirdi.

1991 Aralık ayında 36 yaşımı bu büyük doygunluk içinde kutlamıştım. Çocuklarım büyümüşlerdi, artık bizlere olan fiziksel ihtiyaçları çok azalmıştı. Bu yüzden David ve ben kendimize daha fazla zaman ayırıyorduk. O kadar genç evlenip hayata dalmıştık ki, şimdi çok gençmiş gibi, yeniden yaşamaya başlamıştık.

91 yılının haziran ayında yeni yazlık evimize taşınmıştık. Evi rüstik bir anlayışla döşemiştik. Demirören evi hala vardı ama, döşeli olarak öylece kapalı duruyordu. Yeni evimizdeki yan komşumuz Prof. Dr. Siyami Ersek ve eşi Kardiyolog Dr. Birsen Ersek’ti. Villalarımız bitişikti ve araya separatör koymamıştık. Doktor bizimle tanışınca, araya separatör koymak istememişti. Biz de sevgiyle kabul etmiştik. Dr. Siyami Ersek muhteşem bir insandı. 70’lik bir bedenin içinde 18’lik bir ruh taşırdı. Uzun boylu, incecik, beyaz saçlı ve turkuaz rengi gözleri olan yakışıklı bir insandı. Türkiye’deki ilk açık kalp ameliyatını kendisi yapmış, şöhreti ülke sınırlarını aşmış bir insandı. Ben onunla saatlerce konuşur, onun yaşam hikayelerini dinlerdim. Çok zeki ve espritüel bir adamdı. Çok şık nükteler yapardı, kahkahalarla gülerdik. Siyami Ersek’in ilk eşi, onu 57 yaşındayken kaybettiği büyük aşkı Fela Ersek’ti. Fela Yahudi’ydi ve gençliklerinde din farklılığı yüzünden, aileleriyle yaşadıkları büyük mücadelelerden sonra evlenmişlerdi. Fela Ersek de röntgen doktoruydu. Arif isimli bir oğulları vardı. Arif Selanikli Sabetayist ünlü gazeteci/yazar Bedii Faik’in kızı Selma Ersek’le evliydi. Alev isimli şirin bir kızları vardı. Siyami Ersek’in ikinci eşi kardiolog Birsen Ersek de çok değerli bir insandı. O da ünlü Türk yazarı Mehmet Seyda’nın kızıydı. Ben genç kızken onun birçok çok romanını okumuştum. Ama babası onları küçükken terk ettiği için, Birsen hanım ondan bahsetmeyi sevmezdi. Yaşlı annesi de onlarla birlikte otururdu.

91 yılı yazında Kurban Bayramı geldiğinde 4 gün tatil olduğu için, her gün bir dizi dostu veya akrabaları, ailelerimizi yeni evimizde ağırlıyorduk. Önce anne ve babalar ile ablamları ve David’in abisini ve çocuklarını davet etmiştik. Geniş verandadaki barbeküde mangal ve meze sofraları kuruyorduk. Ertesi gün David’in kuzenleri Davit, Ketty Kastoryano ve İsrael’den gelen kuzini Flöret Alvo ve eşi İzak’ı ağırlamıştık. Üçüncü gün Kadıköyl’ü eski dostlar Beti ve Yaşar Levent, Lizet ve Salvo Loya ile Feride-İzak Petilon’u misafir etmiştik. Bunlar GKD Kültür Kolundan arkadaşlarımızdı. Dördüncü gün kendi grup arkadaşlarımız Meriç’leri ve Gery’leri çağırmıştık. David’le ben çok yoruluyorduk ama, o kadar eğleniyorduk ki, bu bize sıkıntı değil mutluluk veriyordu. Siyami Ersek bayram boyunca şezlonguna uzanıp bizi izlerdi. Ailelerimizi ona tanıştırmıştık. Bayram ertesi gülerek “Sara, Birsen’e dedim ki ; bu hafta İstanbul’un bütün Yahudileri bölük bölük buraya geliyorlar”. “Size bayılıyorum Sara, sizler ve çocuklarınız hepiniz harikasınız. Sizleri izlemeye doyamıyorum” derdi. Aslında Dr. Siyami’nin Yahudilere müthiş bir sempatisi vardı. Çünkü bizler ona sevgili kaybettiği eşi Fela’yı anımsatıyorduk. Bizleri gönlüne yakın buluyordu.

