KADIKÖYLÜ KÜÇÜK SARA-65
Yıllar su gibi akıp gidiyordu. İnanır mısınız, ben de yılları kronolojik olarak karıştırmaya başladım. Hay üniversiteye giderken Roslin Pardo adında bir kızla çıkmaya başladı. Roslin, Notre De Sion’u bitirdikten sonra Marmara Üniversitesi Okul Öncesi Öğretmenliği ve İletişim Fakültesinde çift dalda okuyordu. İkisi yaşıttı. Sakin, sessiz ve dingin bir kızdı. En önemli özelliklerinden ilki dans etmeyi sevmesi ve koyu bir Betar Siyonist olmasıydı. Bence Hay’ı en çok etkileyen özelliği buydu. Gençler 2005 yılında nişanlandılar. Bir yıl sonra üniversiteyi bitirecekler ve İsrael’e aliya yapacaklardı. Hay’ın terör yüzünden ertelenen planları artık yaşama geçmeye başlamıştı. Ne yalan söyleyeyim onun adına çok seviniyordum, çünkü bir şeyi isteyip de yapamamak, dünyanın en kötü şeyidir. Bu da tecrübeyle sabittir.
2006 yılında, Büyük Ada’daki Çakır Manav Sokağı’ndaki evimizi satmış, onun yerine Maden’de, Çamlık bölgenin hemen başlangıcında bir siteden yeni bir yer almıştık. Tarih ebedi bir tekerrürdür derler, gerçekten de ilk ada evimize yerleşirken Soni aliya yapıyordu ve giderayak bize çok yardım etmişti. Bu sefer de Hay aliya yapıyordu ve o da giderayak evin döşenmesinde ve yerleşmesinde bize çok yardım etmişti. Ne diyeyim oğullarımızın hakkını ödeyemeyiz, ikisi de çok iyi ve acar çocuklardır.
Ev yerleşmesi ve veda sıkıntıları süregelirken ve İsrael’de bu defa da Lübnan Savaşı devam ederken Hay ve Roslin İsrael’e aliya yaptılar. Ama bu sefer Soni’yi gönderdiğim gibi ağlamaktan helak olmamıştım. Bunu nedenleri vardı. Hay artık 22 yaşında yetişkin bir erkekti. Soni ve Lisya onları orada kolları açık bekliyorlardı. Soni ömrü boyunca Hay’a yarı babalık etmiş bir abidir. Yanında nişanlısı vardı. Yani kesinlikle yalnız değildi. Soni henüz 18 bile değilken, bir bilinmeyene tek başına gitmişti. Hay okulu üstün başarı belgesi alarak bitirdiği için not ortalaması 90’a yakındı. İbraniceye oldukça hakimdi, bu yüzden Tel Aviv Üniversitesi’nin Güvenlik Bilimleri bölümüne master programına hemen kabul edildi. Ramat Aviv’de bir daire tutmuşlar ve bisiklet satın almışlardı. Hay üniversiteye her gün bisikletle gidiyordu ve abartmıyorum günde en az 14 saat durmaksızın ders çalışıyordu. Master’ı birincilikle bitirdi ve okul ona doktora yapması için tam burs verdi. Bu hayatta en iyi öğrendiğim şeyi bana Hay öğretti. Çok, çok, çok çalışmadan asla zirveye tırmanamazsınız. Hay bunu başardı.
2006 yılının aralık ayında çocuklar İstanbul’a evlenmeye geldiler. 24 Aralıkta Neve Şalom Sinagogu’nda güzel bir düğünle evlendiler. İşleri istediği gibi ilerliyor ve hayallerini yaşama geçiriyorlardı. Herkesin keyfi yerindeydi.
