MARİA VE JACKİE’NİN
AŞK ÜÇGENİNİN KARANLIK YÜZÜ
KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA-29-
1976 yılı hayatımın en kayda değer yıllarından biriydi. O sene gelin olmuştum. Her genç kızın hayallerini ta küçük yaşından itibaren gelin olmak süsler. Ben de ablamın, kızı Rina’yı dünyaya getirmesinden bir süre sonra gelinlik diktirme arayışına geçmiştim. O yılların ünlü moda evleri hep karşı tarafta olduğu için ben kendim bu işi pratikçe halletmeye karar verdim. Ablam yeni doğum yaptığından annem ve teyzem, sürekli ablamla ve bebekle ilgileniyorlardı. Yani kısacası, bunlara ayıracak pek zamanları yoktu. Bu arada Ari yuvaya gitmeye başlamıştı. Yeni doğan kardeşine alışmaya çalışıyordu. Günümüzün çoğu saati onlarda geçiyordu. Bir gün, Bahariye Caddesi'nde yürürken bir gelinlikçi vitrini gözüme çarptı. İçeri girdim, biraz gezdim, bakındım. Yanıma yaklaşan orta yaşlarda bir hanım nasıl bir şeyler istediğimi sorunca, ona ne istediğimi tarif ettim. ''Bunu çizelim mi?'' diye sordu Masaya oturdum ve istediğim modeli çizdim. Kumaşını bile söyledim. Güpür dantelden olacaktı. Duvağı tülden 10 metre olacaktı, başımda beyaz çiçeklerden bir taç olacaktı. Kadın bir hesap çıkardı. Ben annemlere danışıp tekrar geleceğimi söyledim. Eve döndüm ve o akşam annemle babama olayı anlattım, fiyatı söyledim. Babam hayretler içindeydi, anneme bakıyordu. Annem “Bu kız bana çekmiş, ben de her şeyimi kendim halletmiştim.” dedi, bakıştılar ve bana tamam dediler. Ben böyle bir kızdım işte. Ne modellere bakmak, ne etrafımdakilere fikir sormak, ne de amigoluk ihtiyacı duymak, bende bunlar yoktu. Startı alınca terziye gidip ölçü aldırdım ve provalar başladı. Bir provaya annem de geldi, ona da düğün kortejinde giyeceği tuvaletin modelini seçtik. Hatta şapkasını bile aynı terziye yaptırdı. Ablam 4 Eylülde doğum yaptığı için, bir ay kadar sonra aynı terziye o da geldi ve onun da elbisesi dikilmeye başlandı. Bunların hepsi sakinlikle ve yollara revan olmadan yapılıyordu. Babam bana gelin çeyizim için bir miktar para tahsis etmişti. O paranın hepsini elime verdi.
Elimdeki paralarla, Kadıköy’den ve Nişantaşı’ndan kendime çok güzel elbiseler ve triko takımlar, Şişli'deki Polat Pasajı'ndan ithal, bir uzun tavşan kürk manto aldım. Kadıköy’deki Riva Mağazası’ndan krem rengi pardesü, Lingerie mağazalarından birkaç şık gecelik/sabahlık, rahat pantolon ve kazaklar, gerekli olan ayakkabı ve çizmeler, çantalar derken, elimde hala param vardı. Arta kalanı babama geri verdim. Gülerek almadı. ”Sen bunlarla istediklerini al, yoksa da kitaplar al” dedi. Anlayacağınız tek başıma abartıya kaçmadan çeyizimi de düzenleniştim. Yeni aldığımız dolap askılarıya giysilerimi özenle yeni gardrobumuza yerleştirdim. David’in de her şeyi tamamdı. Artık düğün için geriye sayım başlamıştı. Gelin yatağımı, Yahudi geleneklerine uygun olarak, anası ve babası hayatta olan, mutlu bir genç kız yapmalıydı. Behiye bize geldi ve yatağımızı yerleştirdi. Sonra salonda çikolatalar ve badem şekerleri yedik.
