KADIKÖYLÜ KÜÇÜK SARA -47-
-Geleceğin cılız çan sesleri -
92 yılı da ilginç olaylara gebeydi. O yılın başında ablamlar, artık 21 yaşına gelen yeğenim Ari'yi, bir yıllığına İsrael’e gönderdiler. Dönüşünde kısa süreli bedelli askerliğini yapacaktı. Ari, Kimya Fakültesini kazandığı halde artık öğrenim hayatına devam etmek istememişti. Ergenliği fırtınalıydı. GKD’ de güzel dostlukları vardı, hatta gençler arasında çok popülerdi. Hatırlıyorum da Ari’nin gittiği ilk günler, ayrılık duygusunu ilk defa tattığımızdan, bu hepimize çok zor gelmişti. Ablamlar 15 günlüğüne onunla birlikte İsrael’e gitmişlerdi. Amaçları onu, bir yılını rahat ve huzurlu geçireceği bir ortama yerleştirmekti. Sonunda rahmetli yengemiz Tante Viki onu Yoqne'am’da bulunan, Bulgar Yahudi’si bir dostunun yaşadığı kibutza yerleştirmişti. Aynı iki hafta süresinde, Rina bize gelmişti. Artık lise öğrencisiydi ve okulu bizim eve paralel sokakta olan Kadıköy Anadolu Lisesi’ydi. Rina’lı 15 günü benim oğlanlar sevinçle karşılamışlardı. Okuldan eve gelince, özellikle akşam yemeklerinde evde şenlik vardı. Üçü birlikte kahkahalarla dolu şamatalar yapıyorlardı.
Ben artık her cumartesi günü Yusuf Altıntaş’la birlikte Şalom Gazetesi’nin yönetim kurulu toplantısına gidiyordum. Önce yolda bir şeyler atıştırır, sonra gazeteye giderdik. Gazetenin cumartesi atmosferi çok neşeli ve hoş olurdu. Saat 5 gibi başlayan toplantıda, masanın ucunda gazetenin yönetmeni Silvyo Ovadya otururdu. Silvyo çok yakın ve kardeşleri gibi gördüğü biz yazarlarına, önce cemaatte o hafta olan bitenleri anlatır, bizi her konu ve problem hakkında bilgilendirirdi. Doğal bir idarecilik yeteneği vardı. Her konuda fikri vardı ve çok geniş bir girişimcilik yeteneği vardı. İri bedeni ve volümü oldukça yüksek sesiyle odayı bulut gibi kaplar, onun çekimine dalardınız. Kuvvetli bir karakteri ve tuttuğunu koparan bir disiplini vardı. Kimsenin etkisinde kalmaz, kafasına koyduğunu yaşama geçirirdi. Kendi ablasına yaptırdığı tatlılar ve tuzlularla masayı boydan boya donatır, orada çalışan Kemal ve Hasan’ın getirdikleri tavşankanı çayların eşliğinde anlatır da anlatırdı. Dönüş yolunda Yusuf’un arabasında benden başka, Lizi Behmoaras, Teri Galimidi (Sisa-Mason), bazen Luizet Palombo da olurdu. Yoldaki sohbetlerin tadı da ayrıydı. Lizi’nin anlattıklarına bayılırdım. Teri daha sakin bir insandı ama dünya tatlısıydı. Onunla yaşıttık. Luizet ise ailesi eski Kadıköylü olan, üniversitede okuyan, tutkulu bir genç kızdı. Yıllar yıllar…herkesi dişli çarklardan geçirdi ve sonunda ortaya herkesin kendi kaderini yaşayacağı yıllar başladı.
Bir gün Soni, Talmud Tora’dan bir haberle geldi. Caddebostan Talmud Tora yönetimi, Soni’yi her sene Yom HaAtsmaut günü Yeruşalayim'de yapılan Tanah Yarışması’na göndermeye karar vermişti. Bu yaklaşık 15 günlük bir programdı. Soni 15 yaşına yaklaşıyordu. Tabii ki izin verdik ve Soni haftanın bazı günlerinde Rav Yehuda Leon Adoni’nin öğretmenliğinde Tanah çalışmaya başladı. Dersleri zaten çok iyi olduğundan bu ona engel teşkil etmeyecekti. Hahambaşılık’tan aldığımız bir dilekçeyi okula vermiş, yurt dışında bir yarışmaya katılabilmesi için okuldan bir rapor almayı başarmıştık.