Düğünden sonra David’le Bosna-Hersek seyahatine çıkmıştık. Orası çok ilginç bir yer. Çok sene geçti tabii ki ama, o zamanlar fazla gelişmiş bir ülke değildi. Sırpların Müslümanlara uyguladıkları katliamın anıları hala taptazeydi. Yollar boyunca her iki yanda yeni Müslüman mezarlıkları vardı. Taşlar yepyeni ve yüzlerce idi. Mezarlar irili ufaklı ve gam yüklüydü. Binalarda kurşun delikleri vardı. Her taraf yoksulluk kokuyordu. Orası adeta eski bir Osmanlı kasabası gibiydi. Yol boyunca Osmanlı döneminden kalmış camiler, kervansaraylar, Türk kahvesi ve nargile içilen kahveler vardı. El örgüsü hakiki yünden örülmüş şahane kıyafetler vardı. David oradan otantik bir yün manto almamda çok ısrar etmişti. Yemekleri lezzetliydi. “Cevapi” adlı kebapları İskender kebabını andırıyordu. Ama yoğurdu manda sütünden imal edildiğinden çatalla ve kesilerek yeniyordu. Üzerine içilen ince belli bardaklarda ikram edilen çay veya Türk kahvesiyle kendinizi memlekette hissediyordunuz. Oranın Müslümanları Boşnaktı ve iyi Türkçe konuşuyorlardı. Boşnaklar aslında Osmanlı idaresine girdikten sonra Müslümanlığı kabul etmiş Hıristiyan bir topluluktu. O yüzden çoğu sarışın ve mavi gözlüydü. Orada bir Yahudi Müzesi vardı. Daha ziyade Holokost Müzesi demek daha doğru olur. Bosna Yahudilerinin çoğu zaten Holokost’ta yok edilmişlerdi. Oranın bir diğer özelliği de 1. Dünya Savaşı’nın başlangıcını temsil eden Avusturya- Macaristan Veliahtı Frannz Ferdinand ve eşi Sofia'nın orada suikaste uğrayıp öldürülmeleriydi. Gavrilo Princip adındaki Sırp gencin tabancasından çıkan kurşun 1. Dünya Savaşı’nın fitilini ateşlemişti. Hükümet binası artık bir müze haline getirilmişti. Gezinin ikinci günü Mostar Köprüsü'ne gitmiştik. Altından gürül gürül akan suların üzerindeki köprüden geçmek gerçekten ilginçti. Sonra o ırmağın kenarındaki şelalenin ve sonbahar yapraklarının arasında Türk kahvesi içmiştik.
Turun 3. gününde ise günü birlik, Hırvatistan’ın Dubrovnik şehrine gitmiştik. Dubrovnik aslında bir güne sığmaz, esas hakkını vermek için en az üç gün kalmak lazım. Şehrin Venedik işi surları çok haşmetliydi. Burada sokaklar hep yokuşlu. Bu yokuşlu sokakların birinde Yahudi cemaati ve sinagogu vardı. Çok hakkını vererek olmasa, da yine de ziyaret ettik. Bu şehirde dünyanın en eski eczanesi var. Üstelik o dönemlerde kullanılan kaplar, kavanozlar ve araç gereçler de mükemmel bir şekilde korunmuş. Yemek yediğimiz yer, dalgaların kayaları hunharca dövdüğü bir kıyının kenarındaydı. Sepetler içinde sundukları, elimden daha iri Jumbo karidesler hala gözümün önünde.
Karşıdan İtalya’nın Bari sahilleri görünüyordu. Oraya eskiden gelen insanlar 40 gün boyunca kocaman bir binada tutulurlar ve tam 40 gün sonra, sağlam raporu alarak şehre giriş yaparmış. Karantina Latince 40 anlamına geliyor. Yani böylece bu kelimenin gerçek anlamını ve uygulanışını da orada öğrenmiş olduk. Orada bulunan Hırvatistan Müzesi’ni de gezdik. Orada da son etnik savaşın acı gerçekleri sergileniyordu.