Bu arada ben harıl harıl “Bizim Kadınlarımız” başlığı altında durmadan tarihe mal olmuş kadınları yazıyordum. David el yazması kağıtlarımı iş yerinden faxla gazeteye gönderirdi. Çünkü artık her hafta elden yazılarımı Yusuf’a vermek bana ayıp gelmeye başlamıştı. Üstelik yazlık Silivri’ye yakındı. Yani uzaktaydık. Yine de pazartesi sabahları David bizi Bakırköy’deki deniz otobüsüne bırakır ve oradan Derby Lastik Fabrikası’ndaki işine giderdi. Ben çocuklarla deniz otobüsüne binip Kadıköy’e vardıktan oradan annemlere giderdim. İlk durak annemdi. Önce onlarla biraz sohbet eder kahve içerdim.Sonra Hay orda kalırdı, biz Soni’yle taksiye biner, GKD’ye giderdik. O kendi arkadaşlarıyla buluşurken, ben de bizim kızlarla buluşup, toplantı odasında yeni sezon için yapılacak olan tiyatro tekstlerini kah yazar, kah okuyarak prova yapardık. Sonra yine anneme giderdik, gece David gelince ufaklığı da alır dışarı yemeğe giderdik. Daha sonra tekrar GKD’nin orkestra provalarına giderdik. O geceler kışlık evde yatardık. Ertesi günü akşamüstüne kadar, alış veriş yapar, annemler ve ablamlarla vakit geçirip, akşamüstü deniz otobüsüne biner Bakırköy’de indiğimizde, karşı kaldırımda arabayla bizi bekleyen David’le evimize dönerdik.

Sitenin sakinleri de çok düzgün ailelerden oluşuyordu. Hepsiyle ölçülü dostluklarımız vardı. En çok Ersek ailesi ile çok yakındık. Bir de sitenin müteahiti/mühendisi ve sahibi olan Esin ve Sefer Aysoy’la çok yakınlaşmıştık. Aynı yaşlardaydık. Esin çok güzel ve çok iyi bir insandı. Sarışın yeşil gözlü, güler yüzlü ve soylu bir kızdı. St. Benoit mezunuydu. İki çocukları vardı. 9 yaşındaki Beste ve 6 yaşındaki Yaşar. Yaşar bana hayrandı. Bense ona bayılırdım. Yanaklarını sıkar ve öperdim. Ona “Yaşariko” derdim. O da benim çocuklarım gibi gözlüklüydü. Çok şirindi, bütün gün yanımda dururdu. Salı akşamları siteye döndüğümüzde bizi otoparkta beklediğini görürdüm. Hemen üstüme atlardı. Ben onu, o da beni çok severdi.