Bu arada Soni artık Bahariye’de oturduğumuz için şikayet etmeye başlamıştı. Bütün arkadaş çevresi, dernek ve diğer faaliyetleri hep Göztepe ve çevresinde olduğundan, Bahariye-Göztepe yolu onu sinir ediyordu. Sık sık Caddebostan-Göztepe taraflarına taşınmaktan söz ediyordu. Hepimizin evde olduğu bir kar tatilinde, bütün arkadaşları birarada olan Soni, Kadıköy'de 'kapana kısılmıştı'. Kardan dolayı yollar kapalı, onunsa arkadaşlarına gidebilmesi mümkün değildi. Bütün gün tabiri caizse içimizi yedi. Sonunda akşam yemeğinde, David, Soni’ye “Sen ne istiyorsun?” diye sordu. Çocuk “Göztepe taraflarına taşınalım istiyorum” dedi. David “Tamam git emlakçıları dolaş, ev bul, taşınalım” dedi. Ben gülmeye başladım. Ama Soni doğduğundan beri çok ciddi olduğu için, bu teklifi de ciddi karşıladı ve cumartesi günü en yakın arkadaşı Elyo Baron’la birlikte, Göztepe çevresindeki bütün emlakçılara sırasıyla gidip, istediği sokaklardan, istediği boyutlarda bir ev satın almak üzere. bizim evin ve babasının iş telefon numarasını ve bizim isimlerimizi verdi. İki gün sonra 3 tane emlakçı beni aradı ve gösterebilecekleri birkaç evden söz ettiler. Ben hala olanlara inanmadan David’i işinden aradım ve vaziyeti anlattım. Ona emlakçıların telefon numaralarını verdim. O akşam emlakçılarla birkaç ev gezdik. ben hala olayın ciddiyetini kavramamışken, ertesi gün 4.bir emlakçı aradı ve “Sizin çok genç, sarışın ve gözlüklü, Soni adında bir oğlunuz var mı?” diye sordu. Ben “Evet” diye yanıtlayınca, ”Bakın ben aslında çocuklara çok güvenmem ama, oğlunuz o kadar ciddi ve saygılı davrandı ki, sizi aramadan edemedim. Elimde çok iyi bir emlak var, görmek ister misiniz?” dedi. Ben yine hemen David’i aradım ve gülerek olanları anlattım ”Tamam, akşam 8 için randevu al” dedi. O akşam Soni ve Hay da bize katıldılar, ne de olsa bu işin başını Soni çekiyordu. Ev Ömer Paşa Caddesi’ndeydi. 2. Orta Sokak’la kesiştiği köşedeydi. Aslında eskice bir binaydı. 3 oda ve orta boy bir salonu vardı. Girişi çok büyüktü. Mutfak çok büyük değildi, iki tuvaleti ve çam ağaçlarının çevrelediği harika bir balkonu bulunmaktaydı. Bu evde tepeden tırnağa tadilat yapılmadan oturmak olası değildi. Fiyatını öğrenen ve hesaplarını yapan David bunu karlı bir alım olacağını düşündü ve bana bakarak “Bence ok “dedi. Soni neredeyse sevinçten dans edecekti. İki gün sonra evi almıştık ama… aması vardı, şöyle ki, sonbaharda yeni aldığımız yazlık evin borcu bitecek, tadilata daha sonra başlanacaktı. Soni için hava hoştu. Evi güzelce temizlettik. Soni oraya artık kullanmadığımız açılır kapanır sandalyeler ve portatif bir masa götürdü. Benden birkaç tabak ve bardak istedi. Taşınabilir müzik setini ve kasetlerini de götürünce, evde arkadaşlarıyla buluşmalar başladı. Yere de bir eski halı sermişti. Geceleri eve dönmek istemiyorsa, ablamın Göztepe’deki evinde veya arkadaşı Elyo’da yatıyordu, hafta sonu günlerinin hepsinde arkadaşları ve kuzenleriyle eğleniyordu.