2007 yılının yazında Rusya’ya seyahate gitmiştik. Moskova ve St. Petersburg’a. Moskova benim için romanlarda çok okuduğum ve hakkında çok şeyler bildiğim bir şehirdi. Biz gittiğimizde artık orası özgür ve dehşet saçan bir ülke halinde tabii ki değildi. Mesela Kremlin Sarayı’nın bulunduğu Kızıl Meydan’da artık AVM’ler açılmış, içinde Mc Donalds, Kentucky Fried Chicken ve Sbarro gibi yabancı markalı lokantalar dolup taşıyordu. Herkesin elinde kırmızı metalden Coca-Cola kutusu vardı ve bu manzara çok ironikti. Şıklık ve sefalet yan yanaydı. 1917 devriminden sonra hayatları aşağı giden birkaç kuşak eski püskü elbiseleri ile etrafta dolanırken, korkusuz ve özgür nesil bu yeni modern hayatın tadını çıkartıyorlardı. Kızıl Meydan’daki oyuncak görünüşlü Korkunç İvan’ın Kilisesi içine girdiğinizde karanlık, daracık ve groteskti. Yani dıştaki şenlikli görünüşünün yanında içinde ahşap ikonlar ve daracık merdivenler vardı. Kızıl Meydan’ın tam ortasındaki Lenin heykelinin yerinde yeller esiyordu. Dükkanlarda çok şık ve pahalı giysiler satılıyordu. Biz bir tekneye binerek Moskva Nehri'ni dolaşırken şehrin en önemli parklarını, manastır ve kiliselerini görebiliyorduk. Kiliselerin kubbelerinin hepsi de soğan biçiminde altın rengi kubbelerle kaplıydı. İnsanları, özellikle erkekler oldukça kaba ve genellikle hep sarhoştular. Ellerindeki bira şişelerini bitirince yolun ortasında bıraktıkları şişeleri gerilerinde bırakarak, sendeleyerek uzaklaşıyorlardı. Sanırım kendilerine yeni bir şişe alkol almaya gidiyorlardı. Kadınlar, genç kızlar ve küçük çocuklar çok güzeldi. Hepsi sarışın ve mavi gözlüydü. Bebeklerin Tanrısal güzellikleri vardı.
Bir gün “Arbat” adlı bir semte gitmiştik. Arbat oranın Ortaköy’ü gibiydi. Her tarafından sanat fışkırıyordu. Benim gibi bir sanat düşkünü için orası cennet gibiydi. Nereye bakacağımı şaşırmıştım. Bazı dükkanlar sadece papier mache eserler satıyorlardı. Güzelliklerinden başım dönüyordu. Diğer bir mağazada makinede işlenmiş ünlü sanatçıların goblen tabloları vardı. Orada kendimden geçtim ve Alphonse Mucha’nın bir goblenini aldım. Takılar, çanak, çömlek, el işi kahve tepsileri, fincanlar derken ve tam hızımı alamazken, bereket David beni durdurabildi. Orada yolun karşısında karşımıza dev gibi amfora çıkmıştı. Pencereleri ve kapısı vardı. Bu amfora kocaman bir ev gibiydi. Merakla içine girdik ve oranın bir Gürcistan Lokantası olduğunu öğrendik. Lokantanın zemini kalın bir camdı altında renga renk balıklar yüzüyordu. Tavanda telgraf telleri vardı ve gerçek serçeler bu tellere konmuş cıvıldaşıp uçuyorlardı. O akşam için oraya rezervasyon yaptırmıştık. Yemekler Gürcü usulüydü, şarap harikaydı ve tenor sesli bir üçlü müzik grubu Gürcü şarkıları söylüyorlardı. Kuşlar uçuşurken, renkli balıklar ayaklarınızın altından geçiyorlardı. Yaşantımın müstesna gecelerinden biriydi. Moskova’nın metro istasyonları başlı başına sanat kokuyorlardı. Her istasyonun tavanları farklı freskler ve tablolarla bezenmişti. Bazılarında Lenin halka hitap ediyordu. Bazılarında gürbüz Rus gençleri ellerinde orak çekiçleri ile başak demetlerini devşiriyorlardı. Metrolarla yer altına inmek için en az 300 basamaklı ve cehennemi hızla inip çıkan yürüyen merdivenlere biniliyordu. Merdivenlerde yüzlerce kişi vardı. Moskova Metrosu dünyanın en eski metrolarından biriydi.
Orada gördüğüm en enteresan müze Borodin Savaşı Müzesiydi. Borodin Savaşı bilindiği gibi Napoleon ordularının, General Kutusof’un komutanlığında yenildiği savaşın adıdır. Vitrinlerin önünden sırasıyla geçerken savaşı adım adım takip edebiliyordunuz. Patlayan ateşler, barut kokuları, yanan samanların kokusu ve dumanı, yerde yatan yaralı ve vurulmuş askerlerin acı içinde yerde yatışları. Napoleon’un çadırı önünde elleri arkasında kavuşturulmuş, çaresizlik voltaları atması… size nasıl anlatsam? Sanki savaşın dehşeti içindeydiniz ve bütün dehşetiyle onu hissediyordunuz. Oradan dışarı çıktığımda kafamı bu güne geri getirmek bayağı vaktimi almıştı.