Yaşariko ile - 1991-

Yaşariko ile - 1991-

Hay - 1991

Hay - 1991

Yan sitedeki birçok Yahudi aile ile iyi rabıtalarımız vardı. O ailelerden Halet ailesinin çocukları Ceni ve İzel ile, Nufusi ailesinin kızı Esti, Soni ile çok iyi arkadaş olmuşlardı. Bu çocuklar sabahtan öğlene kadar Soni ile denize girerler, öğle yemeğinden sonra bu defa bizim havuza girerlerdi. Akşam gün batımında evlerine dönerler, akşam yemeğinden sonra yine buluşurlardı. Soni 14 yaşındaydı ve gönlüme göre arkadaşlarıyla çok eğlenirdi. Diğer Yahudi ailelerin çocukları da Hay’la oynarlardı. Özellikle Jefi Nufusi, Metin ve Bülent Liçis kardeşler Hay’ın yakın arkadaşıydılar. Hay’ın ayrıca bizim siteden de bir çetesi vardı. Hay’ın o kadar çok kılıç kalkanı, Ninja kaplumbağa silahları, tabanca ve tüfekleri vardı ki çocukların hepsini evin üst katındaki odasına götürür, silahlarını dağıtırdı. O da nereden bulduğunu bilmediğim bambu sopasıyla çetenin lideriydi. Hepsini yönetirdi, hepsi onun peşinden sitenin arkasındaki tarlaya gidip Ninja Kaplumbağa’cılık oynarlardı. Sabahları iki saat sitenin futbol sahasında kendinden daha büyük çocuklarla futbol oynardı. Yaralanan arkadaşlarını bizim eve getirir onlara ilk yardım yaptırırdı. Oksijenli su pamuk, tentürdiyot ve kutularla yara bandım vardı. Kolay değil sitenin acil yara hemşiresiydim. O da iki eli belinde bizi izlerdi. Ona çocukların niçin kendi evlerine gitmediklerini sorduğumda ”çünkü anneleri bağırıyor ve onlara ceza veriyor. Evde kalıyorlar. Sen insana sıkıntı vermiyorsun. Çocuklara çok iyi davranıyorsun. Zaten hepsi de seni tercih ediyorlar. Onları çok eğlendirip güldürüyorsun. Ben senden çok memnunum” diyordu. Eh kabile şefi olarak, kendini onlardan sorumlu hissediyor ve bana emanet ediyordu. Sonra anneleri gelip bana teşekkür ederlerdi. O günleri düşününce hayretle ne kadar esnek olduğumu hatırlıyorum. Soni’nin arkadaşlarına da kek, limonata ikramı yapar, sonra kızlarla yukarı çıkar saçlarını tarar ve makineyle kuruturdum. Kısacası bizim ev herkese mutluluk ve barış dağıtan bir evdi.

İRAN’A VELİAHT VEREN KRALİÇE FARAH DİBA 

1 & 2


Farah Diba, 14 Ekim 1938’de Tahran'da üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yüzbaşı Sohrab Diba ve eşi Farideh Ghotbi’nin tek çocuğuydu.

Farah, babası aracılığıyla nispeten varlıklı bir geçmiş sahipti. 19. yüzyılın sonlarında büyükbabası, Rusya’nın St. Petersburg kentindeki Romanov döneminde İran Büyükelçisi olarak görev yapan bir diplomattı. Kendi babası, İran İmparatorluk Silahlı Kuvvetleri’nde bir subaydı ve St.Cyr’deki Fransız Askeri Akademisi mezunuydu.

Farah, anılarında babasıyla yakın bir bağı olduğunu ve babasının 1948’deki beklenmedik ölümünün onu derinden etkilediğini yazmıştı. Genç ailenin maddi durumu zordu. Bu kısıtlı koşullarda ,Kuzey Tahran’daki geniş aile villalarından çıkıp, annesi Farideh’in  erkek kardeşlerinden biriyle, ortak bir daireye taşınmak zorunda kaldılar.

EĞİTİM VE EVLİLİĞİN YOLUNDA…

Genç Farah Diba, eğitimine Tahran'daki İtalyan okulunda başladı. Ardından 16 yaşına kadar Jeanne d’Arc okuluna ve daha sonra Lycee Razi’ye geçti. Genç kızken bir atletti ve okulunun basketbol takımının kaptanı olmuştu .Oradaki eğitimini tamamladıktan sonra, Albert Besson’un öğrencisi olduğu Paris’teki Ecole Speciale d’Architecture’de mimarlık öğrencisi oldu.

O sırada yurt dışında okuyan bir çok öğrenci, devletin sağladığı burslarla öğrenim görmekteydi. Farah da tam burslu başarılı bir mimarlık öğrencisiydi. Bu nedenle Şah, devlet başkanı olarak yabancı ülkelere ziyaretler yaptığında, yerel İranlı öğrencilerle sık sık bir araya gelirdi. Farah Diba, 1959’da Paris’teki İran Büyükelçiliğinde böyle bir toplantı sırasında ilk kez Şah Muhammed Rıza Pehlevi’ye takdim edildi.

1959 yılında Farah Tahran'a döndükten sonra, Şahın ilk karısı Fevziye’den olan kızı Şahnaz’ın sayesinde, Şahla sık sık bir araya getirildi. Kızların yaşları birbirine yakındı. İkisi arasındaki dostluğun mizanseninde, Şah Farah’a kur yapmaya başladı. Çift, 23 Kasım 1959’da nişanlandıklarını duyurdu.