O sene mayıs ayında İsrael’e Tanah Yarışması’na gidecekti. Sardı mı beni bir telaş? 14.5 yaşındaki oğlumu ben oraya nasıl yalnız gönderirdim? Onu, İsrael'deki Ben Gurion Havaalanı’nda, Tanah Yarışması Organizasyonu’ndan bir görevli bekleyecekti ama, ben onu kendi gözlerimle görmek istiyordum. Sonuç olarak 92 yılının mayıs ayında yine El-Al uçağına binmiştik. Bu sefer yanımızda Soni de vardı. Alana indik. İsrael’li görevli Soni’yi teslim aldı, bize de gerekli telefon numaralarını verdi ve ben çocuğumu bir adama teslim ederek, Hayfa’ya kuzenim Yitshak Sasson’un evine gittim. Sevgiyle karşılandık. David’le yine günlük turistik gezilerimize başladık. Bu sefer artık her yeri öğrendiğimiz için rahatça geziyorduk. Yine akraba ve arkadaş ziyaretleri yapıyorduk. Soni fırsat buldukça kuzenimin evini arayıp kendinden haber veriyordu. Soni’lerİ çok önemli yerlere ziyarete götürüyorlardı. Devlet Başkanı konutunda, Devlet Başkanı Chaim Herzog yarışmaya katılacak olan gençleri ağırlamış ve onlarla sohbet etmişti. Knesset’i ve Tel Aviv'deki Savunma Bakanlığı'nı ziyaret etmişlerdi. Dünyanın bütün Yahudi cemaatlerinden seçilmiş olan gençler, İsrael’de bir araya gelmişlerdi. Soni Türkiye Yahudileri’ni temsilen oradaydı. Soni’ler ilk günlerde Natanya yakınlarında Kibutz Bahan'da, ardından da Yeruşalayim’de bulunan Kiryat Moria adlı bir öğrenci yurdunda kalıyorlardı. Tanah çalışması saatlerinin dışında grubu İsrael’in değişik şehirlerine gezilere götürüyorlardı. Bu Soni’nin İsrael sevdasına kapıldığı başlangıç dönemiydi. Orada Soni’nin dezavantajı İbranice bilmemesiydi. Dünyanın dört bir yanında diasporada yaşayan gençler takır takır İbranice konuşurken, bir tek bizimki ve Bulgaristan'dan gelen Stefan adlı genç, İngilizcesiyle yetinmek zorunda kalıyordu. Bizim cemaatin en büyük eksiklerinden bir dindaşlarına İbranice öğretmemektir. Türk Yahudileri asırlarca Ladino dilini konuştukları halde, daha sonra Fransızcaya değer vermişler, ve geçen yüzyıllar içinde İbranice'nin önemini görememişlerdir. Günümüz Türk Yahudilerini en çok ürküten sorun, İbraniceyi öğrenme meselesidir. Garip ama gerçek!
Yom HaAtsmaut gününden bir gün evvel David’le ben, eski şehrin surlarına çok yakın olan YMCA Otelinde yer ayırttık. O gece İsrael 43. yaşını kutluyordu. Yeruşalayim’in gece hali ayrı güzeldi. Eski şehrin surları ve Montefiore’nin Yel Değirmeni ışıklandırılmıştı. O surlar ve haşmetli duvarlar insana uhrevi bir sevgi ve duygu yüklüyordu. Eşimle ben o geceki bayram kutlamalarında Yeruşalayim sokaklarında gezmiş, meydanlarda kurulan orkestraların sevinç dolu müziklerini dinlemiştik. Ertesi gün Teatron Yeruşalayim’de Tanah Yarışması yapıldı. Etraftaki TV kameraları canlı yayın yapıyorlardı. Soni de sahnede kurulan uzun masada diğer gençlerle birlikte oturuyordu. Önce Knesset Başkanı bir konuşma yaptı, sonra sahneye çıkan Başbakan Yitshak Shamir de bir konuşma yaptı. Yarışmayı İsrail’li bir oğlan kazanmıştı. Yarışmanın bitiminde, bazı gençler ülkelerine dönerken, İsrael’liler evlerine döndüler. Biz de Soni’yi görevlilerden teslim aldık. Oğulcuğumuza kavuşmuştuk, kalan birkaç günü onunla birlikte geçirecektik. O gün Soni’nin sayesinde katıldığımız bu özel günde, oğlumuzla gururlanmış, dolup taşmıştık. Birlikte Ağlama Duvarı'na giderek başladığımız son 5 seyahat gününde, birlikte pek çok geziler yaptık. Bir gün Ari’nin kibutzuna gitmiş, birkaç saat beraber olmuştuk. Akşam yemeğini onunla birlikte kibutzun yemekhanesinde yemiştik. Ari iyiydi. Birçok arkadaş edinmişti ve keyfi yerindeydi. Arada bir kuzenlerimizin evinde hafta sonları geçiriyordu. Her şey yolundaydı.
Nihayet dönüş günü geldiğinde, yine gözyaşları içinde herkesle vedalaşıp, İstanbul’a dönmüştük. Uçağa bindiğimiz anda Soni büyük bir kararlılıkla, ”Liseyi bitirir bitirmez buraya aliya yapacağım ve üniversiteyi burada okuyacağım” dedi. Bana uyardı açıkçası; ”Sana açık kart veriyorum, hayallerinin peşinden git” dedim. Kadıköylü Küçük Sara’nın beceremediğini, artık Kadıköylü küçük Soni gerçekleştirecekti.