Bir gün tren istasyonundan bilet alarak St. Petersburg’a doğru yola çıktık. Tren 4 kişilik kompartımanlardan oluşuyordu ve ranza şeklinde yatılıyordu. Yol bütün gece sürdü ve sabah, Sovyet döneminde adı Leningrad olan ve Sovyetlerin dağılması sonunda yeniden St. Petersburg (Sankt Petersburg) adıyla anılmaya başlamıştı. Şehir Moskova’dan çok farklıydı. Sovyet Devrimi sırasında ve sonrasında eski Çarlık Rusya’sının esamesinin bile okunmadığı Moskova şehrinin aksine hiçbir zarara uğratılmamıştı.
Caddeler geniş ve iç açıcıydı. Sovyetler öncesi art noveau binalar hala ayakta duruyorlardı. En önemli caddesinin adı Nevsky caddesiydi. Çarlığın yazlık sarayı olan Hermitage Sarayı bütün haşmetiyle yükseliyordu. Orası artık dünyaca ünlü bir müze haline getirilmişti. İçeri girebilmek için kuyruklarda en az 1-2 saat beklemek zorundasınız. Ama değiyor mu? Evet. Orası inanılmaz bir yer. Dünyada ne kadar değerli, tarihi, kıymetli eşyalar varsa, malakit ve lapis lazuli taşından ve mermerden sütunlar varsa, sanki hepsi orada. Ünlü ressamların tablo galerilerinin haddi hesabı yok. Romanof ailesinin mücevherleri, taçları, asaları, kılıçları, hanımların paha biçilmez mücevheratlarının haddi hesabı yok. Enfiye kutuları, değerli mobilyalarla döşenmiş odalar, paha biçilmez halılar, piyanolar, yüzlerce merdiven, odalardaki şömineler, kıyafetler, kostümler, Faberge Kuyumcusunun eserleri olan kıymetli taşlarla bezenmiş paskalya yumurtaları, binlerce kitapla bezenmiş kütüphaneler, biblolar, porselen insan portreleri. Ben yoruldum. O gün zaten o kadar çok yoruldum ki, bakmaktan gözlerim yoruldu. Beynim yandı. Bacaklarıma kara sular indi. Yorgunlukla bir kahve içerken Romanof ailesi ile ilgili bir kitaba daldım. David de bana Rafaello’nun meleklerinin resmi olan bir şemsiye armağan etti. Sonra yarı baygın çıktığımız parkta Rus bir köylü kadının sattığı Piroşki isimli patatesli sıcacık böreklerinden yedik.
İRAN’A VELİAHT VEREN KRALİÇE FARAH DİBA
1 & 2
Farah Diba, 14 Ekim 1938’de Tahran'da üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yüzbaşı Sohrab Diba ve eşi Farideh Ghotbi’nin tek çocuğuydu.
Farah, babası aracılığıyla nispeten varlıklı bir geçmiş sahipti. 19. yüzyılın sonlarında büyükbabası, Rusya’nın St. Petersburg kentindeki Romanov döneminde İran Büyükelçisi olarak görev yapan bir diplomattı. Kendi babası, İran İmparatorluk Silahlı Kuvvetleri’nde bir subaydı ve St.Cyr’deki Fransız Askeri Akademisi mezunuydu.
Farah, anılarında babasıyla yakın bir bağı olduğunu ve babasının 1948’deki beklenmedik ölümünün onu derinden etkilediğini yazmıştı. Genç ailenin maddi durumu zordu. Bu kısıtlı koşullarda ,Kuzey Tahran’daki geniş aile villalarından çıkıp, annesi Farideh’in erkek kardeşlerinden biriyle, ortak bir daireye taşınmak zorunda kaldılar.
EĞİTİM VE EVLİLİĞİN YOLUNDA…
Genç Farah Diba, eğitimine Tahran'daki İtalyan okulunda başladı. Ardından 16 yaşına kadar Jeanne d’Arc okuluna ve daha sonra Lycee Razi’ye geçti. Genç kızken bir atletti ve okulunun basketbol takımının kaptanı olmuştu .Oradaki eğitimini tamamladıktan sonra, Albert Besson’un öğrencisi olduğu Paris’teki Ecole Speciale d’Architecture’de mimarlık öğrencisi oldu.
