Kadıköy’lü Küçük Sara-59-

2001 yılı anlata anlata bitmiyor galiba. O yıl gerçekten oldukça hareketliymiş. O yaz adadayken belediyenin Ada Evi’nde de bir konser vermiştik. 1 Eylülde İnsan Hakları Derneğinin davetiyle AKM’de Dünya Barış Günü kutlaması çerçevesinde Erensya Sefaradi Grubu olarak sahneye çıkmış ve “La Pas”-‘Barış’ isimli şarkımızı söylemiştik. Aynı sahneyi Rum cemaatinden üçlü bir müzik grubu, bir Kürt grubu ve folklor grubu da paylaşmış, aynı zamanda değerli konuşmacılar günün anlamını içeren konuşmalar yapmışlardı.

O yıl evimize Hürriyet Gazetesinden gazeteci Emel Armutçu gelmiş ve bizlerle uzun bir röportaj yapmıştı. Bu söyleşi renkli bir fotoğrafla birlikte Hürriyet Gazetesi'nde tam sayfa yayınlanmıştı. Yine aynı sene Hürriyet Gazetesi'nden Şermin Terzi, Şalom Gazetesine gelmiş benimle Erensya Sefaradi ve Türkiye Yahudileri hakkında yine çok detaylı bir röportaj yapmıştı. Bir keresinde de Barcelona’dan gelen televizyon program yapımcıları evimize kameraları ile gelip çekimler yapmışlardı. CNN Turk kanalinin en önemli programlarından biri olan 5N 1K adlı programı için Erensya Sefaradi ile evimize gelem kameralar eşliğinde röportaj yapılmış ve şarkılarımızla birlikte Cüneyt Özdemir’in sunumunda yayınlanmıştı. O yıllar sürekli olarak radyo ve televizyonlarda canlı yayınlar için konuk oluyorduk.

https://www.hurriyet.com.tr/kelebek/508-yillik-mirasi-yasatiyorlar-39159509

Gazete yazılarım da tam gaz ilerliyordu. Bu arada çok güzel işlere de dahil oluyordum. Sanırım 2002 yazında gazete adına Bursa’ya gönderilmiştim. Hertzliya Belediye Başkanı, Bursa Belediye Başkanı'nı ziyaret edecek ve iki şehir protokol imzalayarak kardeş şehir olacaklardı. Bu törene İstanbul’dan İsrail Başkonsolosu Shlomo Shoham ve eşi Dalit, Hertzliya'dan belediye başkanı ve beraberindeki heyet, Ankara’dan İsrail büyükelçisi Zvi Elpeleg ve eşi ile maiyeti katılıyorlardı. O sabah erkenden yanıma David ve Hay’ı alarak arabamızla yola çıkmıştık. Sabah saat 10 gibi herkes Bursa Belediyesi'nin önünde hazırdı. Basın da kapıda bekliyordu. Ben Şalom Gazetesini temsilen belediye başkanının odasına alınan tek gazeteciydim. Karşılıklı konuşmaların ardından protokol imzalanmış, Bursa ve Hertzliya kardeş şehir olmuşlardı. Sonra hep birlikte iki ülke bayrağının olduğu salonda belediye başkanları basına demeç verip, resimler çektirmişlerdi. Benim foto muhabirim o gün eşim David’di. Tüm muhabirlerle birlikte o da bir sürü resim çekmişti. Kalabalık dağıldıktan sonra belediyeden bir yetkili İsrail grubunu, konsolos ve büyükelçi ile bizi de yanlarına alıp şehrin birkaç noktasını gezdirmişlerdi.