O yaz, yazlığa gittiğimiz zaman Soni artık başka bir boyuttaydı. Neredeyse 15 oluyordu ve yolunu belirlemişti. Bunu artık herkesle paylaşıyordu. İnsanlar onu gülümseyerek dinlerken, ben onun çok ciddi olduğunu anlamıştım. Ruhum bayram yeri gibiydi. O uçmak istiyorsa, biz onun kanatlarına motor takacaktık. Hayatta insanların verecekleri kararlara saygı duyulması ve yüreklendirilmesi gerektiğini sanırım benden daha iyi kimse bilemezdi.
Zaten yazlık evimin bir duvarına daha önceden, Halil Cibran’ın bir şiirini çerçeveletip asmıştım,
Şiir şöyleydi;
Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil,
Onlar kendi yolunu izleyen Hayatın oğulları ve kızları.
Sizin aracılığınızla geldiler ama, sizden gelmediler.
Ve sizinle birlikte olsalar da, sizin değiller.
Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil
Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.
Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil.
Çünkü ruhları yanındadır.
Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz.
Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları
Kendiniz gibi olmaya zorlamayın.
Çünkü hayat geriye dönmez, dünle de bir alışverişi yoktur.
Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar.
Okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür
Ve o yüce gücü ile yayı eğerek, okun uzaklara uçmasını sağlar.
Okçunun önünde kıvançla eğilin
Çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar,
Başını dimdik tutarak, kalan yayı da sever.
Halil Cibran
Evet bizi neler bekliyordu? Tam olarak bilinmezdi ama, yine de geleceğin minik cılız sesli çanları, hafiften çalmaya başlamışlardı bile.
92 yazı yine yazlıkta aynı tempo ile geldi geçti. Yine düzinelerle misafirler ağırladık. Güzel günler, ve neşeli zamanlar yaşadık. Siyami Ersek ailesiyle dostluğumuz giderek pekişiyordu. Bir Pazar günü Macaristan’dan onu görmeye gelen eski baldızı Frida ve oğlu ziyarete geldiklerinde, Doktorun oğlu Arif de ailesiyle oradayken, David’le beni de öğle yemeğine davet ettiler. Hemen mutfağa daldım. Taze marul yapraklarını serdiğim büyük bir kayık tabağın üzerine, somon füme dilimleri yerleştirdim. Üzerine kapari yaydım, etrafını tere otu ve kırmızı soğan ve dilimlenmiş katı yumurta ile süsledim. Muhteşem bir tabak oldu. David’le birlikte elimde tabak, onların verandasına girdik. Tabağı alan Birsen hanım onu sofranın ortasına yerleştirdi. Dr.Ersek masadakilere “İşte Yahudiler böyledir, her yerde birinci sınıf davranıp, çevrelerine ışık saçarlar” dedi. Yaşlı delikanlı sanki kendi çocuklarıymışız gibi gururlanmıştı.
Sonbahar başlayınca Soni’yi tatlı bir telaş sardı. Yeni evinin tadilatı yaklaşıyordu. GKD sezonu açmıştı. Kadınlar Tiyatrosu bu sene, Feride Arditi’nin yazdığı “Yüksek Sosyete” oyunuyla sezonu açacaktı. Ben provalara koşuştururken, Yusuf artık daha ciddi hayaller kurmaya başlamış ve “Bizim Kadınlarımız” serisini kitap yaptırma hayallerine dönüştürmüştü. Hatta bir gün kendi ailesi ve Salvo Loya’nın ailesiyle bize yazlığa geldikleri zaman, Salvo, Yusuf ve ben bu kitap işini uzun uzadıya konuşmuştuk zaten. Beni çok yoğun günler bekliyordu.
İRAN’A VELİAHT VEREN KRALİÇE FARAH DİBA
1 & 2
Farah Diba, 14 Ekim 1938’de Tahran'da üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yüzbaşı Sohrab Diba ve eşi Farideh Ghotbi’nin tek çocuğuydu.
Farah, babası aracılığıyla nispeten varlıklı bir geçmiş sahipti. 19. yüzyılın sonlarında büyükbabası, Rusya’nın St. Petersburg kentindeki Romanov döneminde İran Büyükelçisi olarak görev yapan bir diplomattı. Kendi babası, İran İmparatorluk Silahlı Kuvvetleri’nde bir subaydı ve St.Cyr’deki Fransız Askeri Akademisi mezunuydu.