O sırada yurt dışında okuyan bir çok öğrenci, devletin sağladığı burslarla öğrenim görmekteydi. Farah da tam burslu başarılı bir mimarlık öğrencisiydi. Bu nedenle Şah, devlet başkanı olarak yabancı ülkelere ziyaretler yaptığında, yerel İranlı öğrencilerle sık sık bir araya gelirdi. Farah Diba, 1959’da Paris’teki İran Büyükelçiliğinde böyle bir toplantı sırasında ilk kez Şah Muhammed Rıza Pehlevi’ye takdim edildi.
1959 yılında Farah Tahran'a döndükten sonra, Şahın ilk karısı Fevziye’den olan kızı Şahnaz’ın sayesinde, Şahla sık sık bir araya getirildi. Kızların yaşları birbirine yakındı. İkisi arasındaki dostluğun mizanseninde, Şah Farah’a kur yapmaya başladı. Çift, 23 Kasım 1959’da nişanlandıklarını duyurdu.
EVLİLİK VE AİLE...
Farah Diba, 20 Aralık 1959’da 21 yaşındayken Şah Pehlevi ile evlendi. İran’ın genç kraliçesi büyük merak konusu oldu ve düğünü dünya çapında basının ilgisini çekti. Gelinliği ve tüm kıyafetleri ,o zamanlar Dior’un moda evinde o zaman bir tasarımcı olan Yves Saint Laurent tarafından tasarlandı ve düğünde duvağının üzerine takması için, yeni yaptırılan Noor-Ol-Ain-Diamond tacını taktı.
İmparatorluk düğünüyle ilgili gösteriş ve kutlamalardan sonra, bu birliğin başarısı kraliçenin bir erkek varis doğurma yeteneğine bağlı hale geldi. Daha önce iki kez evlenmiş olan Şahın ilk eşinden bir kızı olmuştu. İkinci eşi Süreyya ise ne yazık ki kısırdı. Genç kraliçenin üzerindeki baskı şiddetliydi. Şahın kendisi, tıpkı hükümetin diğer üyeleri gibi bir erkek varisin doğmasını şiddetle istiyordu.
Sonuç olarak çiftin 4 çocuğu oldu: İran Veliaht Prensi Rıza Cyrus Pehlevi (1960), İran Prensesi Farahnaz Pehlevi (1963), İran Prensi Ali Rıza Pehlevi (1966-2011), İran Prensesi Leyla Pehlevi (1970-2001)
KRALİÇE VE İMPARATORİÇE OLARAK…
Yeni kraliçenin, kamu veya hükümet işlerinde oynayacağı kesin rol belirsizdi. Asıl rolü sadece Şaha erkek bir varis vermekti. Saray da ondan başkaca bir talepte bulunulmuyordu. Bununla birlikte, veliahtın doğmasından sonra diğer faaliyetlere ve resmi uğraşlara ayırmakta özgür kalan kraliçe zamanının çoğunu bu işlere harcamaya başladı. Muhammed Rıza her zaman uzun boylu kadınlardan hoşlanırdı. Farah kocasından daha uzundu. Bu da onu bu gerçeği gizlemek için yeni yollar bulmaya yöneltti. Genellikle imparatorluk çiftinin fotoğrafı çekildiğinde, biri veya ikisi sandalyelerde oturuyordu veya şah merdivenlerin bir üst basamağında dururken, Farah hemen altındaki basamakta duruyor ve güzel resim veriyorlardı.
Diğer birçok kraliyet eşi gibi, kraliçe de başlangıçta kendisini törensel rolle sınırladı. 1961’de Fransa’ya yaptığı bir ziyaret sırasında, Fransız hayranı olan Farah, Fransa Kültür Bakanı Andre Malraux ile arkadaş oldu ve onu, 1979 İslam Devrimine kadar canlı bir ticaret olan, Fransız ve İran sanat galerileri ve müzeleri arasında kültürel eserlerin değiş tokuşunu düzenlemeye yönlendirdi. Zamanının çoğunu, tartışmalı konulara derinlemesine girmeden çeşitli eğitim ve sağlık kurumlarının açılışlarına katılarak geçirdi. Ancak zaman ilerledikçe bu pozisyon değişti. Kraliçe, kendisini ilgilendiren sorunlar ve nedenlerle ilgili hükümet işlerine çok daha aktif bir şekilde dahil oldu. Finansman sağlamak ve dikkati özellikle kadın hakları ve kültürel gelişim alanlarındaki nedenlere odaklamak için kocası Şah ile olan yakınlığını ve nüfuzunu kullandı. Farah’ın endişeleri, siyasetin kendi alanından çıkarıldığı ”eğitim, sağlık, kültür ve sosyal konular” idi.
