KADIKÖYLÜ KÜÇÜK SARA-65
Yıllar su gibi akıp gidiyordu. İnanır mısınız, ben de yılları kronolojik olarak karıştırmaya başladım. Hay üniversiteye giderken Roslin Pardo adında bir kızla çıkmaya başladı. Roslin, Notre De Sion’u bitirdikten sonra Marmara Üniversitesi Okul Öncesi Öğretmenliği ve İletişim Fakültesinde çift dalda okuyordu. İkisi yaşıttı. Sakin, sessiz ve dingin bir kızdı. En önemli özelliklerinden ilki dans etmeyi sevmesi ve koyu bir Betar Siyonist olmasıydı. Bence Hay’ı en çok etkileyen özelliği buydu. Gençler 2005 yılında nişanlandılar. Bir yıl sonra üniversiteyi bitirecekler ve İsrael’e aliya yapacaklardı. Hay’ın terör yüzünden ertelenen planları artık yaşama geçmeye başlamıştı. Ne yalan söyleyeyim onun adına çok seviniyordum, çünkü bir şeyi isteyip de yapamamak, dünyanın en kötü şeyidir. Bu da tecrübeyle sabittir.
2006 yılında, Büyük Ada’daki Çakır Manav Sokağı’ndaki evimizi satmış, onun yerine Maden’de, Çamlık bölgenin hemen başlangıcında bir siteden yeni bir yer almıştık. Tarih ebedi bir tekerrürdür derler, gerçekten de ilk ada evimize yerleşirken Soni aliya yapıyordu ve giderayak bize çok yardım etmişti. Bu sefer de Hay aliya yapıyordu ve o da giderayak evin döşenmesinde ve yerleşmesinde bize çok yardım etmişti. Ne diyeyim oğullarımızın hakkını ödeyemeyiz, ikisi de çok iyi ve acar çocuklardır.
Ev yerleşmesi ve veda sıkıntıları süregelirken ve İsrael’de bu defa da Lübnan Savaşı devam ederken Hay ve Roslin İsrael’e aliya yaptılar. Ama bu sefer Soni’yi gönderdiğim gibi ağlamaktan helak olmamıştım. Bunu nedenleri vardı. Hay artık 22 yaşında yetişkin bir erkekti. Soni ve Lisya onları orada kolları açık bekliyorlardı. Soni ömrü boyunca Hay’a yarı babalık etmiş bir abidir. Yanında nişanlısı vardı. Yani kesinlikle yalnız değildi. Soni henüz 18 bile değilken, bir bilinmeyene tek başına gitmişti. Hay okulu üstün başarı belgesi alarak bitirdiği için not ortalaması 90’a yakındı. İbraniceye oldukça hakimdi, bu yüzden Tel Aviv Üniversitesi’nin Güvenlik Bilimleri bölümüne master programına hemen kabul edildi. Ramat Aviv’de bir daire tutmuşlar ve bisiklet satın almışlardı. Hay üniversiteye her gün bisikletle gidiyordu ve abartmıyorum günde en az 14 saat durmaksızın ders çalışıyordu. Master’ı birincilikle bitirdi ve okul ona doktora yapması için tam burs verdi. Bu hayatta en iyi öğrendiğim şeyi bana Hay öğretti. Çok, çok, çok çalışmadan asla zirveye tırmanamazsınız. Hay bunu başardı.
2006 yılının aralık ayında çocuklar İstanbul’a evlenmeye geldiler. 24 Aralıkta Neve Şalom Sinagogu’nda güzel bir düğünle evlendiler. İşleri istediği gibi ilerliyor ve hayallerini yaşama geçiriyorlardı. Herkesin keyfi yerindeydi.