24 Ekim Pazar sabahı çok yağmurlu bir gündü. Duvağımı kocaman bir poşete koyup, teyzem ve annemle birlikte taksiyle daha önce anlaştığım Moda'daki Mithat Kuaför'e gittik. Orada saçlarım yıkanıp fönlendikten sonra duvağımı taktılar. Üzerimde Jean pantolon, kırmızı gömlek, duvak ve çizmelerimle Kalamiti Jane’e benzemiştim. Annemle teyzemin de saçları yapıldıktan sonra, duvağın gerisi poşette, taksiye binip eve döndük. Odama girip makyajımı yaptım. Biraz far, kirpiklere maskara ve koyu pembe bir ruj sürdüm. Kadıköylü Küçük Sara, gelin olmaya hazırdı. Gelinliğimi giyince, kendimden çok memnun ve emin bir biçimde aynaya gülümsüyordum. Elimde uzun saten kurdelesi olan tek bir gül vardı. Beyaz eldiven ve ayakkabıyı söylemeye gerek yok sanırım.
Gelin arabamız, David’in üniversiteden sınıf arkadaşı Albert Elyakim’e aitti. Arabasını o gün bize tahsis etmişti. Albert ve David çiçekçide arabayı süslemişlerdi. Albert’in arabasının arkasından da David’in abisi Hayim ve karısı Ester, arabalarıyla beni sinagoga götürmek için gelmişlerdi.
Ben babacığımla birlikte Albert’in arabasına binmiştim. Babam siyah takım elbisesi ve papyonuyla çok yakışıklıydı. Artık düğünlerde kiralık smokin ve silindir şapka takılmıyordu. Ben zaten bu sihirbaz şapkalarından hiç haz etmezdim. Erkeklerin hepsi de sinagogda beyaz ipekli kipalar takacaklardı.
Korkunç sağanak bir yağmur altında karşıya geçtik. Ablamın evlendiği yıllarda Boğaz Köprüsü henüz yapılmadığından karşıya arabalı vapurla geçmiştik. Fakat 1973 yılında Cumhuriyetin Kuruluşunun 50. yılında Boğaziçi Köprüsü tamamlanıp hizmete girince, biz Kadıköylüler için rahat ve modern bir hayat başlamıştı.
Neve Şalom Sinagogu’na geldiğimizde resimler çekildi. Ardından kortej düzene sokuldu. En önde bordo kadife takımı ve papyonuyla canımın içi Ari, arkasında babam ve ben, bizim arkamızda annem, eniştem Niso ve Venezya, en arkada ise Ester ve Hayim vardı. Ablam yeşil tonlarında, Ester pembe bej ve annem bordo renkli uzun tuvaletler giyiyorlardı. Kayınvalidem de desenli şifondan bir tuvalet giymişti.
Tabii ki heyecan ve duygu yoğunluğundan olsa gerek, düğünden her şeyi çok net anımsayamıyorum. Babamla İbranice bir ilahi eşliğinde içeriye girerken Tanrı’ya teşekkür ettiğimi çok net hatırlıyorum; babacığımın kolunda gelin olarak evlenmeme izin verdiği için. Bunu tüm gelin kızlara nasip etmesini yürekten diliyorum.
Kalabalık, yüzlerce öpüşme ve el sıkışmalardan sonra bu kez eşim David’le birlikte gelin arabasına bindik. Kocam gerçekten çok yakışıklıydı. Koyu mavi takımı ve papyonu, başında beyaz ipek kipasıyla tam hayalimdeki mavi beyaz görüntüsünü sergiliyorduk.
Sinagogdan sonra önce bir fotoğrafçıya ailece gidip hatıra fotoğrafları çekildi. Resimler çekildikten sonra David’in anneannesi Sara Kastoryano’nun oturduğu Sıracevizler’deki evine gittik. Bunu ben istemiştim. çünkü Grand mama Sara hastaydı ve torununun düğününe gelememişti. Ben onun torununu damat olarak görmesini istemiş ve hayır duasını almak istemiştim. Böylece bütün Kastoryano ailesi tam takım oraya gelmişlerdi, David'in ailesi ile çekilen aile resimleri de orada çekilmişti. Anneanne çok mutluydu. bize bakmaya doyamıyordu. Orada tatlılar yendi, herkes çok mutluydu.