Ancak Şah'ın siyasi açıdan güçlü ikiz kardeşi Prenses Eşref, Farah’ı rakip olarak görmeye başladı. Farah’ın, Prenses Eşref’in, saraydaki etkisini azaltması için kocasına baskı yapmasına yol açan, görümcesiyle olan rekabetiydi.
İmparatoriçenin ana girişimlerinden biri, İranlı kadınların eğitimini iyileştirmeyi amaçlayan ve İran’daki ilk Amerikan tarzı olan Pehlevi Üniversitesini kurmaktı; O zamandan önce, İran Üniversiteleri her zaman Fransız tarzını model almıştı. İmparatoriçe 1978’de görevlerinin şunlar olduğunu yazdı:
Eğitim, sağlık, kültür ve sosyal alanlarda başkanlığını yaptığım ve çok aktif olarak yer aldığım tüm organizasyonları detaylı olarak yazamadım. Bu neredeyse bir kitap kadar uzun olacaktı. Basit bir liste belki fikir verebilir: Çalışan annelerin çocukları için aile refahı teşkilatı-kreşler, kadınlara ve kızlara okuma öğretimi, mesleki eğitim, aile planlaması; Kan Transfüzyonu Organizasyonu; Kanserle Mücadele Örgütü; Muhtaçlara Yardım Kuruluşu…Çocuk Merkezi; Çocukların Entelektüel Gelişim Merkezi…İmparatorluk Felsefe Enstitüsü; İran Kültürü Vakfı; Şiraz Festivali, Tahran Sinema Festivali; İran Folklor Örgütü; Asya Enstitüsü; Medeniyetler Tartışma Merkezi; Pehlevi Üniversitesi; Bilimler Akademisi.
Farah, hafta içi her gün sabah 9’dan,akşam 9’a kadar hayır faaliyetlerinde uzun yıllar çalıştı. Sonunda kraliçe çeşitli konularda, çeşitli yardım taleplerini ele alan 40 kişilik bir kadroya başkanlık etti. İmparatorluk hükümetindeki en görünür figürlerinden biri ve 24 eğitim, sağlık ve kültür kuruluşunun koruyucusu oldu. İnsani rolü özellikle 1970’lerin başında bir süreliğine muazzam popüler olmasını sağladı. Bu dönemde, İran’ın içinde çok seyahat etti, ülkenin en ücra köşelerine kadar gitti ve yerel vatandaşlarla konuştu .Önemi, ilk Şahbanu olarak taç giydiği 1967 taç giyme törenlerindeki rolüyle (imparatoriçe) olarak pekişti. Modern İran, Şah’ın veliaht prensin 21. doğum gününden önce ölmesi veya aciz kalması durumunda, onu resmi naip olarak atadığında bir kez daha doğrulandı. Bir kadının naip olarak adlandırılması, Orta Doğu veya Müslüman bir monarşi için oldukça alışılmadık bir durumdu. İran petrolünün yarattığı büyük servet, imparatorluk mahkemesinde bir İran milliyetçiliği duygusunu teşvik etti. İmparatoriçe, 1950’lerde Fransa’da bir üniversite öğrencisi olarak nereli olduğunun sorulduğu günleri hatırladı:
“Onlara İran’lı olduğumu söylediğimde…Avrupa’lılar, sanki İranlılar barbar ve iğrençmiş gibi dehşet içinde irkilirlerdi. Ancak İran, 1970’lerde Şah döneminde zengin olduktan sonra, her yerde İranlılara iltifatlar yağmaya başladı. Evet majesteleri. Elbette majesteleri. Lütfen majesteleri. Her yanımızda yaltaklanma. Açgözlü dalkavuklar. Sonra İranlıları sevdiler.”
Devam edecek...
SANAT VE KÜLTÜRE KATKILAR…
İmparatoriçe, saltanatının başından itibaren İran'da kültür ve sanatın tanıtımına aktif bir ilgi gösterdi. Onun himayesi sayesinde, tarihi ve çağdaş İran sanatını hem İran'da hem de batı dünyasında öne çıkma tutkusunu ilerletmek için çok sayıda organizasyon yaratıldı ve teşvik edildi.