Düğünden sonra David’le Bosna-Hersek seyahatine çıkmıştık. Orası çok ilginç bir yer. Çok sene geçti tabii ki ama, o zamanlar fazla gelişmiş bir ülke değildi. Sırpların Müslümanlara uyguladıkları katliamın anıları hala taptazeydi. Yollar boyunca her iki yanda yeni Müslüman mezarlıkları vardı. Taşlar yepyeni ve yüzlerce idi. Mezarlar irili ufaklı ve gam yüklüydü. Binalarda kurşun delikleri vardı. Her taraf yoksulluk kokuyordu. Orası adeta eski bir Osmanlı kasabası gibiydi. Yol boyunca Osmanlı döneminden kalmış camiler, kervansaraylar, Türk kahvesi ve nargile içilen kahveler vardı. El örgüsü hakiki yünden örülmüş şahane kıyafetler vardı. David oradan otantik bir yün manto almamda çok ısrar etmişti. Yemekleri lezzetliydi. “Cevapi” adlı kebapları İskender kebabını andırıyordu. Ama yoğurdu manda sütünden imal edildiğinden çatalla ve kesilerek yeniyordu. Üzerine içilen ince belli bardaklarda ikram edilen çay veya Türk kahvesiyle kendinizi memlekette hissediyordunuz. Oranın Müslümanları Boşnaktı ve iyi Türkçe konuşuyorlardı. Boşnaklar aslında Osmanlı idaresine girdikten sonra Müslümanlığı kabul etmiş Hıristiyan bir topluluktu. O yüzden çoğu sarışın ve mavi gözlüydü. Orada bir Yahudi Müzesi vardı. Daha ziyade Holokost Müzesi demek daha doğru olur. Bosna Yahudilerinin çoğu zaten Holokost’ta yok edilmişlerdi. Oranın bir diğer özelliği de 1. Dünya Savaşı’nın başlangıcını temsil eden Avusturya- Macaristan Veliahtı Frannz Ferdinand ve eşi Sofia'nın orada suikaste uğrayıp öldürülmeleriydi. Gavrilo Princip adındaki Sırp gencin tabancasından çıkan kurşun 1. Dünya Savaşı’nın fitilini ateşlemişti. Hükümet binası artık bir müze haline getirilmişti. Gezinin ikinci günü Mostar Köprüsü'ne gitmiştik. Altından gürül gürül akan suların üzerindeki köprüden geçmek gerçekten ilginçti. Sonra o ırmağın kenarındaki şelalenin ve sonbahar yapraklarının arasında Türk kahvesi içmiştik.
Turun 3. gününde ise günü birlik, Hırvatistan’ın Dubrovnik şehrine gitmiştik. Dubrovnik aslında bir güne sığmaz, esas hakkını vermek için en az üç gün kalmak lazım. Şehrin Venedik işi surları çok haşmetliydi. Burada sokaklar hep yokuşlu. Bu yokuşlu sokakların birinde Yahudi cemaati ve sinagogu vardı. Çok hakkını vererek olmasa, da yine de ziyaret ettik. Bu şehirde dünyanın en eski eczanesi var. Üstelik o dönemlerde kullanılan kaplar, kavanozlar ve araç gereçler de mükemmel bir şekilde korunmuş. Yemek yediğimiz yer, dalgaların kayaları hunharca dövdüğü bir kıyının kenarındaydı. Sepetler içinde sundukları, elimden daha iri Jumbo karidesler hala gözümün önünde.
Karşıdan İtalya’nın Bari sahilleri görünüyordu. Oraya eskiden gelen insanlar 40 gün boyunca kocaman bir binada tutulurlar ve tam 40 gün sonra, sağlam raporu alarak şehre giriş yaparmış. Karantina Latince 40 anlamına geliyor. Yani böylece bu kelimenin gerçek anlamını ve uygulanışını da orada öğrenmiş olduk. Orada bulunan Hırvatistan Müzesi’ni de gezdik. Orada da son etnik savaşın acı gerçekleri sergileniyordu.
