Geçmiş zaman fotoğraflarını karıştırırken bu kez de elime “Üç Kız kardeş” in fotoğrafı geçti. Bu resme dalıp gitmişken beynim onları Cehov’un “Üç Kız kardeşi” ile özdeşleştiriverdi. Arzuları, istekleri ,aşkları, özlemleri, acıları ve ızdırapları ile üç kız kardeş.
Resimde gördüğünüz kızların bu fotoğrafı 1942 yılında çekilmiş. Abla Suzan, ortanca kız Veneta ve en küçükleri İda. Annem ve ablaları. Babalarını henüz birkaç ay önce yitirmiş olan kızlar yas giysileri içinde. Abla Suzan henüz yeni evli olduğu için, siyahlarını fazlaca giymesine izin verilmemiş.
Sason ailesinin iki oğlu ve üç kızı var. Oğlanlar artık hayat kavgasında evli barklı. Kızlar ise her şeye rağmen hep bir aradalar. Büyük abi Josef, Varna’da yaşıyor. Viki ile evli, Yishak ve Moşe isimli iki oğlu var. Küşük abi Selomo, dilsiz ve sağır olduğu için, devam ettiği dilsizler cemiyetinde tanıştığı, kendisi gibi sağır dilsiz, genç bir Rum kızına gönlünü kaptırmış. Büyük bir aşk yaşıyorlar. Annesi Sara Sason, eşini kaybettikten kısa bir süre sonra, Selomo gizli sırrını ailesine açınca, evde kıyameti koparıyor. Özene bezene, gözünden bile sakınarak büyüttüğü bu yavrusunun, Yahudi olmayan bir kıza gönlünü kaptırması onu hıçkırıklara boğuyor. Bütün aile Selomo’yu ikna etmeye çalışıyor ama, Selomo nuh diyor, peygamber demiyor. Anne evden gitmesini söyleyince, bavulunu toplayıp, sevgilisi Vasiliki’nin evine yerleşiyor. Teyzem Suzan ve annem İda üzüntüden kahroluyorlar. Anne Sara ve diğer teyzem Veneta ise burunlarından soluyorlar. Selomo dayım, kendi kundura dükkanında artık oldukça iyi para kazanıyor ve her şeye rağmen aklı annesinde ve kız kardeşlerinde. Savaş yılları olduğu için memlekette şeker kıtlığı var. Her hafta evde olmadıkları zamanları kollayıp, anahtarıyla eve giriyor onlara ahşap bir kasada kuru üzüm getiriyor. Üzerine de bir miktar para bırakıyor. Anne ve kızlar bunları görünce gözyaşlarına boğuluyorlar ama annenin inadı kırılmıyor. İda’cık abisine çok düşkün. Aralarında özel bir bağ var. O, herkesten gizlice her hafta abisini dükkanında ziyaret ediyor. Ona çok sevdiği borekitalardan götürüyor. Ağlaşıp dertleşiyorlar. Annem işaret dili olan dilsizce lisanını ustaca biliyor çünkü.
Kardeş deyip de geçmemek lazım. Her ne kadar aynı aileden olsalar da her birinin ayrı bir iç dünyası ve farklı arzu ve duyguları var. Kimse bir birine benzemez, ayrı hayalleri ve beklentileri var.
Suzan (Sultana); doğduğu günden beri güzel ve uyumlu, uysal, sevecen bir kızdır. Annesinin anlatışıyla 1908 yılında bir -Şavuot- günü doğar. Ailenin ikinci çocuğudur. Aslında doğduğu günden itibaren, Suzan kızın yıldızı hep alçaktadır. Babasının işleri giderek kötüleşir. O dönem Karaağaç’ta öğretim veren Katolik Fransız Okulu’na yazılır ve okula başlar. Kız çok akıllı ve çalışkandır. Fransızcayı kısa sürede öğrenir, ve az da olsa Fransızca bile konuşmaya başlar. Okuldaki sörler ona bayılırlar ve Katolik duaları ve ilahileri öğretmek isterler ama, bunu öğrenen anne Sara derhal okula gidip, olaya müdahele eder. Kızı diğer katolik kızlarla birlikte dualara katılacak ama onlara eşlik etmeyecektir. Kız abisi Jozef’le birlikte okula giderken,1. Dünya savaşı patlak verince, babanın işleri de tepe taklak olunca, artık 4. Sınıfa giden kızı okuldan çıkarırlar. Suzan için gözü yaşlı günler başlamıştır.