İmparatoriçe, kendi çabalarının yanı sıra çeşitli vakıf ve danışmanların yardımıyla bu amacı gerçekleştirmeye çalıştı. Bakanlığı, geleneksel İran Sanatları (dokuma, şarkı söyleme ve şiir resitali gibi) ve Batı tiyatrosu dahil olmak üzere birçok sanatsal ifade biçimini teşvik etti. Sahne sanatlarını destekleyen en tanınmış çabası, Şiraz Sanat Festivali’nin himayesiydi. Zaman zaman tartışmalı olan bu etkinlik, 1967’den 1977’ye kadar her yıl düzenlendi ve hem İranlı hem de batılı sanatçıların canlı performanslarına yer verdi. Bununla birlikte,kraliçenin zamanının çoğu, müzelerin yaratılmasına ve koleksiyonlarının toplanmasına gitti.
Eski bir mimarlık öğrencisi olarak, imparatoriçenin yeteneği, Mohsen Foroughi’ye fiilen yardım ederek ve 1968’de tamamlanan Niavaran Kraliyet Sarayı’nda görülüyor: Geleneksel İran mimarisini 1960’ların çağdaş tasarımıyla harmanlıyor. Esas olarak Batı ve Doğu sanatı, felsefesi ve dini üzerinde eserler içeren 22.000 kitaptan oluşan imparatoriçenin kişisel kütüphanesi vardır; iç mekan Aziz Farmanfarmayan tarafından tasarlanmıştır.
SANAT…
Tarihsel olarak kültürel açıdan zengin bir ülke olan 1960’ların İran’ının gösterecek çok az şeyi vardı. 2.500 yıllık tarihi boyunca üretilen büyük sanat hazinelerinin birçoğu yabancı müzelerin ve özel koleksiyonların eline geçmişti. İran’a kendi tarihi eserlerinden uygun bir koleksiyon sağlamak imparatoriçenin başlıca hedeflerinden bir haline geldi. Bu amaçla, yabancı ve yerli koleksiyonlardan çok çeşitli İran eserlerini ”geri satın almak” için kocasının hükümetinden izin ve fon sağladı. Bu, 1972’den 1978’e kadar imparatoriçeye danışmanlık yapan, dönemin en önde gelen İran antika tüccarları olan Houshang ve Mehdi Mahboubian kardeşlerin yardımlarıyla sağlandı. Bu eserlerle birkaç ulusal müze kurdu (çoğu günümüze kadar ayakta kaldı) ve National Trust’ın İran versiyonunu başlattı.
Onun rehberliğinde oluşturulan müzeler ve kültür merkezleri arasında Negarestan Kültür Merkezi, Reza Abbasi Müzesi, değerli Lorestan bronz koleksiyonuyla Khorramabad Müzesi, Ulusal Halı Galerisi ve İran Züccaciye ve Seramik Müzesi yer alıyor.
ÇAĞDAŞ…
İmparatoriçe, tarihi İran eserlerinden oluşan bir koleksiyon oluşturmanın yanı sıra, çağdaş Batı ve İran sanatına ilgi duyduğunu da ifade etti. Bu amaçla, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin himayesine aldı. Bu kurumu kurma ve genişletme çalışmasının meyveleri, belki de imparatoriçenin İran halkına en kalıcı kültürel mirasıdır.
İmparatoriçe, hükümetten tahsis edilen fonları kullanarak, Batı sanatının birkaç önemli eserini satın almak için 1970’lerin biraz durgun bir sanat piyasasından yararlandı. Onun rehberliğinde müze, Pablo Picasso, Claude Monet, George Grosz, Andy Warhol, Jackson Pollock vb. sanatçıların 150 eserini satın aldı. Bugün, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi Koleksiyonu, Avrupa ve ABD dışındaki en önemli koleksiyonlardan biri olarak kabul ediliyor. Geniş koleksiyon, devlet tarafından yayınlanan büyük bir sehpa üzeri kitabında zevkli bir şekilde sergilendi. İran Modern adlı “Assouline Müzesi” İranlı modern bir heykeltıraş ve imparatoriçenin eski kültür danışmanı olan Parviz Tanavoli’ye göre, etkileyici koleksiyonun “yüzlerce değil, onlarca milyon dolar” karşılandığında toplandı. Bugün, bu varlıkların değerinin yaklaşık 2.8 milyar ABD dolarına yakın olduğu tahmin edilmektedir.