Farah, anılarında babasıyla yakın bir bağı olduğunu ve babasının 1948’deki beklenmedik ölümünün onu derinden etkilediğini yazmıştı. Genç ailenin maddi durumu zordu. Bu kısıtlı koşullarda ,Kuzey Tahran’daki geniş aile villalarından çıkıp, annesi Farideh’in erkek kardeşlerinden biriyle, ortak bir daireye taşınmak zorunda kaldılar.
EĞİTİM VE EVLİLİĞİN YOLUNDA…
Genç Farah Diba, eğitimine Tahran'daki İtalyan okulunda başladı. Ardından 16 yaşına kadar Jeanne d’Arc okuluna ve daha sonra Lycee Razi’ye geçti. Genç kızken bir atletti ve okulunun basketbol takımının kaptanı olmuştu .Oradaki eğitimini tamamladıktan sonra, Albert Besson’un öğrencisi olduğu Paris’teki Ecole Speciale d’Architecture’de mimarlık öğrencisi oldu.
O sırada yurt dışında okuyan bir çok öğrenci, devletin sağladığı burslarla öğrenim görmekteydi. Farah da tam burslu başarılı bir mimarlık öğrencisiydi. Bu nedenle Şah, devlet başkanı olarak yabancı ülkelere ziyaretler yaptığında, yerel İranlı öğrencilerle sık sık bir araya gelirdi. Farah Diba, 1959’da Paris’teki İran Büyükelçiliğinde böyle bir toplantı sırasında ilk kez Şah Muhammed Rıza Pehlevi’ye takdim edildi.
1959 yılında Farah Tahran'a döndükten sonra, Şahın ilk karısı Fevziye’den olan kızı Şahnaz’ın sayesinde, Şahla sık sık bir araya getirildi. Kızların yaşları birbirine yakındı. İkisi arasındaki dostluğun mizanseninde, Şah Farah’a kur yapmaya başladı. Çift, 23 Kasım 1959’da nişanlandıklarını duyurdu.
EVLİLİK VE AİLE...
Farah Diba, 20 Aralık 1959’da 21 yaşındayken Şah Pehlevi ile evlendi. İran’ın genç kraliçesi büyük merak konusu oldu ve düğünü dünya çapında basının ilgisini çekti. Gelinliği ve tüm kıyafetleri ,o zamanlar Dior’un moda evinde o zaman bir tasarımcı olan Yves Saint Laurent tarafından tasarlandı ve düğünde duvağının üzerine takması için, yeni yaptırılan Noor-Ol-Ain-Diamond tacını taktı.
İmparatorluk düğünüyle ilgili gösteriş ve kutlamalardan sonra, bu birliğin başarısı kraliçenin bir erkek varis doğurma yeteneğine bağlı hale geldi. Daha önce iki kez evlenmiş olan Şahın ilk eşinden bir kızı olmuştu. İkinci eşi Süreyya ise ne yazık ki kısırdı. Genç kraliçenin üzerindeki baskı şiddetliydi. Şahın kendisi, tıpkı hükümetin diğer üyeleri gibi bir erkek varisin doğmasını şiddetle istiyordu.
Sonuç olarak çiftin 4 çocuğu oldu: İran Veliaht Prensi Rıza Cyrus Pehlevi (1960), İran Prensesi Farahnaz Pehlevi (1963), İran Prensi Ali Rıza Pehlevi (1966-2011), İran Prensesi Leyla Pehlevi (1970-2001)
KRALİÇE VE İMPARATORİÇE OLARAK…
Yeni kraliçenin, kamu veya hükümet işlerinde oynayacağı kesin rol belirsizdi. Asıl rolü sadece Şaha erkek bir varis vermekti. Saray da ondan başkaca bir talepte bulunulmuyordu. Bununla birlikte, veliahtın doğmasından sonra diğer faaliyetlere ve resmi uğraşlara ayırmakta özgür kalan kraliçe zamanının çoğunu bu işlere harcamaya başladı. Muhammed Rıza her zaman uzun boylu kadınlardan hoşlanırdı. Farah kocasından daha uzundu. Bu da onu bu gerçeği gizlemek için yeni yollar bulmaya yöneltti. Genellikle imparatorluk çiftinin fotoğrafı çekildiğinde, biri veya ikisi sandalyelerde oturuyordu veya şah merdivenlerin bir üst basamağında dururken, Farah hemen altındaki basamakta duruyor ve güzel resim veriyorlardı.