Suzan’dan 2-3 yıl sonra Veneta (Bivinuta) dünyaya gelir. Kızların arasında az yaş farkı olduğundan ikiz gibi büyütülürler, ama Veneta çok çetin karakterli bir kızdır. Kızdığı zaman adeta köpükler saçar. Yüzü kolay kolay gülmez, vaktinin çoğunu adaşı olan anneannesi Bivinuta Krispin’in evinde geçirir. Suzan’ın tersine okuldan hiç hazzetmez. Kendisi de henüz 1. Sınıfa giderken okuldan çıkartılır ama o, tersine bu işe çok sevinir.
Suzan çok güzel ve alımlı bir kızdır. Düzgün vücutlu, güzel uzun bacaklı, ay yüzlü bir kızdır. Sırma gibi parlak ve uzun saçları ve uysal halleriyle herkes onu sever ve tercih eder. Veneta ise ailenin tek kısa boylu kızı olan Raşel halasına çekmiş olduğundan, boyu çok kısadır. Sason’ların uzun boylarından nasibini almamıştır. Kısa boylu, çilli, şirin bir kızdır ama, Veneta sürekli asık suratla dolaşır. Kendi şirinliğinin farkına varmaz, ve kendinde sürekli kusurlar arayarak hayatı kendine ve özellikle ailesine,çekilmez hale getirir.
Edirne’den İstanbul’a göç edilmeden iki buçuk yıl önce annem İda dünyaya gelir(1921). Adı Dudu’dan gelmekte olduğu halde, babaanne Dudu Sason buna razı gelmez ve bebeğe İda adını koydurur. Ablaları ile büyük bir yaş farkı olan İdika’yı bütün aile kayıtsız şartsız çok severler. Çocuk çok şirin, neşeli ve şeytan çekici bir kızdır. Ailenin maskotudur. Evin içinde kucaktan kucağa sevilip okşanarak, öpücüklere gark edilerek büyütülmektedir. Annesi geceleri ayaklı poturunu giydirdiğinde ,yatağın üzerine çıkıp danslar eder. Bütün aile gülerek onun danslarına tempo tutarlar. Özellikle Suzan ablasının büyük aşkı olur.
İstanbul’a göç 1924 yılında gerçekleşir. Kurtuluş Savaşı’nın yaraları yeni yeni sarılmakta, genç Türkiye Cumhuriyeti başı dimdik, geleceğe emin adımlarla yürümektedir. Kızlar, İstanbul’a gelindikten sonra, konfeksiyon atölyelerine girip, hem meslek öğrenirler, hem de para kazanırlar. Maaşları ile eve katkıda bulunurlar. Yıllar bir birini kovalar, kızlar serpilip gelişirler ama arzular ve karakterler hiç değişmez. Suzan’ın aklı yarım kalan tahsilindedir. Sirkecide yaşayan bir hahamdan özel ders alarak, Raşi Alfabesini öğrenir ve kendini çok geliştirir. Raşi dilinde yazılmış romanlar alıp okumaya başlar ve akşamları ailesini etrafına alarak bu romanları okur. Ladino dilindeki bu romanlar ailede tiryakilik yaratır. Öylesine güzel bir kızdır ki, etraftaki ekalliyet gençler ona Rumca “Korona Soma” (taç başlı) diye laf atarlar. Suzan’ı birçok genç ister ama kısmeti sanki bağlıdır. Hiçbir nişanlılık girişimi tamamına ermez. Yıllar akıp giderken, Veneta kızgınlıkları ve öfke nöbetleriyle ailesini sürekli olarak mutsuz etmektedir. Annesine durmadan onu kısa boylu ve çilli yarattığı için kafa tutar, sonunda kadıncağız çaresizlikten ağlar durur. Aslında onu son derece şirin kılan çilleri kafasına taktığı için, piyasada satılan çil ilaçlarını yüzüne sürer. Sonunda çillerini yok etmeyi başarır ama, bu kez de yüzü otuzundan çok önce kırışmaya başlar. Veneta yeni açmazlara düşer.
