GÜZELLİĞİ DİLLERE DESTANDI! MISIR PRENSESİ VE İRAN KRALİÇESİ FEVZİYE’NİN YÜREK BURKAN HAYATI
KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA – 8 -
İlk okul yıllarımda, Yeldeğirmeni’nde oturan bir çok aile, Moda’ya ve Bahariye’ye taşınmaya başlamışlardı. Mesela babamın artık muhasebesini tutmaya başladığı “Maskarat” adlı parfümeri mağazasının sahibi olan Levi Ravuna ailesi, Moda Caddesi’nde, Moda Palas Apartmanı’na yerleşmişlerdi. Onların hemen yanındaki Kent Apartmanı’na, fırça ticareti yapan Bahar ailesi ve “Kadıköy Bonmarşesi” adlı büyük hazır giyim mağazasının ortaklarından Kohen Öztuzcu ailesi vardı. Bahariye İlkokulu’nun yanındaki apartmanda yine babamın muhasebesini tuttuğu “Femina” isimli manifatura dükkanının sahibi Hakim ailesi taşınmışlardı. Daha aşağıya Altıyol’a doğru giderken Dr. İsak Saylağ ailesi otururdu. Moda’da ayrıca Bonmarşe’nin diğer ortağı olan Levi Ravuna’ların büyük abisinin ailesi otururdu. Bu ailelerin hepsi güzel ve kibar insanlardı. Ardından Moda’ya Niyego ailesi de taşınmıştı. Moda’yı Bahariye’ye bağlayan caddede Day ailesi otururdu. Ben 9 yaşlarımdayken Kuzguncuk’tan Kadıköy’e taşınan yeni aileler de vardı. Bromi ailesi 1955 yılında Kuzkuncuk'tan Kadıköy'e göç etmişler, 1960'larin sonunda Baharhak ve Pinto aileleri de bu göçe katılmışlar, Bahariye ve Mühürdar'a yerleşmişlerdi. Ayrıca daha sonra, şimdi onların soyadını taşıdığım Kohen Yanarocak ailesi de, Avrupa yakasından bizim oraya gelmeye karar vermişler ve yerleşmişlerdi. Reks Sineması’nın karşı köşesinde otururlardı. Day’ların sırasında Nasi, Salem ve Habib aileleri de vardı. Altıyol’da diğer bir Niyego ailesi daha vardı. “Mari Luiz “adlı bir apartmanda otururlardı.
Bu ailelerin üyelerinin her birinin hayatımda önemli yerleri vardır. Biraz onlardan söz etmek ve onları yad etmek istiyorum. Moda Caddesi’nde oturan ve dükkanının muhasebesini tutan babama sonsuz bir saygısı olan, Aron Levi Ravuna’dan bahsetmek istiyorum. Bu adam çok çalışkan, başarılı, ailesine delicesine düşkün bir adamdı. Uzun boylu ve iriydi. Aslında karizmatikti ve ataerkil bir babaydı. Delikanlı olan oğulları onun yanında bacak bacak üstünde asla oturmazlar ve kahve içmezlerdi. Eşi Matilda, kısa boylu, hamarat, sevimli ve güzel sesli bir kadındı. Türk Sanat Müziği şarkılarını mükemmel yorumlardı. Gençliğinde kanun çaldığını anlatırdı. Bu ailenin üç çocuğu vardı. Albert, Benjo ve Sara. Albert lise mezunuydu ve bir şirkette çalışırdı. Benjo Marmara Koleji’nde okurdu. ablam Venezya’dan bir yaş büyüktü, çok kibar bir delikanlıydı ve çalışkandı, daha sonra inşaat mühendisliğini bitirmişti. Sara ile ben yaşıttık. Kız tam yaşının çocuğuydu. Neşeli, delişmen, güler yüzlü, şeker bir kızdı. Ben karakter olarak o kadar ciddiydim ki, ailesi onu benimle mukayese ederdi. Bence bu çok yanlıştı, çünkü Sara’nın hayatı daha özgürdü, oysa benimki çok kısıtlıydı. Benden önceki kızını kaybettiği için annem benim hayatımı çok