Diğer birçok kraliyet eşi gibi, kraliçe de başlangıçta kendisini törensel rolle sınırladı. 1961’de Fransa’ya yaptığı bir ziyaret sırasında, Fransız hayranı olan Farah, Fransa Kültür Bakanı Andre Malraux ile arkadaş oldu ve onu, 1979 İslam Devrimine kadar canlı bir ticaret olan, Fransız ve İran sanat galerileri ve müzeleri arasında kültürel eserlerin değiş tokuşunu düzenlemeye yönlendirdi. Zamanının çoğunu, tartışmalı konulara derinlemesine girmeden çeşitli eğitim ve sağlık kurumlarının açılışlarına katılarak geçirdi. Ancak zaman ilerledikçe bu pozisyon değişti. Kraliçe, kendisini ilgilendiren sorunlar ve nedenlerle ilgili hükümet işlerine çok daha aktif bir şekilde dahil oldu. Finansman sağlamak ve dikkati özellikle kadın hakları ve kültürel gelişim alanlarındaki nedenlere odaklamak için kocası Şah ile olan yakınlığını ve nüfuzunu kullandı. Farah’ın endişeleri, siyasetin kendi alanından çıkarıldığı ”eğitim, sağlık, kültür ve sosyal konular” idi.
Ancak Şah'ın siyasi açıdan güçlü ikiz kardeşi Prenses Eşref, Farah’ı rakip olarak görmeye başladı. Farah’ın, Prenses Eşref’in, saraydaki etkisini azaltması için kocasına baskı yapmasına yol açan, görümcesiyle olan rekabetiydi.
İmparatoriçenin ana girişimlerinden biri, İranlı kadınların eğitimini iyileştirmeyi amaçlayan ve İran’daki ilk Amerikan tarzı olan Pehlevi Üniversitesini kurmaktı; O zamandan önce, İran Üniversiteleri her zaman Fransız tarzını model almıştı. İmparatoriçe 1978’de görevlerinin şunlar olduğunu yazdı:
Eğitim, sağlık, kültür ve sosyal alanlarda başkanlığını yaptığım ve çok aktif olarak yer aldığım tüm organizasyonları detaylı olarak yazamadım. Bu neredeyse bir kitap kadar uzun olacaktı. Basit bir liste belki fikir verebilir: Çalışan annelerin çocukları için aile refahı teşkilatı-kreşler, kadınlara ve kızlara okuma öğretimi, mesleki eğitim, aile planlaması; Kan Transfüzyonu Organizasyonu; Kanserle Mücadele Örgütü; Muhtaçlara Yardım Kuruluşu…Çocuk Merkezi; Çocukların Entelektüel Gelişim Merkezi…İmparatorluk Felsefe Enstitüsü; İran Kültürü Vakfı; Şiraz Festivali, Tahran Sinema Festivali; İran Folklor Örgütü; Asya Enstitüsü; Medeniyetler Tartışma Merkezi; Pehlevi Üniversitesi; Bilimler Akademisi.
Farah, hafta içi her gün sabah 9’dan,akşam 9’a kadar hayır faaliyetlerinde uzun yıllar çalıştı. Sonunda kraliçe çeşitli konularda, çeşitli yardım taleplerini ele alan 40 kişilik bir kadroya başkanlık etti. İmparatorluk hükümetindeki en görünür figürlerinden biri ve 24 eğitim, sağlık ve kültür kuruluşunun koruyucusu oldu. İnsani rolü özellikle 1970’lerin başında bir süreliğine muazzam popüler olmasını sağladı. Bu dönemde, İran’ın içinde çok seyahat etti, ülkenin en ücra köşelerine kadar gitti ve yerel vatandaşlarla konuştu .Önemi, ilk Şahbanu olarak taç giydiği 1967 taç giyme törenlerindeki rolüyle (imparatoriçe) olarak pekişti. Modern İran, Şah’ın veliaht prensin 21. doğum gününden önce ölmesi veya aciz kalması durumunda, onu resmi naip olarak atadığında bir kez daha doğrulandı. Bir kadının naip olarak adlandırılması, Orta Doğu veya Müslüman bir monarşi için oldukça alışılmadık bir durumdu. İran petrolünün yarattığı büyük servet, imparatorluk mahkemesinde bir İran milliyetçiliği duygusunu teşvik etti. İmparatoriçe, 1950’lerde Fransa’da bir üniversite öğrencisi olarak nereli olduğunun sorulduğu günleri hatırladı:
“Onlara İran’lı olduğumu söylediğimde…Avrupa’lılar, sanki İranlılar barbar ve iğrençmiş gibi dehşet içinde irkilirlerdi. Ancak İran, 1970’lerde Şah döneminde zengin olduktan sonra, her yerde İranlılara iltifatlar yağmaya başladı. Evet majesteleri. Elbette majesteleri. Lütfen majesteleri. Her yanımızda yaltaklanma. Açgözlü dalkavuklar. Sonra İranlıları sevdiler.”