EVLİLİK VE AİLE...

Farah Diba, 20 Aralık 1959’da 21 yaşındayken Şah Pehlevi ile evlendi. İran’ın genç kraliçesi büyük merak konusu oldu ve düğünü dünya çapında basının ilgisini çekti. Gelinliği ve tüm kıyafetleri ,o zamanlar Dior’un moda evinde o zaman bir tasarımcı olan Yves Saint Laurent tarafından tasarlandı ve düğünde duvağının üzerine takması için, yeni yaptırılan Noor-Ol-Ain-Diamond tacını taktı.

İmparatorluk düğünüyle ilgili gösteriş ve kutlamalardan sonra, bu birliğin başarısı kraliçenin bir erkek varis doğurma yeteneğine bağlı hale geldi. Daha önce iki kez evlenmiş olan Şahın ilk eşinden bir kızı olmuştu. İkinci eşi Süreyya ise ne yazık ki kısırdı. Genç kraliçenin üzerindeki baskı şiddetliydi. Şahın kendisi, tıpkı hükümetin diğer üyeleri gibi bir erkek varisin doğmasını şiddetle istiyordu.

Sonuç olarak çiftin 4 çocuğu oldu: İran Veliaht Prensi Rıza Cyrus Pehlevi (1960), İran Prensesi Farahnaz Pehlevi (1963), İran Prensi Ali Rıza Pehlevi (1966-2011), İran Prensesi Leyla Pehlevi (1970-2001)

KRALİÇE VE İMPARATORİÇE OLARAK…

Yeni kraliçenin, kamu veya hükümet işlerinde oynayacağı kesin rol belirsizdi. Asıl rolü sadece Şaha erkek bir varis vermekti. Saray da ondan başkaca bir talepte bulunulmuyordu. Bununla birlikte, veliahtın doğmasından sonra diğer faaliyetlere ve resmi uğraşlara ayırmakta özgür kalan kraliçe zamanının çoğunu bu işlere harcamaya başladı. Muhammed Rıza her zaman uzun boylu kadınlardan hoşlanırdı. Farah kocasından daha uzundu. Bu da onu bu gerçeği gizlemek için yeni yollar bulmaya yöneltti. Genellikle imparatorluk çiftinin fotoğrafı çekildiğinde, biri veya ikisi sandalyelerde oturuyordu veya şah merdivenlerin bir üst basamağında dururken, Farah hemen altındaki basamakta duruyor ve güzel resim veriyorlardı.

Diğer birçok kraliyet eşi gibi, kraliçe de başlangıçta kendisini törensel rolle sınırladı. 1961’de Fransa’ya yaptığı bir ziyaret sırasında, Fransız hayranı olan Farah, Fransa Kültür Bakanı Andre Malraux ile arkadaş oldu ve onu, 1979 İslam Devrimine kadar canlı bir ticaret olan, Fransız ve İran sanat galerileri ve müzeleri arasında kültürel eserlerin değiş tokuşunu düzenlemeye yönlendirdi. Zamanının çoğunu, tartışmalı konulara derinlemesine girmeden çeşitli eğitim ve sağlık kurumlarının açılışlarına katılarak geçirdi. Ancak zaman ilerledikçe bu pozisyon değişti. Kraliçe, kendisini ilgilendiren sorunlar ve nedenlerle ilgili hükümet işlerine çok daha aktif bir şekilde dahil oldu. Finansman sağlamak ve dikkati özellikle kadın hakları ve kültürel gelişim alanlarındaki nedenlere odaklamak için kocası Şah ile olan yakınlığını ve nüfuzunu kullandı. Farah’ın endişeleri, siyasetin kendi alanından çıkarıldığı ”eğitim, sağlık, kültür ve sosyal konular” idi.

Ancak Şah'ın siyasi açıdan güçlü ikiz kardeşi Prenses Eşref, Farah’ı rakip olarak görmeye başladı. Farah’ın, Prenses Eşref’in, saraydaki etkisini azaltması için kocasına baskı yapmasına yol açan, görümcesiyle olan rekabetiydi.