İki abla çok genç yaşta çalışma hayatına girdikleri için, küçük ida’nın okutulmasına tam destek verirler. İda harf devrimini ilan edildiği yıl olan 1928’de ilk okula başlar. Cumhuriyetin Latin harflerine başladığı yıl, İda da kısa zamanda okuma yazma öğrenir. Çok çalışkan ve başarılıdır. Notları hep pekiyidir. İkokuldan sonra Şişhane’deki Alliance İsraelite Universelle okuluna gitmeye başlar. Evde öğrendiği Ladino ve az Bulgarca’nın yanında, okuldaki Türkçe ve mahalle arkadaşlarından sular gibi öğrendiği Rumca’nın yanı sıra artık mükemmel Fransızca diline sahip olur. İlkokula giderken ablası Veneta’ya Türkçe okuma yazma öğretir. Veneta artık gazete okumaya başlar, yüzü de biraz güler.
İda her zaman şen şakrak bir kız olur. Evde devamlı olarak, güzel sesiyle şarkılar söyler, Türkçe, Rumca, İspanyolca ve Fransızca popüler şarkılarla evdekilerin iç sıkıntılarına ışık olur. Kız eve girince annelerinin yüzü aydınlanır ve keyifle “Evin Neşesi, Işığı Geldi” diyerek kızına sevgiyle sarılır.
İda’nın bütün çocukluğu Sirkeci çevrelerinde ve Gülhane Parkı’nda geçer. Bütün gün çalıkuşları gibi coşar oynar. Tırmandığı ağaçlardan meyveler kopartıp yer, eve kucak kucak gül demetleriyle döner. Arkadaşları ile Rumca ve Fransızca konuşarak oyunlar oynar. Sokakta oynanan “Diavolo” oyununda şampiyondur. Makara şeklindeki diavoloyu göklere doğru en fazla yükseğe ancak o fırlatmakta ve arkadaşlarının saygısını hakkıyla sağlamaktadır. Bir elinde “Hacı Bekir”den alınmış 5 kuruşluk akide şekeri külahı diğer elinde diavolosu o park senin ,bu bahçe benim neşe içerinde şahane bir çocukluk dönemi geçirir. Henüz 15 yaşındayken, katıldığı her ortamda, herkesten sevgi ve saygı görmeye başlar. Onun için evlerine talipler gelmeye başlar. Kız daha okuldadır, gelecekle ilgili hayalleri ve umutları vardır, evlilik aklının köşesinden bile geçmemektedir. Suzan kardeşine gelen tekliflere gülümseyerek ve normal tepkiler verir. Oysa Veneta öfke ve kıskançlıktan burnundan solumaktadır. Duygularını açıkça belli eder. İda’ya sıkı bir gözdağı verir. Evlenme sırası vardır ve İda sırasını beklemelidir. İda bukleli siyah saçlarının üstüne beresini takar, ve kareli kumaşla astarlanmış pardösüsünü üzerine geçirir, çantasını sırtlanır ve okuluna gitmeye devam eder. O yaşta evlilik kimin umurundadır zaten?