Oradan çıktık ve David’lerin evine gittik. Ester ve kayınvalidemler bizden önce varmışlar, bizi evde bekliyorlardı. Ester duvağımı çıkarmama yardım etti. Saçlarımı iki yandan incecik örgülerle ördü ve tacımdaki birkaç çiçek ile tutturdu. O günkü gerginliğimi tatlı diliyle yumuşattı ve beni rahatlattı. O akşam nişanlandığımız Palet 2 adlı restoranda 16 kişilik bir masa ayırtmıştık. Oraya gittik yine Yavuz Özışık eşliğinde yemek yiyip dans ettik. Herkes mutluydu. Resimler çekildi. Eniştem bizi kamerasıyla filme çekti. Mütevazı düğünümüzün ardından arkadaşımız Albert, David’le beni o akşam kalacağımız Büyük Tarabya Oteli’ne götürdü. Aile ile vedalaştık. Annem David’e “kızıma iyi bak” dedi. Ablam sıkı sıkı sarıldı. Oğlancık kolları ve bacaklarıyla boynumda dal budak sardı. Ve yeni yaşam başladı.
Ertesi gün İstanbul Feribotu’na binerek İzmir’e balayı seyahatine çıktık. Gemi güzeldi. Akşam yemeğinde bir genç kızla arkadaş olmuş, saatlerce yaşam hakkında felsefi sohbetlere dalmıştık. Ertesi sabah feribot İzmir Limanı’na demir atmıştı. David romantik olsun diye yeni gelinini limanda taksilerle birlikte bekleyen bir faytona bindirmişti. Bir koltukta biz, karşı koltukta valizlerimiz vardı. Bu benim için müthiş bir keyifti, çünkü atlı arabalarla yolculuk etmeyi hala çok severim. Nal sesleri arasında Kordon Boyu’nu geçtik, caddelerde ilerlerken karşımıza İzmir’in büyük Konak Meydanı çıktı. Az ileride balayımızı geçireceğimiz Büyük Efes Oteli’ne vardık. Odamız harikaydı. Havuza bakıyordu. Çok şık ve lükstü. Odadaki masanın üzerinde bir buz kovası içinde şampanya, meyve tepsisi ve hakiki çiçeklere iliştirilmiş, otelin düğün tebrik kartı vardı. Kahvaltılarımızı sabahları odamıza getirtirdik. Sonra kendimizi İzmir sokaklarına bırakırdık. Çok eğleniyorduk. İzmir’i karış karış geziyorduk. Her gün fuara gidip mini golf oynardık ve ben David’in tozunu attırırdım. Otelin palmiye ağaçlarıyla bezenmiş yan sokağına girer Türk - Amerikan Kültür Merkezi’nin kütüphanesinde İngilizce kitaplara dalardım. Ben kitaplara bakarken, David de sevgiyle bana bakardı. Çeşme, Kadife Kale, Karşıyaka, Balçova ve her yere gidiyorduk. Kordon boyu müthişti, oraya aşık olmuştum. Oradaki şık lokantalarda akşam yemekleri yerdik. Bazı geceler otelin alt katındaki restoranda, ünlü müzisyen Yaşar Güvenir’in piyanosu ve şarkılarıyla yemek yerdik. ”Sensiz saadet neymiş? tatmadım bilemem ki…” Tatilin 6 gününde Kuşadası’ndaki İmbat Oteli’ne geçmiş, iki gün orada kalmıştık. O yıllarda Kuşadası çok bakir bir yerdi. Sadece İmbat Oteli, kış mevsiminde kapalı olan Club Med ve pansiyonlar vardı. Tipik bir sahil kasabası gibiydi. Kuşadası yolunda Efes Antik Harabelerini ve Meryem Ana’nın ayazmasını da ziyaret