Hay Ulus Musevi Lisesi’nden öğrendiği ve kendi kişisel gayretiyle geliştirdiği İbranicesi ile kendini tüm İsraillilere hemen sevdirmişti. Sohbetimiz gitgide koyulaşmıştı. Bizleri önce Bursa Geruş Sinagoguna ve Yahudi sokağına götürdüler. İlk defa gördüğüm bu sinagog beni çok etkilemişti. Ardından tarihi İskender Kebapçısına götürülmüş, Bursa’nın dünyaca meşhur İskender kebabından ve diğer lezzetlerinden tattırılmıştı. Sanırım grupta kaşerut problemi olmadığından herkes nefis tabakları afiyetle yemişti. Ardından Bursa’nın önemli ipek fabrikalarından birine götürülmüş, uzun uzun verilen bilgilerden sonra fabrika satış mağazasında süre mola vermiştik. Sonraki durak Uludağ Üniversitesi idi. Orada rektörün odasına kabul edilmiş ve kahveler eşliğinde ağırlanmıştık. Bu esnada David durmaksızın resim çekiyor, benim teybim de bütün konuşmaları kaydediyordu. Dönüş yolunda da kestane şekeri, pişmaniye ve zeytin satılan dükkanlara gidip hediyelik alışverişleri yapılmıştı. O hafta çıkan Şalom Gazetesinde tam sayfa Bursa izlenimlerim ve röportajlarım yayınlanmıştı. Bunlar da gazeteciliğin tatlı taraflarıydı. Hertzliya Belediye Başkanı o gün bana batik boyalarla resmedilmiş mavi ipek bir fular ve Hertzliya Belediyesinin arması olan koyu mavi bir kalem hediye etmişti.

2000 yazının Ağustos ayında Londra’ya küçük bir seyahate gitmiştik. Orada kaldığımız otel Victoria döneminden kalan bir malikanenin, otel haline getirilmiş şekliydi. Viktoryen bir binada kalıp da etkilenmemek benim gibi bir tarih delisi için olanaksızdı. Odaların haşmeti, yatakların ihtişamı, banyolar, kahvaltı salonu kendinizi Victoria döneminde yaşatır gibiydi. Gerçekten de İngiliz asaleti bir başka oluyor. Otelimiz, Buckhingham Sarayı’na giden parkın hemen karşısındaydı. Parkı boydan boya geçtiğiniz zaman Buckingham Sarayı bütün haşmetiyle karşınıza çıkıyordu. Kapısında nöbet tutan yüksek, siyah pelüş şapkalı İngiliz nöbetçi askerleri, kurşun askerlere benziyorlardı. Kadın ve erkek koruma polisleri çok uzun bacaklı siyah katırlarına binmişler sarayın etrafında dolanıyorlardı. Katırların nal sesleri, sizi eski zamanlara götürüyordu. Buckhingham’ın içine bilet alıp girilebiliyordu. O yıl Windsor Sarayı’nın tamir paralarını karşılayabilmek için kraliçenin onayı ile saray birkaç odasını ziyaretçilere ücret karşılığında açmıştı. İçeri girince yabancı ülkelerin temsilcilerinin ağırlandığı kabul salonuna, kraliçenin taht ve balo salonuna, büyük ziyafetler verilen ve en az 100 kişinin birlikte oturup yemek yiyebileceği ziyafet salonuna, kraliçenin ailesiyle birlikte oturabildiği oturma salonlarını ziyaret etmiştik. Hala gözümün önündedir, oturma salonundaki kuyruklu piyanonun üzerinde kraliçenin eşiyle ve çocuklarıyla çekilmiş çeşitli resimleri, çocuklarının ve torunlarının farklı pozları gümüş çerçeveler içinde duruyorlardı. Ben çocukluğumdan itibaren krallık hanedanlarına çok meraklı olduğum için, bu tanıdık çehreleri yerinde görmek bana müthiş bir zevk vermişti.

Buckingham Sarayi - Londra

Buckingham Sarayi - Londra

Sarayın satış mağazasından o sene 100. yaşını kutlayan kraliçenin annesi ana kraliçe Elizabeth’in resmi bulunan porselen bir kutu, bir de Buckhingham fincanı almıştım. Ayrıca mürekkepli ucu olan lacivert bir tavus kuşu tüyü. Onu yazı masama koymuştum.