kısıtlardı. Çünkü eğer hastalanırsam benim de diğer çocuğu gibi öleceğimden korkardı. Ben genellikle hep evdeydim. Sokağa çıkma saatlerimiz bile program dahilindeydi. Yazları haftada iki kez plaja gitme iznim vardı. Zaten 8 yaşıma kadar denize girmem de yasaktı. Mayomu giyer, şapkamı takar, kumda oturur ve sadece oynardım. İlk defa denize girdiğim günün gecesinde annem üç kere ateşimi ölçmüştü. Gerisini siz anlayın artık. Ben o yüzden çok ciddi bir çocuktum. Kışları sürekli ders çalışırdım, yazları ise durmaksızın kitap okurdum, mecburen piyano etütleri yapardım ama resim yapmak tutkumdu. Bu arada teyzemin nezaretinde nakış işlerdim. Aslında nakışı da çok severdim ama program dahilinde olduğu için, yapacağım her şey en fazla iki saatle sınırlanırdı. Yani iki saat kitap okuma (öğle yemeğinden sonra),sabah kahvaltıdan sonra bir saat tatil ödevi, ardından iki saat piyano etütler, artakalan zamanlarda ise, oyun, nakış vs. Akşamüstleri hep birlikte Moda Çay Bahçesine giderdik ama terleten, hareketli oyunlar yasaktı. Durağan oyunlara izin vardı. “Tilki tilki saat kaç?” “ isim şehir oyunu”. Bunlar da beni açmazdı o yüzden, daha çok ablamın arkadaşlarına takılırdım. Sara Ravuna diğer yaşıt arkadaşlarımla kudururken, ben ablamın yanında oturur, Beatles, Cliff Richard, Erol Büyükburç ve Adamo’nun konserleri, kitap sohbetleri mesela Jane Eyre, Büyük Umutlar, Çöplük gibi romanların sohbetini dinlerdim. Eve dönünce merakla bu kitapları ablamın kütüphanesinden alır, o yaşımda okumaya başlardım.
Annelerimiz yan masada oturur sohbet ederlerdi. Bazı kadınlar kare kurup iskambil oyunları oynarlardı. Annem oyunu sevmezdi. Sohbet etmeyi tercih ederdi. Bu ailelerin arasındaki Hakim ailesini de çok beğenirdim. Baba İzak Hakim, pembe yüzlü, maviş gözlü, dünya iyisi bir insandı. Dükkanına gitmek benim için bayramdı. Oradan renkli nakış iplikleri, annem için dikiş malzemeleri, ablam için naylon çorap alırdık. Aile Çanakkale’liydi. Mösyö İzak Hakim, Matilda Ravuna’nın ağabeyiydi. Eşi Madam Ester Hakim sarışın, mavi gözlü, çok şahsiyetli bir kadındı. Çok sigara içerdi. O’nun sigarayı tutuşuna ve dumanı burnundan çıkarıp üflemesini çaktırmadan izlerdim. Bana filmlerde sigara içen artistleri çağrıştırırdı. Sakindi ve güzel konuşurdu. İki oğulları vardı. Büyük oğulları evliydi, ben Benjamen’i hiç tanımadım. Küçük oğlu Leon ablamdan bir yaş büyüktü. Çok yakışıklı bir gençti. Kibar ve soylu bir duruşu vardı. Önce Saint Joseph’i bitirmiş, ardından İTÜ Makine Mühendisliği bölümünü bitirmişti. Ailesi onu da çok nazlı büyütmüşlerdi. Ona deli divane olurlardı. Leon, ben lise 1.ci sınıftayken, cebir, geometri ve fizik dersi verirdi. Daha doğrusu onun üstün anlatımı sayesinde, bu derslerin aslında çok zevkli ve kolay olduğunu kavramıştım. Aslında notlarım çok iyiydi ama, annem Leon’dan ders alarak, bu derslerden korkmamamı sağlamıştı. Laf aramızda annemin çok yüksek düzey ve kaliteli bir hayat görüşü vardı.