Suzan 35 yaşına geldiğinde daha önce geçirdiği hüsranlı bir nişanlılığın ardından, Hasköy’lü Rafael Biçaçi ile tanışır. Kısa bir nişanlılık döneminden sonra, çok güzel bir düğünle Hasköy sinagogunda evlenirler. Düğünün şöleni Pera Palas Oteli’nde gerçekleşir. Suzan’ın verecek fazla bir drahoması olmadığı için, damat, Sason’ların evine, iki yıllığına iç güveysi girer (Meza Franka). Kız artık evli olduğu için çalışmamaktadır. Bu arada okulu bitirip çalışma hayatına giren annem İda, biriktirdiği paralarla teyzeme ipek gecelikler, iç çamaşırları, ve kumaşlar satın alır. Kumaşları, annemin bir zamanlar yanında çalışarak dikiş öğrendiği , Madam Afro’ya diktirirler. Genç kız yıllar boyu onun tahsiline destek veren ablasına, çeyiz katkısında bulunabildiği için son derece mutlu hissetmektedir. Suzan aslında çok aşık değildir. Ama yakışıklı ve iyi bir aileden olan Rafael’i kabul eder. Kız mutludur ama yıldızı parlak değildir. Evliliğinin 6. ayında babacığı 1942 yılında aniden düşüp ölünce, her şey sarpa sarar. O sırada devam eden 2. Dünya savaşı, yokluklar, pahalılık, karneye bağlanan temel yiyecekler ve karaborsa fiyatları, Sason’ların belini bükmeye başlar. Matem ocağına dönen evin durumu içler acısıdır. Anne ve kızlar ağlama nöbetlerindedir. Hem giysileri, hem ruhları kapkaradır. Veneta ve İda’nın maaşları onlara yetmemekte, bu arada annesinin evden kovduğu Selomo da gizlice bir miktar katkıda bulunmaktadır. Eve beş kuruş vermeyen Rafael’in iç güveysi biter. Suzan ve Rafael ayrı bir eve çıkarlar. İşte o dönemde Rafael’in gerçek yüzü ortaya çıkar. Adam aslında tembeldir. Usta bir halı tamircisi olduğu halde ,devamlı çalışmaz. İşe gitmez ,akşamları arkadaşlarına takılır, eve sarhoş döner,”Besame Munço” şarkısını söyleyerek eve çakırkeyif gelir ve karısına bir lira bile vermez. Suzan’a düğününde takılan takılarını gizlice alıp satar ve parasını yer. Sonra sıra nakışlı yatak takımlarına ve ipek çeyizliklerine gelir. Hepsi elden gidince Suzan’cık eski konfeksiyon atölyesine giderek yeniden iş ister. Genç kadın yeniden parasını kazanıp ,ev kirasını ve yemeğini karşılamaya başlar. O kadar kibar ve iyi bir insandır ki, aylar sonra çalışmaya başladığını ve evliliğinin gerçeklerini ailesine açar. Daha evvel kaç gece aç yattığını ailesine itiraf eder. Evliliği berbattır ama kız, eşini boşamayı aklından bile geçirmez. Adam çalışıp para kazandığı dönemlerde, teyzemi Beyoğlu’na muhallebiciye götürür ve kendini bağışlatmaya çalışır. Suzancık, bütün hayatında olduğu gibi yine boynunu büker…
İda, Veneta ve anneleri Sara, evlerinde hayatlarını kıt kanaat sürdürmeye çalışırlarken,1942 yılının bir sonbahar günü, Sirkeci İstasyonu’na Edirne’den gelen bir tren yanaşır. Bu trenden 26 yaşında, yakışıklı bir genç adam iner. Bu adam Hayim Sarfetti’dir. Üç yıldır Erzurum’da, Sarıkamış’ta yaptığı “Vente Klasas” askerliğinden terhis olmuş, ve bir süre önce Edirne’den İstanbul’a göç etmiş olan ailesinin yanına yerleşmek üzere, trene binip İstanbul’a gelmiştir. Sarfetti (Sarfati) ailesi de Sirkeci’ye yerleşmiştir. O gün Edirneli bir kız olan arkadaşı Zali annemi zorla koluna takar ve istasyona sürükler. Annem ilk defa Hayim’i sırtından, valizini bagajdan alırken görür. Zali Hayim’in Edirne’den çocukluk arkadaşıdır ve İda’yı onunla tanıştırmak ister. Hayim trenden inip, onlarla göz göze gelince, annem ani bir çekingenlikle oradan hızla uzaklaşır. Zali ona mani olamaz. Birkaç gün sonra katıldıkları bir arkadaş toplantısında İda, Hayim’le tanıştırılır. Annem ve babamın büyük aşkı o gün başlar.