İmparatoriçenin ana girişimlerinden biri, İranlı kadınların eğitimini iyileştirmeyi amaçlayan ve İran’daki ilk Amerikan tarzı olan Pehlevi Üniversitesini kurmaktı; O zamandan önce, İran Üniversiteleri her zaman Fransız tarzını model almıştı. İmparatoriçe 1978’de görevlerinin şunlar olduğunu yazdı:

Eğitim, sağlık, kültür ve sosyal alanlarda başkanlığını yaptığım ve çok aktif olarak yer aldığım tüm organizasyonları detaylı olarak yazamadım. Bu neredeyse bir kitap kadar uzun olacaktı. Basit bir liste belki fikir verebilir: Çalışan annelerin çocukları için aile refahı teşkilatı-kreşler, kadınlara ve kızlara okuma öğretimi, mesleki eğitim, aile planlaması; Kan Transfüzyonu Organizasyonu; Kanserle Mücadele Örgütü; Muhtaçlara Yardım Kuruluşu…Çocuk Merkezi; Çocukların Entelektüel Gelişim Merkezi…İmparatorluk Felsefe Enstitüsü; İran Kültürü Vakfı; Şiraz Festivali, Tahran Sinema Festivali; İran Folklor Örgütü; Asya Enstitüsü; Medeniyetler Tartışma Merkezi; Pehlevi Üniversitesi; Bilimler Akademisi.

Farah, hafta içi her gün sabah 9’dan,akşam 9’a kadar hayır faaliyetlerinde uzun yıllar çalıştı. Sonunda kraliçe çeşitli konularda, çeşitli yardım taleplerini ele alan 40 kişilik bir kadroya başkanlık etti. İmparatorluk hükümetindeki en görünür figürlerinden biri ve 24 eğitim, sağlık ve kültür kuruluşunun koruyucusu oldu. İnsani rolü özellikle 1970’lerin başında bir süreliğine muazzam popüler olmasını sağladı. Bu dönemde, İran’ın içinde çok seyahat etti, ülkenin en ücra köşelerine kadar gitti ve yerel vatandaşlarla konuştu .Önemi, ilk Şahbanu olarak taç giydiği 1967 taç giyme törenlerindeki rolüyle (imparatoriçe) olarak pekişti. Modern İran, Şah’ın veliaht prensin 21. doğum gününden önce ölmesi veya aciz kalması durumunda, onu resmi naip olarak atadığında bir kez daha doğrulandı. Bir kadının naip olarak adlandırılması, Orta Doğu veya Müslüman bir monarşi için oldukça alışılmadık bir durumdu. İran petrolünün yarattığı büyük servet, imparatorluk mahkemesinde bir İran milliyetçiliği duygusunu teşvik etti. İmparatoriçe, 1950’lerde Fransa’da bir üniversite öğrencisi olarak nereli olduğunun sorulduğu  günleri hatırladı:

“Onlara İran’lı olduğumu söylediğimde…Avrupa’lılar, sanki İranlılar barbar ve iğrençmiş gibi dehşet içinde irkilirlerdi. Ancak İran, 1970’lerde Şah döneminde zengin olduktan sonra, her yerde İranlılara iltifatlar yağmaya başladı. Evet majesteleri. Elbette majesteleri. Lütfen majesteleri. Her yanımızda yaltaklanma. Açgözlü dalkavuklar. Sonra İranlıları sevdiler.”

Devam edecek...

SANAT VE KÜLTÜRE KATKILAR…

İmparatoriçe, saltanatının başından itibaren İran'da kültür ve sanatın tanıtımına aktif bir ilgi gösterdi. Onun himayesi sayesinde, tarihi ve çağdaş İran sanatını hem İran'da hem de batı dünyasında öne çıkma tutkusunu ilerletmek için çok sayıda organizasyon yaratıldı ve teşvik edildi.