etmiştik. Efes Harabeleri beni şaşkına çevirmişti. O dönem Celcius Kütüphanesi daha yeni yeni ayağa kaldırılıyordu. Biz İzmir’i o kadar çok sevmiştik ki, ondan sonraki yıllarda çocuklarımızla veya tek başımıza orayı en az 15 kere daha ziyaret ettik ve arkeolojik kazıların sayesinde, 40 yıl içinde oranın gerçek Efes şehrine dönüştüğüne şahit olduk. Balayımızın son iki gecesini yine İzmir’deki Büyük Efes Oteli’nde tamamladık. Çok gençtik ve çok eğleniyorduk. David hiç içki içmediğinden Cola içerdi, ben de genellikle çok su içerdim. Bir akşam Kordon’da yemek yerken o kadar çok gülüyorduk ki, ben resmen gülme krizine girmiştim. David’in gözlerinden yaşlar akıyordu. Orta yaşlı bir garson gülerek yanımıza geldi ve “siz su içip sarhoş oluyorsunuz” dedi bu sefer üçümüz birden kahkahalarla gülmeye başladık.
Nihayet balayı bitti, yine faytonla limana vardık ve İstanbul Feribotu’na bindik.
Sabah uyandığımızda İstanbul’daydık. Bir taksiye binip eve döndük. Tanrım, o ne dönüştü öyle! Annem, teyzem, komşular, kahkahalar, öpücükler, kahveler, evde bizi bekleyen tebrik telgrafları ve bir yığın düğün hediyesi.
Üstümüzü değiştik, ben hemen ablamın evine uçtum Ari ve Rina artık kollarımdaydı. Ablama sular seller gibi anlatıyordum. Birbirimizin sözünü kahkahalarla kesiyorduk. David de tekrar karşıya geçmiş ve annesine gitmişti. Ardından Tahtakale’ye babasının iş yerine de uğramıştı. Biz masum çocuklar, ömrümüzde ilk defa ailelerimizden tam 11 gün uzakta kalmıştık Onları çok fazla özlemiştik. Bu size şimdi komik gelebilir ama biz gerçekten tertemiz ve çok terbiyeli, sevgi dolu gençlerdik.
Jackie Kennedy ve Maria Callas, Marilyn Monroe olmasaydı, 29 Mayıs 1962’de New York’taki Maddison Square Garden’daki JFK Gala konserinde kesinlikle tanışacaklardı.
Bu, Başkan John F. Kennedy’nin 45. doğum günü kutlamalarının olduğu bir geceydi. Bu gecenin en önemli sanatçı konuğu, Milano’dan o gece için uçakla ABD’ye gelen opera yıldızı soprano Maria Callas’tı. Ancak akşama kayda değer bir şekilde katılmayan bir kişi başkanın eşi Jackie idi.
Marilyn Monroe’nun şarkı söylemeye davet edildiğini ve kendisinin, kocasının Monroe ile olan aşk ilişkisini bilen Jackie, film yıldızının Ulusal Televizyonda başkanı sesli olarak baştan çıkarırken, küçük düşürülmek istememişti.
Jackie’nin yokluğunda, Marilyn cinsel içerikli ve artık kötü şöhrete sahip ”Doğum günün kutlu olsun bay başkan” –Happy Birthday Mr. Presedent- yorumunu ulusa salmakta özgürdü.
New York köşe yazarı Dorothy Kilgallen tepkileri özetledi. ”Görünüşe göre Marilyn, 40 milyon Amerikalının önünde başkanla sevişiyormuş”. Sahnesinin alınmasına alışık olmayan Maria Callas bile Marilyn Monroe’nun onun rolünü çaldığını kabul etmek zorunda kaldı.