İda ve Hayim iki elmanın yarısı gibidirler. Akıllı, olgun, kültürlü ve çok sempatik olan bu iki genç insanın kalpleri ilk günden itibaren birbirleri için atmaya başlar. Huyları bile benzeşmektedir. Zevkleri aynıdır. Sık sık arkadaş grubu içinde birlikte olurlar. İda ‘ya hayat artık, karanlıkların yok olduğu, pembe ufuklar ülkesine döner. Savaşın karartma gecelerinde Hayim onların evine gelir, birlikte kahve içerler. Gerçi kahve kavrulmuş ve çekilmiş nohuttan yapılır ama, kahve bahane, sohbet şahanedir. Anne Sara, Hayim’e hayran olur. Ona Mösyö Hayim diye hitap eder. Kızına layık bir genç olduğunu düşünür ve arkadaşlıklarını destekler. Aradan bir iki yıl geçer. Gençlerin aşkı giderek büyür ama birleşmeleri için yüce dağları aşmak zorundadırlar. Hafta sonları arkadaş grubuyla gezerler, Hayim her gece kahve içmeye gelir. İki saat oturur tam karartma halindeki zifiri karanlık sokaklardan geçerek evine döner. Anneme her gün aşk mektupları yazar, ama evlilik neredeyse imkansızdır. Annem ağlayarak artık Hayim’den ayrılacağına yemin eder, ama yüzünü görünce yelkenleri suya iner. Evde sakat ve bekar ablaları olan Hayim’e geçit vermemektedirler. Çünkü İda’nın maddi durumu iyi değildir. Onların hayallerinde,erkek kardeşleri için biçtikleri yüksek miktardaki drahomayı, annem onlara veremeyeceğinden, aşklarının önüne sıradağlar koyarlar. İda’nın ablası Veneta da, bu sıradağların en tepesindedir. Hayim eve geleceği zaman, kıskançlık krizleri geçirir, kendini yerlere atar. Onu tatlılıkla teskin etmeye çalışırlar. Anneannem Sara artık işin çığırından çıktığını anlayınca İda’nın özgürleşmesi için araya tanıdıklar sokar ve kızı Bohor Triko ile tanıştırırlar. Edirne’li bir ailenin oğlu olan Bohor’u, Veneta hiç beğenmez ama itirazları fayda etmez ve nişanlanırlar Kısa bir süre sonra düğünleri yapılır. Nedir ki Veneta eşini hiçbir zaman tam olarak benimseyemez, ve pek de sevmez. Bunu kız kardeşlerine çok yıllar geçtikten sonra oldukça yaşlıyken itiraf eder. Ama artık ona çok alışmış ve kabullenmiştir Sonuçta iyi bir adamdır. İşine gider gelir ve oğluyla karısını ihmal etmez. Ona şefkatle karışık bir arkadaşlık, yoldaşlık duyguları beslemektedir.
Uzun yıllarla verdikleri mücadeleden galip çıkan aşıklar, İda ve Hayim nihayet 14 Aralık 1947 yılında hayatlarını birleştirirler. Anne Sara bir süreliğine Bohor ve Veneta ile yaşamaktadır, zira annem Sarfetti’lerin evine gelin girmiştir. Bekar ablalar Hayim’den vazgeçemezler. Annem için yeni ve zorlu bir dönem başlar, ama babama deli gibi aşıktır. Bu yüzden onu üzmez ve her şeye razı olur.
O yıllarda Suzan epeyi zamandır evli olduğu halde çocukları olmamıştır. Muayenelerde Teyzem tamamen kusursuz çıkar, fakat Rafael tedavi olmayı reddetmektedir. Böylece çocuksuz kalırlar. Veneta da sabit bir fikirle hamile kalmaya odaklanır ama bir türü gebe kalamaz. Artık evdeki fırtınaların konusu çocuktur. Zavallı Suzan, yine dizini kırıp oturur. Veneta ise doktorların kapılarını arşınlamaya ısrarla devam etmektedir. İda ile Hayim’in, evliliklerinin 11. Ayında ilk çocukları Venezya doğar. Veneta, hamileliği boyunca kız kardeşini delice kıskanmasına rağmen, bebek doğduğu zaman, ona ilk görüşte aşık olur. Minik yeğenine o kadar düşkünleşir ki artık gülmeye ve kahkahalar atmaya başlar. İçindeki bitmeyen savaş sona erer. Onu her gün görmeye gelir, hediyeler alır, kucağından saatlerce indirmez. Venezya her iki aile için de mutluluk kaynağı haline gelir. Çok güzel,sevimli ve konuşkan bir bebektir. Çok da usludur, göbek adını Roza koyarlar.