Diğer Levi Ravuna ailesine gelince, baba Nesim Ravuna çok sessiz bir insandı. Güler yüzlü, çalışkan, beyefendi bir adamdı, sahibi olduğu ”Kadıköy Bonmarşesi” adlı hazır giyim mağazası, Türkmen Mağazası ile birlikte, Kadıköy’ün en büyük ve görkemli mağazalarıydı. Ablam genç kızken, oradan alış veriş etmeyi çok severdi. Bu ailenin de iki oğlu vardı. Albert ve Salvo. Albert yaşça büyüktü ve çalışma hayatındaydı. Salvo ablamla yaşıttı ve ablamla Marmara Koleji’nde aynı sınıftaydılar. Ayıptır söylemesi ben en çok onu severdim. Çünkü çok güler yüzlü, sıcak ve sevimli bir çocuktu. O da annesinin göz bebeğiydi. Kadın oğlanın üstüne titrerdi. Madam Mari Ravuna, nazik, güler yüzlü ve tatlı bir kadındı. Nedenini pek bilmiyorum ama oldukça hüzünlü bir kadındı. Sağlığı da çok iyi değildi galiba. Bu satırlarımda, ona verdiğim bir sözü tutmak istiyorum. Sanırım 1981 yılıydı. Bir Pazar akşamüstü eşim David ve 4 yaşlarındaki büyük oğlum Soni’yle birlikte Moda Çay Bahçesi’nde otururken, yan masamıza Madam Mari ve eşi Mösyö Nesim Ravuna gelip oturdular. Bana çok çökmüş gibi görünmüşlerdi. Bir süre sonra yanlarına gidip hal hatır sormak istedim. Madam Mari yanlarına oturmamı istedi. Artık epeyi yaşlandıklarından ve yorgun hissettiklerinden dem vuruyordu. Eşi gülümseyerek bizi dinlerken, Madam Mari birdenbire elimi tuttu ve “Sarika sen çok akıllı ve iyi bir kızsın. Biz seni hep severdik. Senden bir ricam var. Biz yakında artık olmayacağız. Sen bizi hiç unutma olur mu? Bizi daima hatırla” dedi. Sonra bana sıkıca sarıldı ve öptü. Ben bizim masaya geri döndüğümüzde, eşime bunu anlatınca, ”O zaman verdiğin bu sözü unutma” dedi. Şimdi bunu yerine getirebildiğim için kendimi iyi hissediyorum. Huzur içinde uyusunlar.
Leon, Salvo ve Benjo üç silahşörler gibiydi. Bize Sara’yı da alıp çok sık gelirlerdi. Annem çok seçkinci bir insan olduğu için, bu çocukları çok severdi. Gerçekten çok eğlenirdik. Ablam bütün Kadıköylü genç kızlar ve oğlanlarla çok samimiydi. Herkes bizim eve gelmeye bayılırdı. Mesela Beti (Berrin) Day da ablamın çok iyi bir arkadaşıydı. Bize çok sık gelirdi. Ben Beti’yi de çok severdim. Sonraki yıllarda, Salvo ve Beti, evlenip harika bir çift oldular. İki çocukları ve bir torunları var. Bu bahsettiğim sevgili insanlar, Beti ve Yaşar Levent (Salvo Levi Ravuna), onları çok derin bir sevgiyle severim ve hala görüşmeye devam ediyoruz. Onlar da eşim David’i de çok severler. Beti’nin büyük oğlum Soni’ye özel bir sempatisi vardır. Eski dostlukların lezzeti bence hiç kimse ile tadılamaz. Gelecek yazımda Kadıköy yaşantımızı anlatmaya devam etmeyi planlıyorum.
İngiltere’den bağımsızlığını elde eden Mısır’ın ilk Kralı I. Fuad ve kendisinden 26 yaş küçük olan ikinci eşi Nazlı Sabri’nin aylardır beklediği gün gelmişti. 1921’in 5 Kasım sabahında İskenderiye’de dünyaya gözlerini açan Fevziye bebek dillere destan güzelliğiyle adını tüm dünyaya duyuracaktı. Daha sonra Mısır kralı olacak I.Faruk’tan sonra gelen dört kız kardeşin en büyüğüydü. Doğduğu günden beri sıkı bir eğitim sürecinden geçti, sarayda yabancı bakıcılar tarafından büyütüldü. Üniversite okumak için İsviçre’ye gitmeden önce, sarayda yabancı dil ve müzik dersleri aldı. Arapçaya ek olarak akıcı bir şekilde Fransızca ve İngilizce de konuşabiliyordu. İsviçre’ye gittiğinde yolu İran Şahı Rıza Pehlevi’nin oğlu Muhammed Rıza Pehlevi ile kesişecekti. Üstelik Pehlevi onun hayatının dönüm noktalarından birinde başrolde olacaktı. İsviçre’den ülkesine döndükten sonra, alınan bir kararla hayatı altüst oldu. 18 yaşına kadar mutluluk içinde geçen ömrünün geri kalanında Fevziye’yi acı dolu günler bekliyordu.