Maria Callas ve Jackie Kennedy hiç tanışmadılar. Oysa ikisi de yaldızlı jet sosyetenin iki ayrı önemli kişisiydi. Başlangıçta sadece yolları hiç kesişmedi. Daha sonraki yıllarda, her ikisi de Yunan denizcilik milyarderi Aristotle Onassis ile alenen yakınlaştıklarında bilinçli olarak birbirlerinden kaçındılar.
1974’te çekilen bir Barbara Walters televizyon çekiminde, Jackie hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, Maria buz gibi bir soğuklukla ”Onu tanımıyorum, onunla hiç tanışmadım.” dedi. Daha sonra konuyu değiştirdi.
Jacqueline Kennedy ve Maria Callas 1920’lerin Manhattan’ında dünyaya geldiler. Maria 23’te, Jackie 29’da doğmuşlardı. Ancak yaşam şartları taban tabana zıttı. Jackie, borsacı ’Black Jack’ Bouvier ve İrlanda kökenli bir sosyetik olan Janet Lee’nin kızı olarak zenginlik ve ayrıcalık içinde doğdu. Babası ona hayrandı ve ondan sık sık “bir erkeğin sahip olacağı en güzel kızı” olarak bahsediyordu.
Ondan 6 yıl önce doğan Maria, Yunan göçmenler George ve Evangelia Kalegeropoulos’un ikinci kızıydı. Aile ABD’ne göç ettikten sonra soyadlarını Callas olarak değiştirmişlerdi.
Maria, Jackie’nin aksine istenmeyen bir çocuktu. Annesi bir erkek bebek bekliyordu, yeni doğan bebeğinin kız olduğunu görünce, ilk dört gün ona bakmayı reddetti.
Jackie New York’ta seçkin bir özel okula gitti ve tatillerini Hamptons’ta ata binerek geçirdi. Edebiyat ve dillerde mükemmeldi. Maria yerel devlet okuluna gittiği Queens ilçesindeki bir eczanenin üzerindeki küçük bir apartman dairesinde büyüdü. Henüz beş yaşındayken olağanüstü bir sesi olduğu ortaya çıktı.
Ortak noktaları ise ikisinin de ebeveynlerinin mutsuzluğu ve sonuç olarak boşanmalarıydı. Anne ve babası ayrıldıklarında, annesi Maria ve kız kardeşini Yunanistan’a geri götürdü. Jackie ve kız kardeşi Lee ise Conneticut’taki yatılı okula gönderildi.
Ancak 24 yaşından itibaren hayatları benzerlik göstermeye başladı. O zamana kadar muhabir olarak çalışan Jackie, John Kennedy adlı hevesli ve atılgan bir politikacı ile tanıştırıldı. İrlanda asıllı, hırslı, zengin Boston’lu bir ailenin oğluydu. Kısa sürede evlendiler ve 10 yıldan kısa bir süre içinde, 32 yaşına gelen Jackie, Amerika’nın first lady’si olarak Beyaz Saray’da yaşamaya başladı.
Bu arada Maria Yunanistan’da Atina Konservatuarı’nda yıllarını şan eğitimi alarak geçirmişti. Sonuç olarak da Opera de Verona’da rol almak üzere iken, henüz 24 yaşındayken zengin bir İtalyan iş adamı olan Giovanni Batista Meneghini ile nişanlandı. Adam ondan 26 yaş büyüktü. Birkaç yıl içinde evlendiler ve kocası Maria’nın menajeri oldu.
Ardından ünü çığ gibi büyüdü, 30’lu yaşlarının başında, Maria Callas operanın first lady’si olarak selamlanıyordu.
Callas ve Kennedy, kendi kamusal kişiliklerini yaratma konusunda içgüdüsel bir yeteneğe sahiptiler. Jackie ideal “başkanlık eşi” imajını yarattı. Chanel ve Dior’dan giyindiği, kusursuz bir kağıt bebek ikonu oldu. Zahmetsiz bir imajın sahibi oldu.