1948 yılında yeni kurulan İsrael Devleti ile birlikte, Türk Yahudileri arasında, İsrael’e göç dalgaları başlar. Rafael şansını denemek niyetiyle Suzan’ı yanına alarak, 1949 yılında gemiyle İsrael’e göç eder. Gemi Haifa limanına demirleyince,1948 yılında ailesiyle, Varna’dan İsrael’e göç eden büyük abi Josef ve ailesi, Suzan ile Rafael’i sevgiyle karşılarlar Onlara, Haifa’da, Neve Şanaan’da kendilerine bitişik, eski bir Arap evini tutarlar. El birliğiyle orayı boyayıp, temizleyerek, içine de gerekli birkaç eşyayı temin ederek yerleştirirler. Teyzem Suzan, ülkeyi hemen benimser, zorluklarına ve coşkularına ortak olur.Yıllarca hasret kaldığı abisine sevgiyle ve sevinçle sarılır. Karısı Viki ve oğulları Yishak ve Moşe de, Suzan halalarına sevgiyle bağlanırlar.
Bu arada Veneta aniden hamile kalıverir. 42 yaşındayken, Ocak ayının son günü 1951 yılında oğlu Aşer’i dünyaya getirir. Aşer, kızıl saçlı, masmavi gözlü ,çilli pembe beyaz bir bebektir. Onun gelişi ile Veneta o kadar mutlu olur ki, kendini hayatının sonuna kadar oğluna adar. Artık Bohor’la olan ilişkisi de yumuşamıştır. Karı koca oğullarına delicesine düşkünleşirler.
İlk kızından iki yıl sonra, İda ikinci kızı Sara’yı dünyaya getirir. Artık aşklarının meyvesi iki güzel kızları vardır. Anne Sara iki ev arasında mekik dokumaktadır.
İsrael’de yaşarlarken, Rafael’in yine huzursuzluğu başlar, Suzan’ın bütün yalvarmalarına ve gözyaşlarına rağmen, onu gemiye attığı gibi İstanbul’a geri döner. Kız kardeşler yine bir araya gelmişlerdir. Suzan bir dönem kardeşi Selomo, karısı Vasiliki ve kızlarıyla, bir dönem de Veneta, Bohor ve Aşer’le komşu evlerde yaşar. Selomo 1944 yılında Vasiliki ile Beyoğlu Evlendirme Dairesi’nde nikahlanmıştır. Suzan ve İda nikaha giderler, ama Anne Sara ve Veneta nikaha katılmazlar. Vasiliki 1945 şubat ayında ilk kızını dünyaya getirir. Selomo anneme doğum haberini verir, annem abisiyle birlikte nüfus memurluğuna giderek yeni doğan bebeğe çıkarttığı hüviyet cüzdanına, ” Sara” adını yazdırır. Nüfus kağıdını gösterince, kendi adını taşıyan torun haberini alan Sara, oğlunu affeder. Selomo, eşi ve bebeği Sara ile, annesine gelir. Gözyaşlarıyla kucaklaşırlar, öpüşürler ve “Sara”,kundakları içindeki adaşını kollarına alır. Artık buzlar erimiştir, gelini Vasiliki’ye de çok iyi davranır ve kabullenir. 1949 yılında ikinci kızları Meri doğar. Annem onun kimliğine de anneannesinin adını koyar. Ama Marika yerine “Meri” adını tercih eder Çünkü artık modern bir çağda yaşamaktadırlar. 1952 yılında ise “Karolin” doğar. Onun da isim annesi İda’dır elbette. Artık üzgünlükler geride kalmış, aileye peş peşe bebekler gelmiştir.