Devam edecek...
SANAT VE KÜLTÜRE KATKILAR…
İmparatoriçe, saltanatının başından itibaren İran'da kültür ve sanatın tanıtımına aktif bir ilgi gösterdi. Onun himayesi sayesinde, tarihi ve çağdaş İran sanatını hem İran'da hem de batı dünyasında öne çıkma tutkusunu ilerletmek için çok sayıda organizasyon yaratıldı ve teşvik edildi.
İmparatoriçe, kendi çabalarının yanı sıra çeşitli vakıf ve danışmanların yardımıyla bu amacı gerçekleştirmeye çalıştı. Bakanlığı, geleneksel İran Sanatları (dokuma, şarkı söyleme ve şiir resitali gibi) ve Batı tiyatrosu dahil olmak üzere birçok sanatsal ifade biçimini teşvik etti. Sahne sanatlarını destekleyen en tanınmış çabası, Şiraz Sanat Festivali’nin himayesiydi. Zaman zaman tartışmalı olan bu etkinlik, 1967’den 1977’ye kadar her yıl düzenlendi ve hem İranlı hem de batılı sanatçıların canlı performanslarına yer verdi. Bununla birlikte,kraliçenin zamanının çoğu, müzelerin yaratılmasına ve koleksiyonlarının toplanmasına gitti.
Eski bir mimarlık öğrencisi olarak, imparatoriçenin yeteneği, Mohsen Foroughi’ye fiilen yardım ederek ve 1968’de tamamlanan Niavaran Kraliyet Sarayı’nda görülüyor: Geleneksel İran mimarisini 1960’ların çağdaş tasarımıyla harmanlıyor. Esas olarak Batı ve Doğu sanatı, felsefesi ve dini üzerinde eserler içeren 22.000 kitaptan oluşan imparatoriçenin kişisel kütüphanesi vardır; iç mekan Aziz Farmanfarmayan tarafından tasarlanmıştır.
SANAT…
Tarihsel olarak kültürel açıdan zengin bir ülke olan 1960’ların İran’ının gösterecek çok az şeyi vardı. 2.500 yıllık tarihi boyunca üretilen büyük sanat hazinelerinin birçoğu yabancı müzelerin ve özel koleksiyonların eline geçmişti. İran’a kendi tarihi eserlerinden uygun bir koleksiyon sağlamak imparatoriçenin başlıca hedeflerinden bir haline geldi. Bu amaçla, yabancı ve yerli koleksiyonlardan çok çeşitli İran eserlerini ”geri satın almak” için kocasının hükümetinden izin ve fon sağladı. Bu, 1972’den 1978’e kadar imparatoriçeye danışmanlık yapan, dönemin en önde gelen İran antika tüccarları olan Houshang ve Mehdi Mahboubian kardeşlerin yardımlarıyla sağlandı. Bu eserlerle birkaç ulusal müze kurdu (çoğu günümüze kadar ayakta kaldı) ve National Trust’ın İran versiyonunu başlattı.
Onun rehberliğinde oluşturulan müzeler ve kültür merkezleri arasında Negarestan Kültür Merkezi, Reza Abbasi Müzesi, değerli Lorestan bronz koleksiyonuyla Khorramabad Müzesi, Ulusal Halı Galerisi ve İran Züccaciye ve Seramik Müzesi yer alıyor.
ÇAĞDAŞ…
İmparatoriçe, tarihi İran eserlerinden oluşan bir koleksiyon oluşturmanın yanı sıra, çağdaş Batı ve İran sanatına ilgi duyduğunu da ifade etti. Bu amaçla, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin himayesine aldı. Bu kurumu kurma ve genişletme çalışmasının meyveleri, belki de imparatoriçenin İran halkına en kalıcı kültürel mirasıdır.
İmparatoriçe, hükümetten tahsis edilen fonları kullanarak, Batı sanatının birkaç önemli eserini satın almak için 1970’lerin biraz durgun bir sanat piyasasından yararlandı. Onun rehberliğinde müze, Pablo Picasso, Claude Monet, George Grosz, Andy Warhol, Jackson Pollock vb. sanatçıların 150 eserini satın aldı. Bugün, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi Koleksiyonu, Avrupa ve ABD dışındaki en önemli koleksiyonlardan biri olarak kabul ediliyor. Geniş koleksiyon, devlet tarafından yayınlanan büyük bir sehpa üzeri kitabında zevkli bir şekilde sergilendi. İran Modern adlı “Assouline Müzesi” İranlı modern bir heykeltıraş ve imparatoriçenin eski kültür danışmanı olan Parviz Tanavoli’ye göre, etkileyici koleksiyonun “yüzlerce değil, onlarca milyon dolar” karşılandığında toplandı. Bugün, bu varlıkların değerinin yaklaşık 2.8 milyar ABD dolarına yakın olduğu tahmin edilmektedir.