İRAN ŞAHININ OĞLUYLA EVLENMEYİ KABUL ETTİ
1900’lü yılların ilk yarısında, İran Şahı Rıza Pehlevi kendisine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ü örnek alıyordu. Atatürk’ün inkılapları ve ileri görüşlülüğü, İran Şahı Pehlevi’nin ülkesinde yapacağı atılımlar için her zaman rehberlik etmişti. Atatürk yaptıkları bir görüşmede, Pehlevi’ye, Ortadoğu'da iki güçlü ülkenin bir akrabalık bağı kurmasının bölge için çok iyi sonuçlar verebileceğini söylemişti. O dönem Ortadoğu'da, 1.Faruk yönetimindeki Mısır hızla gelişiyor ve modernleşiyordu. İran Şahı Pehlevi, işlerin pek iyi gitmediği ülkesi için Mısır ile akrabalık kurmanın mantıklı olabileceğini düşünerek Veliahtı Muhammed Rıza Pehlevi’ye bu fikri açıkladı.
Genç prens, babasının düşüncesine sıcak bakınca, Mısır prenseslerinin fotoğrafları genç veliahta gösterildi. Aslında İranlı bir kıza aşık olan veliaht prens, Mısır prensesi Fevziye’yi bir İngiliz dergisinin kapağında görünce onunla evlenmek istedi. O sırada eğitimini tamamlayıp ülkesine dönen, daha sonradan güzelliği nedeniyle ‘Asya Venüsü’ lakabıyla tanınacak olan Fevziye ise sıkıcı bulduğu saray hayatına uyum sağlamaya çalışıyor ve hayatını değiştirebilecek hayaller kuruyordu.
MISIR PRENSESİ İRAN KRALİÇESİ OLDU
İki ülke arasındaki hazırlıklar iki tarafın da onayıyla hemen başlatıldı, Muhammed Rıza ve Fevziye düğünden önce birbirlerini sadece nişan töreninde görmüşlerdi. Eğitimli ve dünyalar güzeli prensesin hayatı artık değişiyordu. Mısırın son prensesi ve İran’ın ilk imparatoriçesi Fevziye ve Muhammed Rıza, 40 gün 40 gece süren törenlerle 15 Mart 1939’da Kahire’de Abdeen Sarayı’nda evlendi. Prenses Fevziye’nin acıklı günleri işte tam da bu evlilikle başladı.
Çiftin çocukları, evliliklerinden yaklaşık bir buçuk yıl sonra dünyaya geldi. Takvimler 27 Ekim 1940’ı gösterdiğinde, Fevziye ve Veliaht Muhammed Rıza Pehlevi, Şehnaz adını verdikleri kız çocuklarını kucaklarına aldı. Evliliğin mimarı olan İran Şahı baba Rıza Pehlevi ise saltanatının son yılındaydı. Minik Şehnaz henüz 11 aylıkken, Prens Muhammed Rıza Pehlevi, babasının tahttan çekilmesiyle İran Şahı oldu. Takip eden yılda Kraliçe Fevziye’nin İngiliz fotoğrafçı Cecil Beaton tarafından çekilen fotoğrafı, dönemin ünlü haber dergisi ‘Life’ın 21 Eylül 1942 tarihli sayısının kapağı oldu.
KIZ ÇOCUK DOĞURDUĞU İÇİN SEVİLMİYORDU
Tüm gözler onun üzerindeydi ancak Fevziye mutlu değildi. Ortadoğu’nun en gelişmiş kentlerinden biri olan Kahire’den sonra Tahran, ’Asya Venüsü’ne hiç de cazip gelmiyordu. Şehrin yolları toprak, binalar ve evler demode, Gülistan Sarayı ise büyük bir villadan ibaretti. Kraliçenin İran’ın iklimine alışamaması nedeniyle sağlığının bozulması ve Şah’ın başka kadınları alenen Gülistan Sarayı’na getirerek kendisini aldatması gibi sebepler evliliğin bitmesi için aslında yeterliydi. Üstelik dillere destan güzelliği ve hüzünlü bakışlarıyla herkesi büyüleyen Fevziye, erkek yerine bir kız çocuğu doğurması nedeniyle, sarayda ve saray dışında da sevilmiyordu. Kayınvalidesi ve görümceleri ona çok kötü davranıyorlardı. Bu sıkıntılı günlerin ardından boşanmaya karar verdi. Takvimler 1945’i gösterdiğinde boşanmak için başlatacağı işlemlerin yeterli olacağını düşünüyordu. Ancak hesap edemediği çok önemli bir şey vardı.