1954 yılının 12 mart günü İda’nın küçük kızı Sara, henüz üç yaşındayken, ani ve kuvvetli bir öksürük sonucunda kaldırıldığı hastanede, oksijen çadırının içindeyken uçup gider. İda çılgına döner, Hayim yıkım içindedir ve küçük abla Venezya üzüntüden yatağa düşer. Yemeden içmeden kesilir, sürekli ağlar ve “kardeşimi istiyorum” diye nöbetlere girer. Zavallı İda’cık karanlık yasının içinde yeniden hamile kalır. Amacı Venezya’yı girdiği girdaptan kurtarmaktır. Sara’nın ölümünden, iki yıla varmadan 11 aralık 1955 tarihinde üçüncü kızını dünyaya getirir. Tüm itirazlara rağmen bebeğin adını tekrar “Sara” koyar ve hastaneden eve dönünce bebeği abla Venezya’nın kucağına verir. Bu satırları kaleme alan bendeniz, ikinci Sara olarak, aileye ve Venezya’ya geri verilen bir armağan gibi dünyaya getirilmişim.
Ben henüz 2,5 yaşımda iken Rafael, teyzem Suzan’ı geride bırakarak yeniden gemiye biner ve tekrar İsrael’e gider. Anneme büyük bir aşk ve anlayışla bağlı olan babam Hayim, Suzan için çok üzülür ve onu evimizde oturması için davet eder. Suzan artık bizim aileye dahil olur. Artık felçli olan Anneannem Sara’da zaten üç yıldan beridir bizimle oturmaktadır. Annemler ben doğmadan önce Kadıköy’e taşınmışlar, Bahariye’de ev kiralamışlardır. Ben 5 yaşlarımdayken bizim eve Türkiye Hahambaşılığından bir mektup gelir. Önce İsrael’den birkaç mektup yollayan Rafael ,daha sonra bundan da vazgeçmiştir. Sonunda hahambaşılık aracılığı ile boşanma (Get) kağıdı göndermiştir. Teyzem azimle onu boşamaz. Onun hayatı zaten kararmıştır. Kocasına da özgürlüğünü vermez. İntikamını böyle alır. İkisi de ölünceye kadar evli fakat dargın olarak kalırlar.
Suzan teyzem ömrünü bizim evde tamamlar. Tüm sevgisini ablama ve bana verir. Üzerimize titrer, ikinci annemiz olur. Çocuklarımızı kendi torunları gibi bağrına basar. 75 yaşında iken annemin şefkatli kollarının arasında son nefesini verir.
Veneta tek oğlu Aşer ve kocası Bohor’la bize çok yakın bir evde yaşamını sürdürür. Aşer hiç evlenmez. Önce Bohor, ardından teyzem Veneta 83 yaşındayken uykusunda yaşama veda eder. Tek oğlu Aşer’i annemlere ve ablam Venezya ile bana yadigar bırakır.Biz zaten onu her zaman erkek kardeşimizgibi kabul etmiş ve çok sevmiştik.
Selomo 1970 yılında kanserden yitip gider, üç kızı ve karısıyla birlikte çok mutlu bir hayat yaşar .İkisi de kendi dinlerini özgür bir şekilde uygulayıp, bir birlerini her zaman saygı gösterirler. İlk kızları Sara, Yahudi evliliği yapar. İsrael’e yerleşirler ve dört çocukları olur. Sara ilk oğluna Şlomo adını verir. İkinci kızına da annesinin adını anımsatmak üzere Viki koyar. İki kızından ve iki oğlundan torunları ve torun çocukları olur. Diğer kızlar Meri ve Karolin, artık babaları olmadığından, ailenin reisi olarak kabul ettikleri annem ida’nın onayını aldıktan sonra, birer Ermeni delikanlı ile evlenirler ve çoluk çocuğa karışırlar. Aile ilişkileri bu güne değin, sıcak ve sevgi dolu olarak devam etmektedir. Büyük abi Jozef 1979 yılında yaşama veda eder, fakat aile kesinlikle kopmaz, günümüzde hala olanca sevgimizle,onun çocukları ve torunlarıyla görüşmeye devam ediyoruz.
Babam Hayim Sarfetti, 2003 yılının Mart ayında sevgi dolu ailesinden ayrılıp öte aleme göçtükten sonra, annem İda Sason Sarfetti yaşamını ablam Venezya’nın evinde tamamladı.Temmuz 2012 de, dört torun ve dört torun çocuğu gördükten sonra sevgilisi Hayim’e ve kendi ailesine kavuşmuştu.
İşte 3 kız kardeşin hayatı da böylece anlatıldı. Yeni bir geçmiş zaman fotoğrafında buluşmak üzere, sevgiyle kalın.