2007 yılının yazında Rusya’ya seyahate gitmiştik. Moskova ve St. Petersburg’a. Moskova benim için romanlarda çok okuduğum ve hakkında çok şeyler bildiğim bir şehirdi. Biz gittiğimizde artık orası özgür ve dehşet saçan bir ülke halinde tabii ki değildi. Mesela Kremlin Sarayı’nın bulunduğu Kızıl Meydan’da artık AVM’ler açılmış, içinde Mc Donalds, Kentucky Fried Chicken ve Sbarro gibi yabancı markalı lokantalar dolup taşıyordu. Herkesin elinde kırmızı metalden Coca-Cola kutusu vardı ve bu manzara çok ironikti. Şıklık ve sefalet yan yanaydı. 1917 devriminden sonra hayatları aşağı giden birkaç kuşak eski püskü elbiseleri ile etrafta dolanırken, korkusuz ve özgür nesil bu yeni modern hayatın tadını çıkartıyorlardı. Kızıl Meydan’daki oyuncak görünüşlü Korkunç İvan’ın Kilisesi içine girdiğinizde karanlık, daracık ve groteskti. Yani dıştaki şenlikli görünüşünün yanında içinde ahşap ikonlar ve daracık merdivenler vardı. Kızıl Meydan’ın tam ortasındaki Lenin heykelinin yerinde yeller esiyordu. Dükkanlarda çok şık ve pahalı giysiler satılıyordu. Biz bir tekneye binerek Moskva Nehri'ni dolaşırken şehrin en önemli parklarını, manastır ve kiliselerini görebiliyorduk. Kiliselerin kubbelerinin hepsi de soğan biçiminde altın rengi kubbelerle kaplıydı. İnsanları, özellikle erkekler oldukça kaba ve genellikle hep sarhoştular. Ellerindeki bira şişelerini bitirince yolun ortasında bıraktıkları şişeleri gerilerinde bırakarak, sendeleyerek uzaklaşıyorlardı. Sanırım kendilerine yeni bir şişe alkol almaya gidiyorlardı. Kadınlar, genç kızlar ve küçük çocuklar çok güzeldi. Hepsi sarışın ve mavi gözlüydü. Bebeklerin Tanrısal güzellikleri vardı.
Bir gün “Arbat” adlı bir semte gitmiştik. Arbat oranın Ortaköy’ü gibiydi. Her tarafından sanat fışkırıyordu. Benim gibi bir sanat düşkünü için orası cennet gibiydi. Nereye bakacağımı şaşırmıştım. Bazı dükkanlar sadece papier mache eserler satıyorlardı. Güzelliklerinden başım dönüyordu. Diğer bir mağazada makinede işlenmiş ünlü sanatçıların goblen tabloları vardı. Orada kendimden geçtim ve Alphonse Mucha’nın bir goblenini aldım. Takılar, çanak, çömlek, el işi kahve tepsileri, fincanlar derken ve tam hızımı alamazken, bereket David beni durdurabildi. Orada yolun karşısında karşımıza dev gibi amfora çıkmıştı. Pencereleri ve kapısı vardı. Bu amfora kocaman bir ev gibiydi. Merakla içine girdik ve oranın bir Gürcistan Lokantası olduğunu öğrendik. Lokantanın zemini kalın bir camdı altında renga renk balıklar yüzüyordu. Tavanda telgraf telleri vardı ve gerçek serçeler bu tellere konmuş cıvıldaşıp uçuyorlardı. O akşam için oraya rezervasyon yaptırmıştık. Yemekler Gürcü usulüydü, şarap harikaydı ve tenor sesli bir üçlü müzik grubu Gürcü şarkıları söylüyorlardı. Kuşlar uçuşurken, renkli balıklar ayaklarınızın altından geçiyorlardı. Yaşantımın müstesna gecelerinden biriydi. Moskova’nın metro istasyonları başlı başına sanat kokuyorlardı. Her istasyonun tavanları farklı freskler ve tablolarla bezenmişti. Bazılarında Lenin halka hitap ediyordu. Bazılarında gürbüz Rus gençleri ellerinde orak çekiçleri ile başak demetlerini devşiriyorlardı. Metrolarla yer altına inmek için en az 300 basamaklı ve cehennemi hızla inip çıkan yürüyen merdivenlere biniliyordu. Merdivenlerde yüzlerce kişi vardı. Moskova Metrosu dünyanın en eski metrolarından biriydi.