BAŞINA GELECEKLERDEN HABERSİZDİ
Kızı Şehnaz’ı alıp Kahire’ye dönmeye karar verdi. Kocasi Şah Pehlevi, eşinin bu isteğine karşı çıkmamış ve kabul etmişti. Fevziye ummadığı bu kabulden sonra çok sevinmiş ve mutlu olmuştu. Fakat işler hiç de Fevziye’nin düşündüğü gibi kolay değildi. Kraliçe olduğu İran’dan, prenses olduğu Mısır’a dönmek istiyordu.
Kızıyla birlikte uçağa binen ‘Asya Venüsü’ artık Kahire uçuşunun başlamasını bekliyordu. Şah kızıyla uzun uzun vedalaşmıştı. Uçak henüz kalkmadan Şah arabasının içinde hala pistteydi. Protokol Şefi’ni uçağa göndererek kızı Şehnaz’ı son bir kez öpebilmesi için izin istedi. Fevziye kızını muhafıza verdi ve kızının, babası Şah’la son bir kez vedalaşması için gitmesine izin verdi.
FİLM GİBİ SAHNE
Minik Şehnaz uçaktan inince uçağın kapıları hızla kapatıldı ve Şah Pehlevi’nin emriyle Fevziye, kızı olmadan Kahire’ye yola çıkarıldı. Kocasının kurduğu tuzağı çok geç fark eden ve durumdan hiç şüphelenmeyen Fevziye’nin kızıyla yaşadığı yıllar süren ayrılığı işte bu film gibi sahneyle başladı. Uçakta haykırdı, kendini yerlere attı. Pilota geri dönmesi için yalvardı. Fakat emir kesindi. Şahın emrine kimse karşı gelemezdi. Kızı olmadan Kahire’de mutsuz günler geçirmeye devam eden Fevziye, kendisine büyük acı yaşatan kocası Muhammed Rıza Pehlevi’den resmi olarak ancak 17 Kasım 1948’de boşanabildi. Şah Pehlevi, Fevziye’den boşandıktan sonra önce Süreyya Bahtiyari ile, sonra ise Farah Diba ile evlendi.
KIZINA HASRET KALDI AMA PES ETMEDİ
Prenses Fevziye Fuad, Şah’tan boşandıktan beş ay sonra 28 Mart 1949’da Kahire’deki Kubbe Sarayın’da Çerkez asıllı diplomat ve 1. Faruk’un yaveri İsmail Şirin ile evlendi. Çiftin bir kızı ve bir oğlu oldu. 1952’de ağabeyi Kral Faruk tahttan indirilip sürgüne gönderilince, cumhuriyet ilan edildi ve kraliyet ailesi ülke dışına çıktı. Ancak ailesinin aksine Fevziye doğup büyüdüğü Mısırda kalmayı tercih etti.Kalan ömrünü İskenderiye ve Kahire’de geçirdi. 1994’te eşi, 2009’da ise kızı Nadia öldü. Dünyalar güzeli Mısır prensesi Fevziye’nin ihtişamlı hayatı, böyle hazin bir biçimde sona erdi.
Henüz 6 yaşındayken yollarının ayrıldığı kızı Şehnaz’la yıllar sonra İsviçre’de bir araya geldi. Kızı Şehnaz annesine mesafeliydi. Kızı onunla bir bağ oluşturmaya hevesli değildi. İkili birkaç kez buluşmalarına rağmen soğukluk ortadan kalkmadı. Fevziye bu durumu kabullenmek zorunda kaldı. Yaşadığı büyük hasret ve acıya rağmen hiçbir zaman pes etmedi
Fevziye yaşadığı zorluklara rağmen kararlı duruşu ve güçlü karakteriyle günümüzde de birçok kadına ilham kaynağı olmayı sürdürüyor.
Fevziye 2 Temmuz 2013 tarihinde Mısır’ın İskenderiye şehrinde, 92 yaşındayken hayata veda etti.
Çocukları: İran prensesi Şehnaz Pehlevi. Ardeşir Zahidi ile evlendi ve Zahra Mahnaz adında bir kızı oldu,
İkinci eşinden; Nadia Şirin, Hüseyin Şirin Efendi.
Kaynak: Wikipedia