Ertesi gün Kensington Sarayı’na gitmiştik. Orası 1997 yılında bir trafik kazasında ölen Galler Prensesi Diana’nın sarayıydı. O hafta ölümünün 4. yılı olduğundan sarayın bahçe kapısının önünde yüzlerce çiçek buketİ ve peluş oyuncaklar ile mektuplar vardı. İngilizler çok sevdikleri Diana için hala yas tutuyordu. Benim bile içim acımıştı. Kensington Sarayı’nın çok büyük bir salonu halka açıktı. İçindeki dev cam kutular içinde Diana’nın gerçek tuvaletlerini giymiş alçıdan mankenler vardı. Mankenler birebir onun boyutlarındaydı.. Bunun yanı sıra prenses Anne ve Kraliçe Elizabeth ile kız kardeşi Prenses Margaret’in çocukluk ve genç kızlık elbiselerini giyen mankenler vardı. Sanki zaman tüneline girmiş, İngiliz kraliyet prenseslerinin yanında duruyordunuz. Kensington Parkı yemyeşil zümrüt rengi çimleriyle uçsuz bucaksızdı. Bebekler sincapların peşinden koşuyorlardı. İnsanlar kareli örtülerini yaymış, nadir olarak ışıldayan güneşin tadını çıkartıyorlardı. Biz de yere oturup dışarıda yaptırdığımız sandviçleri yerken, banklarda oturup hem atıştıran, hem de kitap okuyan insanları hayranlıkla izliyorduk.

Metroya binip Covent Garden’a gitmiş etrafı gezerken Hay Market’i görünce heyecanlanmıştım. Saman Pazarı yani ‘Hay Market’ tarihi bir alan olup bir çok romanın içinde okuduğum bir yerdi. Charles Dickens, Mark Twain vs. okuduklarım kafamın içinden geçiyordu. Çok heyecanlıydım. Sonra uzun uzun yürümüş West End’e varmıştık. Burası Londra’nın sanat yaşamının kalbinin attığı yerdi. Bütün tiyatrolar yan yanaydı. Şansımızı denedik, iki ayrı tiyatrodan bilet bulduk. “Cats “adlı müzikale ve “The Wiches of Ipswich (Ispswich Cadıları) adlı müzikaller. İnanamıyordum. Tekrar aynı yönde yürürken birdenbire öyle bir sağanak yağmur başladı ki, tarifi imkansız. Şemsiyelerimiz vardı ve hazırlıklıydık ama koşarak ilk metro kapısından içeri daldık. Sucuk gibi ıslanmıştık. Bizim otelin istasyonunda indik, koşarak otele girdik. Islakları çıkarıp şort bluz giyip biraz dinlenmek için uzandık. David cep telefonunun alarmını kurdu ve uzandık. Ben birden bire sıçrayarak uyandım, bir baktım etraf zifiri karanlık. Ayak uçlarıma basarak tuvalete gittim, ışığı açtım. Saat 5.30du. Ama ikindi değil de, sabaha karşı 5.30. Aman Allah bir gece önce hiç uyumadığımız ve yaklaşık 28 saattir uykusuz olduğumuz için uzanır uzanmaz kendimizden geçmiş ve tam 12 saat ölü gibi uyumuştuk. Yine de David’i uyandırdım, sonra kaza geliyorum demez, sinirden kendini öldürebilirdi. David uyandı, anında saatine baktı ve bağırmaya başladı. 12 saattir uyuyorduk. İlk Londra gününün yarısı uykuda geçmişti ben “tamam boş ver üzülme, daha erken” dedikçe David; ”Hayır çıkacaz diye inat ediyordu. Zar zor ikna ettim. Telefon alarmını yeniden kurduk ve sabah 8.00 de kalkmak üzere onu sakinleştirdim. Uzandık, vallahi anında yine uyuduk. 8.00 de kendiliğimizden uyandık. Otelin kahvaltı salonunda majesteleri Kraliçe Elizabeth usulü ve asaletiyle kahvaltımızı ettik. Bu sefer ayağımızda botlar, çantalarda şemsiyeler ve sırtımızda montlarımız vardı. Londra, seni fethetmeye hazırdık…

İRAN’A VELİAHT VEREN KRALİÇE FARAH DİBA 

1 & 2


Farah Diba, 14 Ekim 1938’de Tahran'da üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yüzbaşı Sohrab Diba ve eşi Farideh Ghotbi’nin tek çocuğuydu.