Akşam yemeklerinden sonra, dünyaca ünlü müzisyenlerin çaldığı Beyaz Saray’da düzenlenen gala gecelerinde, Avrupa dillerine olan hakimiyetiyle konuklarını etkiledi. Aynı zamanda Jackie, cephenin arkasında evlat kayıpları yaşadı, kocasının sürekli olarak onu aldatmasının üzüntüsünü hiç belli etmedi ve çok güçlü bir profil sergiledi.
Çocukluğundan beri aşırı kilolu olan Maria da yeni kişiliğini icat etmeye koyuldu. 1953’ te 36 kg. verdi ve Audrey Hepburn tarzında güzel giyimli bir moda ikonu olarak ortaya çıktı. Jackie gibi, Maria da pek çok dili akıcı olarak konuşabiliyordu. O da bildiklerini birleştirerek, kendine özgü krallara layık bir aksanla konuşuyordu. Kendine yarattığı imajla sadece sahnelerin divası değil, kaprisleri, talepleri ve konser iptalleri ile gazetelerde manşet oluyordu.
Maria Callas, 1957’de Venedik’teki bir partide Yunan Denizcilik patronu milyarder iş adamı Aristotle Onassis ile tanıştırıldı. Birkaç hafta içinde, Maria ve kocasını Akdeniz gezisi için özel yatında kendisine katılmaya davet etti.
Onassis operayla zerre kadar ilgilenmiyordu, o aslında değerli ve ünlü insan koleksiyoncusuydu. Bu yat gezisi davetini, Maria şarkıcılık kariyeri ile çok meşgul olduğunu söyleyerek reddetti. Ancak sonunda Christina yatında Sir Winston ve Lady Churchill ile yapılacak olan tatil davetini kabul etti. Gemiden ayrıldığında Meneghini ile olan evliliği bitmişti. Oysa Onassis’in Tina isimli bir karısı ve iki çocuğu vardı.
Maria, Onassis tarafından baştan çıkarılmış, sesini ihmal etmesine ve bir zamanlar muhteşem opera kariyerine aniden son vermesine neden olacak bir dünyanın içine çekilmişti.
1963’te Onassis, Jackie Kennedy ile benzer bir fırsatçı taktik hazırladı. Oğlu Patrick’in henüz iki günlükken öldüğünü ve Jackie’nin delice bir yas içinde olmasını fırsat bilerek, onu iyileşmesi için Christina yatıyla yapılacak bir gemi yolculuğuna davet etti. Nedir ki, uzun zamandır birlikte olduğu Maria Callas bu seyahate dahil edilmemişti. Bunun yerine Onassis, onu Paris’te, onun için satın aldığı görkemli bir dairede bıraktı.
Üç ay sonra Kennedy Dallas’ta suikaste kurban gittiğinde dünya şoka girdi. Onassis elinden geldiğince Jackie’ye desteğini sunarak ona kol kanat germeyi sürdürdü.
JFK’nin ölümünden sonra, Jackie, kocasının erkek kardeşi Robert Kennedy ile teselli buldu ve onun başkanlık kampanyalarına destek verdi. Ancak Haziran 1968’de, onun da başkanlık seçimleri kampanyasında Los Angeles’te vurularak öldürülmesi sonunda Jackie paniğe kapıldı. Sırada kendi çocuklarının olduğu sanrısına kapılmıştı.
Onassis’in evlenme ve onu koruma teklifini kabul ederek, ona özel adası olan Scorpion’u, Olympic Havayolları şirketini ve muazzam servetini emrine verdi. Jackie arzuladığı güvenliği elde ederken, Onassis en büyük ödülü, dünyanın en ünlü kadınını almıştı. Düğün o kasım ayında bir tanıtım haberiyle patladı. Bu konu hakkında hiçbir haberi olmayan Maria, düğün haberini, Paristeki muhteşem evinde tek başına televizyonu izlerken öğrendi.