İmparatoriçe, kendi çabalarının yanı sıra çeşitli vakıf ve danışmanların yardımıyla bu amacı gerçekleştirmeye çalıştı. Bakanlığı, geleneksel İran Sanatları (dokuma, şarkı söyleme ve şiir resitali gibi) ve Batı tiyatrosu dahil olmak üzere birçok sanatsal ifade biçimini teşvik etti. Sahne sanatlarını destekleyen en tanınmış çabası, Şiraz Sanat Festivali’nin himayesiydi. Zaman zaman tartışmalı olan bu etkinlik, 1967’den 1977’ye kadar her yıl düzenlendi ve hem İranlı hem de batılı sanatçıların canlı performanslarına yer verdi. Bununla birlikte,kraliçenin zamanının çoğu, müzelerin yaratılmasına ve koleksiyonlarının toplanmasına gitti.

Eski bir mimarlık öğrencisi olarak, imparatoriçenin yeteneği, Mohsen Foroughi’ye fiilen yardım ederek ve 1968’de tamamlanan Niavaran Kraliyet Sarayı’nda görülüyor: Geleneksel İran mimarisini 1960’ların çağdaş tasarımıyla harmanlıyor. Esas olarak Batı ve Doğu sanatı, felsefesi ve dini üzerinde eserler içeren 22.000 kitaptan oluşan imparatoriçenin kişisel kütüphanesi vardır; iç mekan Aziz Farmanfarmayan tarafından tasarlanmıştır.

SANAT…

Tarihsel olarak kültürel açıdan zengin bir ülke olan 1960’ların İran’ının gösterecek çok az şeyi vardı. 2.500 yıllık tarihi boyunca üretilen büyük sanat hazinelerinin birçoğu yabancı müzelerin ve özel koleksiyonların eline geçmişti. İran’a kendi tarihi eserlerinden uygun bir koleksiyon sağlamak imparatoriçenin başlıca hedeflerinden bir haline geldi. Bu amaçla, yabancı ve yerli koleksiyonlardan çok çeşitli İran eserlerini ”geri satın almak” için kocasının hükümetinden izin ve fon sağladı. Bu, 1972’den 1978’e kadar imparatoriçeye danışmanlık yapan, dönemin en önde gelen İran antika tüccarları olan Houshang ve Mehdi Mahboubian kardeşlerin yardımlarıyla sağlandı. Bu eserlerle birkaç ulusal müze kurdu (çoğu günümüze kadar ayakta kaldı) ve National Trust’ın İran versiyonunu başlattı.

Onun rehberliğinde oluşturulan müzeler ve kültür merkezleri arasında Negarestan Kültür Merkezi, Reza Abbasi Müzesi, değerli Lorestan bronz koleksiyonuyla Khorramabad Müzesi, Ulusal Halı Galerisi ve İran Züccaciye ve Seramik Müzesi yer alıyor.

ÇAĞDAŞ…

İmparatoriçe, tarihi İran eserlerinden oluşan bir koleksiyon oluşturmanın yanı sıra, çağdaş Batı ve İran sanatına ilgi duyduğunu da ifade etti. Bu amaçla, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin himayesine aldı. Bu kurumu kurma ve genişletme çalışmasının meyveleri, belki de imparatoriçenin İran halkına en kalıcı kültürel mirasıdır.

İmparatoriçe, hükümetten tahsis edilen fonları kullanarak, Batı sanatının birkaç önemli eserini satın almak için 1970’lerin biraz durgun bir sanat piyasasından yararlandı. Onun rehberliğinde müze, Pablo Picasso, Claude Monet, George Grosz, Andy Warhol, Jackson Pollock vb. sanatçıların 150 eserini satın aldı. Bugün, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi Koleksiyonu, Avrupa ve ABD dışındaki en önemli koleksiyonlardan biri olarak kabul ediliyor. Geniş koleksiyon, devlet tarafından yayınlanan büyük bir sehpa üzeri kitabında zevkli bir şekilde sergilendi. İran Modern adlı “Assouline Müzesi” İranlı modern bir heykeltıraş ve imparatoriçenin eski kültür danışmanı olan Parviz Tanavoli’ye göre, etkileyici koleksiyonun “yüzlerce değil, onlarca milyon dolar” karşılandığında toplandı. Bugün, bu varlıkların değerinin yaklaşık 2.8 milyar ABD dolarına yakın olduğu tahmin edilmektedir.