Farah, babası aracılığıyla nispeten varlıklı bir geçmiş sahipti. 19. yüzyılın sonlarında büyükbabası, Rusya’nın St. Petersburg kentindeki Romanov döneminde İran Büyükelçisi olarak görev yapan bir diplomattı. Kendi babası, İran İmparatorluk Silahlı Kuvvetleri’nde bir subaydı ve St.Cyr’deki Fransız Askeri Akademisi mezunuydu.

Farah, anılarında babasıyla yakın bir bağı olduğunu ve babasının 1948’deki beklenmedik ölümünün onu derinden etkilediğini yazmıştı. Genç ailenin maddi durumu zordu. Bu kısıtlı koşullarda ,Kuzey Tahran’daki geniş aile villalarından çıkıp, annesi Farideh’in  erkek kardeşlerinden biriyle, ortak bir daireye taşınmak zorunda kaldılar.

EĞİTİM VE EVLİLİĞİN YOLUNDA…

Genç Farah Diba, eğitimine Tahran'daki İtalyan okulunda başladı. Ardından 16 yaşına kadar Jeanne d’Arc okuluna ve daha sonra Lycee Razi’ye geçti. Genç kızken bir atletti ve okulunun basketbol takımının kaptanı olmuştu .Oradaki eğitimini tamamladıktan sonra, Albert Besson’un öğrencisi olduğu Paris’teki Ecole Speciale d’Architecture’de mimarlık öğrencisi oldu.

O sırada yurt dışında okuyan bir çok öğrenci, devletin sağladığı burslarla öğrenim görmekteydi. Farah da tam burslu başarılı bir mimarlık öğrencisiydi. Bu nedenle Şah, devlet başkanı olarak yabancı ülkelere ziyaretler yaptığında, yerel İranlı öğrencilerle sık sık bir araya gelirdi. Farah Diba, 1959’da Paris’teki İran Büyükelçiliğinde böyle bir toplantı sırasında ilk kez Şah Muhammed Rıza Pehlevi’ye takdim edildi.

1959 yılında Farah Tahran'a döndükten sonra, Şahın ilk karısı Fevziye’den olan kızı Şahnaz’ın sayesinde, Şahla sık sık bir araya getirildi. Kızların yaşları birbirine yakındı. İkisi arasındaki dostluğun mizanseninde, Şah Farah’a kur yapmaya başladı. Çift, 23 Kasım 1959’da nişanlandıklarını duyurdu.

EVLİLİK VE AİLE...

Farah Diba, 20 Aralık 1959’da 21 yaşındayken Şah Pehlevi ile evlendi. İran’ın genç kraliçesi büyük merak konusu oldu ve düğünü dünya çapında basının ilgisini çekti. Gelinliği ve tüm kıyafetleri ,o zamanlar Dior’un moda evinde o zaman bir tasarımcı olan Yves Saint Laurent tarafından tasarlandı ve düğünde duvağının üzerine takması için, yeni yaptırılan Noor-Ol-Ain-Diamond tacını taktı.

İmparatorluk düğünüyle ilgili gösteriş ve kutlamalardan sonra, bu birliğin başarısı kraliçenin bir erkek varis doğurma yeteneğine bağlı hale geldi. Daha önce iki kez evlenmiş olan Şahın ilk eşinden bir kızı olmuştu. İkinci eşi Süreyya ise ne yazık ki kısırdı. Genç kraliçenin üzerindeki baskı şiddetliydi. Şahın kendisi, tıpkı hükümetin diğer üyeleri gibi bir erkek varisin doğmasını şiddetle istiyordu.