Orada gördüğüm en enteresan müze Borodin Savaşı Müzesiydi. Borodin Savaşı bilindiği gibi Napoleon ordularının, General Kutusof’un komutanlığında yenildiği savaşın adıdır. Vitrinlerin önünden sırasıyla geçerken savaşı adım adım takip edebiliyordunuz. Patlayan ateşler, barut kokuları, yanan samanların kokusu ve dumanı, yerde yatan yaralı ve vurulmuş askerlerin acı içinde yerde yatışları. Napoleon’un çadırı önünde elleri arkasında kavuşturulmuş, çaresizlik voltaları atması… size nasıl anlatsam? Sanki savaşın dehşeti içindeydiniz ve bütün dehşetiyle onu hissediyordunuz. Oradan dışarı çıktığımda kafamı bu güne geri getirmek bayağı vaktimi almıştı.
Bir gün tren istasyonundan bilet alarak St. Petersburg’a doğru yola çıktık. Tren 4 kişilik kompartımanlardan oluşuyordu ve ranza şeklinde yatılıyordu. Yol bütün gece sürdü ve sabah, Sovyet döneminde adı Leningrad olan ve Sovyetlerin dağılması sonunda yeniden St. Petersburg (Sankt Petersburg) adıyla anılmaya başlamıştı. Şehir Moskova’dan çok farklıydı. Sovyet Devrimi sırasında ve sonrasında eski Çarlık Rusya’sının esamesinin bile okunmadığı Moskova şehrinin aksine hiçbir zarara uğratılmamıştı.
Caddeler geniş ve iç açıcıydı. Sovyetler öncesi art noveau binalar hala ayakta duruyorlardı. En önemli caddesinin adı Nevsky caddesiydi. Çarlığın yazlık sarayı olan Hermitage Sarayı bütün haşmetiyle yükseliyordu. Orası artık dünyaca ünlü bir müze haline getirilmişti. İçeri girebilmek için kuyruklarda en az 1-2 saat beklemek zorundasınız. Ama değiyor mu? Evet. Orası inanılmaz bir yer. Dünyada ne kadar değerli, tarihi, kıymetli eşyalar varsa, malakit ve lapis lazuli taşından ve mermerden sütunlar varsa, sanki hepsi orada. Ünlü ressamların tablo galerilerinin haddi hesabı yok. Romanof ailesinin mücevherleri, taçları, asaları, kılıçları, hanımların paha biçilmez mücevheratlarının haddi hesabı yok. Enfiye kutuları, değerli mobilyalarla döşenmiş odalar, paha biçilmez halılar, piyanolar, yüzlerce merdiven, odalardaki şömineler, kıyafetler, kostümler, Faberge Kuyumcusunun eserleri olan kıymetli taşlarla bezenmiş paskalya yumurtaları, binlerce kitapla bezenmiş kütüphaneler, biblolar, porselen insan portreleri. Ben yoruldum. O gün zaten o kadar çok yoruldum ki, bakmaktan gözlerim yoruldu. Beynim yandı. Bacaklarıma kara sular indi. Yorgunlukla bir kahve içerken Romanof ailesi ile ilgili bir kitaba daldım. David de bana Rafaello’nun meleklerinin resmi olan bir şemsiye armağan etti. Sonra yarı baygın çıktığımız parkta Rus bir köylü kadının sattığı Piroşki isimli patatesli sıcacık böreklerinden yedik.