Koleksiyon, 1979’da Pehlevi Hanedanı’nın düşüşünden sonra iktidara gelen Batı karşıtı İslam Cumhuriyeti için bir ikilem yarattı. Köktendinci hükümet İran’daki batı etkisini siyasi olarak reddetse de, imparatoriçe tarafından toplanan Batı Sanat Koleksiyonu, muazzam maddi değeri uyarınca elde tutuldu. Bununla birlikte, halka açık olarak sergilenmedi ve Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin mahzenlerinde yaklaşık yirmi yıl saklandı. Bu koleksiyonun büyük bir kısmının Eylül 2005’te Tahran’da gerçekleşen bir sergide kısaca tekrar görülmesinin ardından, rafa kaldırılan sanat eserlerinin akibeti hakkında birçok spekülasyona neden oldu.

İSLAM…

1978’in başlarında İran’da imparatorluk hükümetinin gücünün ve zenginliğinin çok fazla belirgin hale gelmesiyle beraber, ülke halkının memnuniyetsizliğinin bir dizi faktörü, yaklaşan İslam Devrimi’ne katkıda bulundu.

Ülke içindeki hoşnutsuzluk armaya devam etti ve yılın ilerleyen aylarında monarşiye karşı gösteriler çoğalmaya başladı. Farah Diba, anılarında bu süre zarfında “giderek artan bir huzursuzluk duygusu olduğunu “ yazdı. Bu koşullar altında Şahbanu’nun resmi faaliyetlerinin çoğu, güvenliğiyle ilgili endişeler nedeniyle iptal edildi.

Yıl sona ererken, siyasi durum daha da kötüleşti. Ayaklanmalar ve huzursuzluk giderek yükseldi ve Ocak 1979’da doruğa ulaştı. Hükümet, İran’ın büyük şehirlerinin çoğunda sıkı yönetim ilan etti. Artık ülke açıkça bir devrimin eşiğindeydi.

Şah Muhammed Rıza ve Farah, şiddetli protestolara yanıt olarak ülkeyi terk etmeye karar verdiler. Her ikisi de çocuklarıyla birlikte 16 Ocak 1979’da uçakla İran’dan ayrıldı.

İRANDAN AYRILDIKTAN SONRA…

Şah ve Şahbanu’nun İran’dan ayrıldıktan sonra nereye gidecekleri, hükümdar ve danışmanları arasında bile bazı tartışmalara yol açtı. Şah, hükümdarlığı sırasında Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile yakın ilişkiler sürdürmüş ve Farah, başkanın eşi Cihan Sedat ile yakın bir dostluk geliştirmişti. Mısır Devlet Başkanı, imparatorluk çiftine Mısır’a sığınma daveti gönderdi ve kabul ettiler. İran’da ortaya çıkan siyasi durum nedeniyle, devrimden önce İran Monarşisi ile dostane ilişkiler içinde olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet, Şah’ın kendi sınırları içinde varlığını bir sorumluluk olarak gördü. İran’daki Devrimci Hükümet, hem Şah’ın hem de Şahbanu’nun tutuklanmasını (ve daha sonra öldürülmesini) emretmişti. Yeni İran hükümeti birkaç kez onların iadesini şiddetle talep etmeye devam edecekti, ancak devrik hükümdarın ve muhtemelen imparatoriçenin dönüşü için yabancı güçlere baskı yapmak için ne ölçüde hareket edeceği o zamanlar bilinmiyordu.

İmparatorluk çifti, varlıklarının ev sahipleri için oluşturduğu potansiyel tehlikenin farkındaydı. Yanıt olarak, on dört aylık kalıcı sığınma süresinden sonra, yeni bir arayışa ve onları birçok ülkeden geçen bir yolculuğa başlayarak Mısır’ı terk ettiler. Mısırdan sonra, kısa bir süre Kral II. Hasanı’n konuğu oldukları Fas’a gittiler.

Fas’tan ayrıldıktan sonra Şah ve imparatoriçeye Bahamalar’da geçici sığınma hakkı verildi. Bahama vizelerinin süresinin dolması ve yenilenmemesi üzerine Meksika’ya başvurdular ve kabul edildiler. Mexico City yakınlarındaki Cuernavaca’da bir villa kiraladılar. Artık git gide onları daha kötü günler bekliyordu.

devam edecek...

.