Sonuç olarak çiftin 4 çocuğu oldu: İran Veliaht Prensi Rıza Cyrus Pehlevi (1960), İran Prensesi Farahnaz Pehlevi (1963), İran Prensi Ali Rıza Pehlevi (1966-2011), İran Prensesi Leyla Pehlevi (1970-2001)

KRALİÇE VE İMPARATORİÇE OLARAK…

Yeni kraliçenin, kamu veya hükümet işlerinde oynayacağı kesin rol belirsizdi. Asıl rolü sadece Şaha erkek bir varis vermekti. Saray da ondan başkaca bir talepte bulunulmuyordu. Bununla birlikte, veliahtın doğmasından sonra diğer faaliyetlere ve resmi uğraşlara ayırmakta özgür kalan kraliçe zamanının çoğunu bu işlere harcamaya başladı. Muhammed Rıza her zaman uzun boylu kadınlardan hoşlanırdı. Farah kocasından daha uzundu. Bu da onu bu gerçeği gizlemek için yeni yollar bulmaya yöneltti. Genellikle imparatorluk çiftinin fotoğrafı çekildiğinde, biri veya ikisi sandalyelerde oturuyordu veya şah merdivenlerin bir üst basamağında dururken, Farah hemen altındaki basamakta duruyor ve güzel resim veriyorlardı.

Diğer birçok kraliyet eşi gibi, kraliçe de başlangıçta kendisini törensel rolle sınırladı. 1961’de Fransa’ya yaptığı bir ziyaret sırasında, Fransız hayranı olan Farah, Fransa Kültür Bakanı Andre Malraux ile arkadaş oldu ve onu, 1979 İslam Devrimine kadar canlı bir ticaret olan, Fransız ve İran sanat galerileri ve müzeleri arasında kültürel eserlerin değiş tokuşunu düzenlemeye yönlendirdi. Zamanının çoğunu, tartışmalı konulara derinlemesine girmeden çeşitli eğitim ve sağlık kurumlarının açılışlarına katılarak geçirdi. Ancak zaman ilerledikçe bu pozisyon değişti. Kraliçe, kendisini ilgilendiren sorunlar ve nedenlerle ilgili hükümet işlerine çok daha aktif bir şekilde dahil oldu. Finansman sağlamak ve dikkati özellikle kadın hakları ve kültürel gelişim alanlarındaki nedenlere odaklamak için kocası Şah ile olan yakınlığını ve nüfuzunu kullandı. Farah’ın endişeleri, siyasetin kendi alanından çıkarıldığı ”eğitim, sağlık, kültür ve sosyal konular” idi.

Ancak Şah'ın siyasi açıdan güçlü ikiz kardeşi Prenses Eşref, Farah’ı rakip olarak görmeye başladı. Farah’ın, Prenses Eşref’in, saraydaki etkisini azaltması için kocasına baskı yapmasına yol açan, görümcesiyle olan rekabetiydi.

İmparatoriçenin ana girişimlerinden biri, İranlı kadınların eğitimini iyileştirmeyi amaçlayan ve İran’daki ilk Amerikan tarzı olan Pehlevi Üniversitesini kurmaktı; O zamandan önce, İran Üniversiteleri her zaman Fransız tarzını model almıştı. İmparatoriçe 1978’de görevlerinin şunlar olduğunu yazdı:

Eğitim, sağlık, kültür ve sosyal alanlarda başkanlığını yaptığım ve çok aktif olarak yer aldığım tüm organizasyonları detaylı olarak yazamadım. Bu neredeyse bir kitap kadar uzun olacaktı. Basit bir liste belki fikir verebilir: Çalışan annelerin çocukları için aile refahı teşkilatı-kreşler, kadınlara ve kızlara okuma öğretimi, mesleki eğitim, aile planlaması; Kan Transfüzyonu Organizasyonu; Kanserle Mücadele Örgütü; Muhtaçlara Yardım Kuruluşu…Çocuk Merkezi; Çocukların Entelektüel Gelişim Merkezi…İmparatorluk Felsefe Enstitüsü; İran Kültürü Vakfı; Şiraz Festivali, Tahran Sinema Festivali; İran Folklor Örgütü; Asya Enstitüsü; Medeniyetler Tartışma Merkezi; Pehlevi Üniversitesi; Bilimler Akademisi.

Farah, hafta içi her gün sabah 9’dan,akşam 9’a kadar hayır faaliyetlerinde uzun yıllar çalıştı. Sonunda kraliçe çeşitli konularda, çeşitli yardım taleplerini ele alan 40 kişilik bir kadroya başkanlık etti. İmparatorluk hükümetindeki en görünür figürlerinden biri ve 24 eğitim, sağlık ve kültür kuruluşunun koruyucusu oldu. İnsani rolü özellikle 1970’lerin başında bir süreliğine muazzam popüler olmasını sağladı. Bu dönemde, İran’ın içinde çok seyahat etti, ülkenin en ücra köşelerine kadar gitti ve yerel vatandaşlarla konuştu .Önemi, ilk Şahbanu olarak taç giydiği 1967 taç giyme törenlerindeki rolüyle (imparatoriçe) olarak pekişti. Modern İran, Şah’ın veliaht prensin 21. doğum gününden önce ölmesi veya aciz kalması durumunda, onu resmi naip olarak atadığında bir kez daha doğrulandı. Bir kadının naip olarak adlandırılması, Orta Doğu veya Müslüman bir monarşi için oldukça alışılmadık bir durumdu. İran petrolünün yarattığı büyük servet, imparatorluk mahkemesinde bir İran milliyetçiliği duygusunu teşvik etti. İmparatoriçe, 1950’lerde Fransa’da bir üniversite öğrencisi olarak nereli olduğunun sorulduğu  günleri hatırladı:

“Onlara İran’lı olduğumu söylediğimde…Avrupa’lılar, sanki İranlılar barbar ve iğrençmiş gibi dehşet içinde irkilirlerdi. Ancak İran, 1970’lerde Şah döneminde zengin olduktan sonra, her yerde İranlılara iltifatlar yağmaya başladı. Evet majesteleri. Elbette majesteleri. Lütfen majesteleri. Her yanımızda yaltaklanma. Açgözlü dalkavuklar. Sonra İranlıları sevdiler.”

Devam edecek...

SANAT VE KÜLTÜRE KATKILAR…

İmparatoriçe, saltanatının başından itibaren İran'da kültür ve sanatın tanıtımına aktif bir ilgi gösterdi. Onun himayesi sayesinde, tarihi ve çağdaş İran sanatını hem İran'da hem de batı dünyasında öne çıkma tutkusunu ilerletmek için çok sayıda organizasyon yaratıldı ve teşvik edildi.

İmparatoriçe, kendi çabalarının yanı sıra çeşitli vakıf ve danışmanların yardımıyla bu amacı gerçekleştirmeye çalıştı. Bakanlığı, geleneksel İran Sanatları (dokuma, şarkı söyleme ve şiir resitali gibi) ve Batı tiyatrosu dahil olmak üzere birçok sanatsal ifade biçimini teşvik etti. Sahne sanatlarını destekleyen en tanınmış çabası, Şiraz Sanat Festivali’nin himayesiydi. Zaman zaman tartışmalı olan bu etkinlik, 1967’den 1977’ye kadar her yıl düzenlendi ve hem İranlı hem de batılı sanatçıların canlı performanslarına yer verdi. Bununla birlikte,kraliçenin zamanının çoğu, müzelerin yaratılmasına ve koleksiyonlarının toplanmasına gitti.