Koleksiyon, 1979’da Pehlevi Hanedanı’nın düşüşünden sonra iktidara gelen Batı karşıtı İslam Cumhuriyeti için bir ikilem yarattı. Köktendinci hükümet İran’daki batı etkisini siyasi olarak reddetse de, imparatoriçe tarafından toplanan Batı Sanat Koleksiyonu, muazzam maddi değeri uyarınca elde tutuldu. Bununla birlikte, halka açık olarak sergilenmedi ve Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin mahzenlerinde yaklaşık yirmi yıl saklandı. Bu koleksiyonun büyük bir kısmının Eylül 2005’te Tahran’da gerçekleşen bir sergide kısaca tekrar görülmesinin ardından, rafa kaldırılan sanat eserlerinin akibeti hakkında birçok spekülasyona neden oldu.
İSLAM…
1978’in başlarında İran’da imparatorluk hükümetinin gücünün ve zenginliğinin çok fazla belirgin hale gelmesiyle beraber, ülke halkının memnuniyetsizliğinin bir dizi faktörü, yaklaşan İslam Devrimi’ne katkıda bulundu.
Ülke içindeki hoşnutsuzluk armaya devam etti ve yılın ilerleyen aylarında monarşiye karşı gösteriler çoğalmaya başladı. Farah Diba, anılarında bu süre zarfında “giderek artan bir huzursuzluk duygusu olduğunu “ yazdı. Bu koşullar altında Şahbanu’nun resmi faaliyetlerinin çoğu, güvenliğiyle ilgili endişeler nedeniyle iptal edildi.
Yıl sona ererken, siyasi durum daha da kötüleşti. Ayaklanmalar ve huzursuzluk giderek yükseldi ve Ocak 1979’da doruğa ulaştı. Hükümet, İran’ın büyük şehirlerinin çoğunda sıkı yönetim ilan etti. Artık ülke açıkça bir devrimin eşiğindeydi.
Şah Muhammed Rıza ve Farah, şiddetli protestolara yanıt olarak ülkeyi terk etmeye karar verdiler. Her ikisi de çocuklarıyla birlikte 16 Ocak 1979’da uçakla İran’dan ayrıldı.
İRANDAN AYRILDIKTAN SONRA…
Şah ve Şahbanu’nun İran’dan ayrıldıktan sonra nereye gidecekleri, hükümdar ve danışmanları arasında bile bazı tartışmalara yol açtı. Şah, hükümdarlığı sırasında Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile yakın ilişkiler sürdürmüş ve Farah, başkanın eşi Cihan Sedat ile yakın bir dostluk geliştirmişti. Mısır Devlet Başkanı, imparatorluk çiftine Mısır’a sığınma daveti gönderdi ve kabul ettiler. İran’da ortaya çıkan siyasi durum nedeniyle, devrimden önce İran Monarşisi ile dostane ilişkiler içinde olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet, Şah’ın kendi sınırları içinde varlığını bir sorumluluk olarak gördü. İran’daki Devrimci Hükümet, hem Şah’ın hem de Şahbanu’nun tutuklanmasını (ve daha sonra öldürülmesini) emretmişti. Yeni İran hükümeti birkaç kez onların iadesini şiddetle talep etmeye devam edecekti, ancak devrik hükümdarın ve muhtemelen imparatoriçenin dönüşü için yabancı güçlere baskı yapmak için ne ölçüde hareket edeceği o zamanlar bilinmiyordu.
İmparatorluk çifti, varlıklarının ev sahipleri için oluşturduğu potansiyel tehlikenin farkındaydı. Yanıt olarak, on dört aylık kalıcı sığınma süresinden sonra, yeni bir arayışa ve onları birçok ülkeden geçen bir yolculuğa başlayarak Mısır’ı terk ettiler. Mısırdan sonra, kısa bir süre Kral II. Hasanı’n konuğu oldukları Fas’a gittiler.
Fas’tan ayrıldıktan sonra Şah ve imparatoriçeye Bahamalar’da geçici sığınma hakkı verildi. Bahama vizelerinin süresinin dolması ve yenilenmemesi üzerine Meksika’ya başvurdular ve kabul edildiler. Mexico City yakınlarındaki Cuernavaca’da bir villa kiraladılar. Artık git gide onları daha kötü günler bekliyordu.
devam edecek...
.