Koleksiyon, 1979’da Pehlevi Hanedanı’nın düşüşünden sonra iktidara gelen Batı karşıtı İslam Cumhuriyeti için bir ikilem yarattı. Köktendinci hükümet İran’daki batı etkisini siyasi olarak reddetse de, imparatoriçe tarafından toplanan Batı Sanat Koleksiyonu, muazzam maddi değeri uyarınca elde tutuldu. Bununla birlikte, halka açık olarak sergilenmedi ve Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin mahzenlerinde yaklaşık yirmi yıl saklandı. Bu koleksiyonun büyük bir kısmının Eylül 2005’te Tahran’da gerçekleşen bir sergide kısaca tekrar görülmesinin ardından, rafa kaldırılan sanat eserlerinin akibeti hakkında birçok spekülasyona neden oldu.
İSLAM…
1978’in başlarında İran’da imparatorluk hükümetinin gücünün ve zenginliğinin çok fazla belirgin hale gelmesiyle beraber, ülke halkının memnuniyetsizliğinin bir dizi faktörü, yaklaşan İslam Devrimi’ne katkıda bulundu.
Ülke içindeki hoşnutsuzluk armaya devam etti ve yılın ilerleyen aylarında monarşiye karşı gösteriler çoğalmaya başladı. Farah Diba, anılarında bu süre zarfında “giderek artan bir huzursuzluk duygusu olduğunu “ yazdı. Bu koşullar altında Şahbanu’nun resmi faaliyetlerinin çoğu, güvenliğiyle ilgili endişeler nedeniyle iptal edildi.
Yıl sona ererken, siyasi durum daha da kötüleşti. Ayaklanmalar ve huzursuzluk giderek yükseldi ve Ocak 1979’da doruğa ulaştı. Hükümet, İran’ın büyük şehirlerinin çoğunda sıkı yönetim ilan etti. Artık ülke açıkça bir devrimin eşiğindeydi.
Şah Muhammed Rıza ve Farah, şiddetli protestolara yanıt olarak ülkeyi terk etmeye karar verdiler. Her ikisi de çocuklarıyla birlikte 16 Ocak 1979’da uçakla İran’dan ayrıldı.
İRANDAN AYRILDIKTAN SONRA…
Şah ve Şahbanu’nun İran’dan ayrıldıktan sonra nereye gidecekleri, hükümdar ve danışmanları arasında bile bazı tartışmalara yol açtı. Şah, hükümdarlığı sırasında Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile yakın ilişkiler sürdürmüş ve Farah, başkanın eşi Cihan Sedat ile yakın bir dostluk geliştirmişti. Mısır Devlet Başkanı, imparatorluk çiftine Mısır’a sığınma daveti gönderdi ve kabul ettiler. İran’da ortaya çıkan siyasi durum nedeniyle, devrimden önce İran Monarşisi ile dostane ilişkiler içinde olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet, Şah’ın kendi sınırları içinde varlığını bir sorumluluk olarak gördü. İran’daki Devrimci Hükümet, hem Şah’ın hem de Şahbanu’nun tutuklanmasını (ve daha sonra öldürülmesini) emretmişti. Yeni İran hükümeti birkaç kez onların iadesini şiddetle talep etmeye devam edecekti, ancak devrik hükümdarın ve muhtemelen imparatoriçenin dönüşü için yabancı güçlere baskı yapmak için ne ölçüde hareket edeceği o zamanlar bilinmiyordu.
İmparatorluk çifti, varlıklarının ev sahipleri için oluşturduğu potansiyel tehlikenin farkındaydı. Yanıt olarak, on dört aylık kalıcı sığınma süresinden sonra, yeni bir arayışa ve onları birçok ülkeden geçen bir yolculuğa başlayarak Mısır’ı terk ettiler. Mısırdan sonra, kısa bir süre Kral II. Hasanı’n konuğu oldukları Fas’a gittiler.
Fas’tan ayrıldıktan sonra Şah ve imparatoriçeye Bahamalar’da geçici sığınma hakkı verildi. Bahama vizelerinin süresinin dolması ve yenilenmemesi üzerine Meksika’ya başvurdular ve kabul edildiler. Mexico City yakınlarındaki Cuernavaca’da bir villa kiraladılar. Artık git gide onları daha kötü günler bekliyordu.
devam edecek...
.