Eski bir mimarlık öğrencisi olarak, imparatoriçenin yeteneği, Mohsen Foroughi’ye fiilen yardım ederek ve 1968’de tamamlanan Niavaran Kraliyet Sarayı’nda görülüyor: Geleneksel İran mimarisini 1960’ların çağdaş tasarımıyla harmanlıyor. Esas olarak Batı ve Doğu sanatı, felsefesi ve dini üzerinde eserler içeren 22.000 kitaptan oluşan imparatoriçenin kişisel kütüphanesi vardır; iç mekan Aziz Farmanfarmayan tarafından tasarlanmıştır.

SANAT…

Tarihsel olarak kültürel açıdan zengin bir ülke olan 1960’ların İran’ının gösterecek çok az şeyi vardı. 2.500 yıllık tarihi boyunca üretilen büyük sanat hazinelerinin birçoğu yabancı müzelerin ve özel koleksiyonların eline geçmişti. İran’a kendi tarihi eserlerinden uygun bir koleksiyon sağlamak imparatoriçenin başlıca hedeflerinden bir haline geldi. Bu amaçla, yabancı ve yerli koleksiyonlardan çok çeşitli İran eserlerini ”geri satın almak” için kocasının hükümetinden izin ve fon sağladı. Bu, 1972’den 1978’e kadar imparatoriçeye danışmanlık yapan, dönemin en önde gelen İran antika tüccarları olan Houshang ve Mehdi Mahboubian kardeşlerin yardımlarıyla sağlandı. Bu eserlerle birkaç ulusal müze kurdu (çoğu günümüze kadar ayakta kaldı) ve National Trust’ın İran versiyonunu başlattı.

Onun rehberliğinde oluşturulan müzeler ve kültür merkezleri arasında Negarestan Kültür Merkezi, Reza Abbasi Müzesi, değerli Lorestan bronz koleksiyonuyla Khorramabad Müzesi, Ulusal Halı Galerisi ve İran Züccaciye ve Seramik Müzesi yer alıyor.

ÇAĞDAŞ…

İmparatoriçe, tarihi İran eserlerinden oluşan bir koleksiyon oluşturmanın yanı sıra, çağdaş Batı ve İran sanatına ilgi duyduğunu da ifade etti. Bu amaçla, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin himayesine aldı. Bu kurumu kurma ve genişletme çalışmasının meyveleri, belki de imparatoriçenin İran halkına en kalıcı kültürel mirasıdır.

İmparatoriçe, hükümetten tahsis edilen fonları kullanarak, Batı sanatının birkaç önemli eserini satın almak için 1970’lerin biraz durgun bir sanat piyasasından yararlandı. Onun rehberliğinde müze, Pablo Picasso, Claude Monet, George Grosz, Andy Warhol, Jackson Pollock vb. sanatçıların 150 eserini satın aldı. Bugün, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi Koleksiyonu, Avrupa ve ABD dışındaki en önemli koleksiyonlardan biri olarak kabul ediliyor. Geniş koleksiyon, devlet tarafından yayınlanan büyük bir sehpa üzeri kitabında zevkli bir şekilde sergilendi. İran Modern adlı “Assouline Müzesi” İranlı modern bir heykeltıraş ve imparatoriçenin eski kültür danışmanı olan Parviz Tanavoli’ye göre, etkileyici koleksiyonun “yüzlerce değil, onlarca milyon dolar” karşılandığında toplandı. Bugün, bu varlıkların değerinin yaklaşık 2.8 milyar ABD dolarına yakın olduğu tahmin edilmektedir.