Jackie ile Onassis’in evliliği en başından beri bir felaketti. Onassis, ”Jackie gibi para harcayabilen biriyle hiç tanışmamıştım” diyordu. Evliliklerinin sadece ilk yılında 1,5 milyon dolar harcadı. Çoğunlukla evlerini yeniden dekore etti. En pahalı modaevlerinden alış veriş ederek gardrobunu baştan aşağı yeniledi.
Onassis’in birkaç hafta içinde Maria Callas ile ilişkisine yeniden başladığı herkes tarafından bilinmekte. İlk başta anlaşılır bir şekilde harap olan Maria onu görmeyi reddetti. Ancak, Onassis’in Mercedes Coupe’sini apartmanının ön kapısına çarpmakla tehdit ettiğinde, sonunda yumuşadı.
Onassis’in şoförü Yaikinto Rossa,”Ölümüne kadar her ay bir araya geldiler” dedi. ”Gerçek şu ki Maria Callas, Onassis’in tek gerçek aşkıydı. Hiç evlenmemiş olsalar da onun gerçek karısıydı.”
Jackie Amerika’ya döndü ama Kennedy ile Callas arasındaki rekabet yoğun olarak devam etti. Dünya basını, Onassis ve Callas’ın Paris’teki Maxim’s de iki kişilik romantik bir akşam yemeği yerken görüntüleri yayınladığında, Jackie hemen Boston’dan uçağa bindi ve iki gece sonra Onassis ile aynı restoranda yemek yerken fotoğraflandı. Bu Callas’a karşı, kasıtlı bir meydan okumaydı.
Jackie ile evliliğinin son yıllarında Onassis, Maria'ya yaptığı ihanetini büyük bir hata olarak görmeye başladı. Ağır hasta olduğunu öğrendiğinde, avukatlarına Jackie’ye karşı boşanma davası açmalarını söyledi. Bunu tipik Onassis tarzında yaptı-bu ona kalacak serveti azaltmak için, zina yaptığını ispatlamak için- özel detektifler tuttu. Bu Jackie’nin sürekli takip edilmesi anlamına geliyordu. Ancak Onassis, Jackie’den boşanamadı. Bunu yapamadan önce, hayati hastalığının yüzünden Paris’te bir hastaneye kaldırıldı. Jackie onun yanında değildi. Bunun yerine Aspen’a kayak yapmaya gitti. Ama Maria Callas’ın başucuna kabul edilmemesi talimatını bırakmayı da ihmal etmedi.
Callas aslında Onassis’i ölüm döşeğinde ziyaret etti. Bir servis asansörüyle gizlice odasına çıkarıldı ve komada yatarken bir saat onunla oturdu. Bu onun son vedasıydı. Onassis birkaç gün sonra öldü.
Onassis’in vasiyetinde karısının servetindeki payını en aza indirildiği bildirildi ancak Jackie buna itiraz etti.
Onassis’in kızı Christina, uzayan ve kamuoyuna açık hukuk savaşından kaçınmak için Jackie’ye 26 milyon dolarlık tam ve nihai bir ödeme yapmayı kabul etti. Maria Callas’a hiçbir şey kalmadı.
1975’te Onassis’in ölümünden sonra, sesi kesilen Maria, Paris’teki dairesinde münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Fotoğraflarla ve hatıralarla çevrili, şanlı geçmişinde yaşayan bir opera sanatçısı Norma Desmond ile oturur eski kayıtlarını dinlerdi. İki yıl sonra, 16 Eylül 1977 sabahı Callas, yatak odasının zemininde kalp krizinden yaşamın kaybetti ve ölü olarak bulundu. Maria veda ettiğinde sadece 53 yaşındaydı.
Jackie, yayıncılık alanında yeni bir kariyere başladı ve elmas satıcısı Maurice Tempelsman ile yeni bir aşk buldu. 1994 yılında 64 yaşındayken kanserden öldü.
Hem Jackie hem de Maria, milyonlar tarafından zamanlarının ikonları olarak hatırlanırken, bir zamanlar
dünyanın en zengin adamı olan Aristotle Onassis, bu olağanüstü dramdaki rolüyle hatırlanmaktadır.