Koleksiyon, 1979’da Pehlevi Hanedanı’nın düşüşünden sonra iktidara gelen Batı karşıtı İslam Cumhuriyeti için bir ikilem yarattı. Köktendinci hükümet İran’daki batı etkisini siyasi olarak reddetse de, imparatoriçe tarafından toplanan Batı Sanat Koleksiyonu, muazzam maddi değeri uyarınca elde tutuldu. Bununla birlikte, halka açık olarak sergilenmedi ve Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin mahzenlerinde yaklaşık yirmi yıl saklandı. Bu koleksiyonun büyük bir kısmının Eylül 2005’te Tahran’da gerçekleşen bir sergide kısaca tekrar görülmesinin ardından, rafa kaldırılan sanat eserlerinin akibeti hakkında birçok spekülasyona neden oldu.

İSLAM…

1978’in başlarında İran’da imparatorluk hükümetinin gücünün ve zenginliğinin çok fazla belirgin hale gelmesiyle beraber, ülke halkının memnuniyetsizliğinin bir dizi faktörü, yaklaşan İslam Devrimi’ne katkıda bulundu.

Ülke içindeki hoşnutsuzluk armaya devam etti ve yılın ilerleyen aylarında monarşiye karşı gösteriler çoğalmaya başladı. Farah Diba, anılarında bu süre zarfında “giderek artan bir huzursuzluk duygusu olduğunu “ yazdı. Bu koşullar altında Şahbanu’nun resmi faaliyetlerinin çoğu, güvenliğiyle ilgili endişeler nedeniyle iptal edildi.

Yıl sona ererken, siyasi durum daha da kötüleşti. Ayaklanmalar ve huzursuzluk giderek yükseldi ve Ocak 1979’da doruğa ulaştı. Hükümet, İran’ın büyük şehirlerinin çoğunda sıkı yönetim ilan etti. Artık ülke açıkça bir devrimin eşiğindeydi.

Şah Muhammed Rıza ve Farah, şiddetli protestolara yanıt olarak ülkeyi terk etmeye karar verdiler. Her ikisi de çocuklarıyla birlikte 16 Ocak 1979’da uçakla İran’dan ayrıldı.

İRANDAN AYRILDIKTAN SONRA…

Şah ve Şahbanu’nun İran’dan ayrıldıktan sonra nereye gidecekleri, hükümdar ve danışmanları arasında bile bazı tartışmalara yol açtı. Şah, hükümdarlığı sırasında Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile yakın ilişkiler sürdürmüş ve Farah, başkanın eşi Cihan Sedat ile yakın bir dostluk geliştirmişti. Mısır Devlet Başkanı, imparatorluk çiftine Mısır’a sığınma daveti gönderdi ve kabul ettiler. İran’da ortaya çıkan siyasi durum nedeniyle, devrimden önce İran Monarşisi ile dostane ilişkiler içinde olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet, Şah’ın kendi sınırları içinde varlığını bir sorumluluk olarak gördü. İran’daki Devrimci Hükümet, hem Şah’ın hem de Şahbanu’nun tutuklanmasını (ve daha sonra öldürülmesini) emretmişti. Yeni İran hükümeti birkaç kez onların iadesini şiddetle talep etmeye devam edecekti, ancak devrik hükümdarın ve muhtemelen imparatoriçenin dönüşü için yabancı güçlere baskı yapmak için ne ölçüde hareket edeceği o zamanlar bilinmiyordu.

İmparatorluk çifti, varlıklarının ev sahipleri için oluşturduğu potansiyel tehlikenin farkındaydı. Yanıt olarak, on dört aylık kalıcı sığınma süresinden sonra, yeni bir arayışa ve onları birçok ülkeden geçen bir yolculuğa başlayarak Mısır’ı terk ettiler. Mısırdan sonra, kısa bir süre Kral II. Hasanı’n konuğu oldukları Fas’a gittiler.

Fas’tan ayrıldıktan sonra Şah ve imparatoriçeye Bahamalar’da geçici sığınma hakkı verildi. Bahama vizelerinin süresinin dolması ve yenilenmemesi üzerine Meksika’ya başvurdular ve kabul edildiler. Mexico City yakınlarındaki Cuernavaca’da bir villa kiraladılar. Artık git gide onları daha kötü günler bekliyordu.

devam edecek...

.