KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA -37-
81 yılının Mayıs ayında yeni bir kiralık ev aramaya başladık. İlk evimiz çok güzeldi ama su ve kalorifer sorunu canımıza tak etmişti. Sonunda Mayıs ayının sonlarına doğru, Bahariye'de Keresteci Aziz Sokak’ta, Gül Apartmanı'nda bir giriş katına taşındık. Ev oldukça iyi durumdaydı. Ben bir günde bütün radyatör peteklerini boyadım. Duvar kağıtları yeniydi. Gerisi tertemizdi. Bir genel temizlik yaptırıp taşındık. Açıkça söylemem gerekirse ben ucu hep Bahariye Caddesi’ne çok yakın evlerde yaşadığımdan Keresteci Aziz Sokağı’nın konumundan ve adından bile hiç hoşnut değildim. Caddeye iki paralel geride kendimi tecrit edilmiş gibi hissediyordum. Ama özellikle çocuğun sağlığı açısından, bu ev kömürle yanan bir kalorifer kazanına sahip olduğundan, evimiz sıcacık ısınıyordu. Su problemi de yoktu. Komşuların hepsi de iyi insanlardı. En üst katta oturan Ülkü Hanım ilk okul öğretmeniydi. Soni daha sonra 1. sınıfa başladığı Moda İlkokulu’nda, onun öğretmeni olmuştu. Onlar daha komşuyken bile birbirlerini çok severlerdi. Soni öğretmen açısından çok şanslıydı.
Fügen’le arkadaş olmamızdan tam 2 ay sonra biz Can Apartmanı’ndan taşınmıştık ama yine de haftada en az iki üç kere görüşüyorduk. Bu arada eniştem Niso ilk arabasını satıp yeni bir araba almaya karar verince, ilk arabası olan beyaz renkteki Murat 124'ünü ondan taksitle satın almıştık. David askerde araba ve cip, hatta kamyon bile kullanmayı öğrenmişti ama henüz ehliyeti yoktu. Arabanın plakası 34 SD 053 dü. Yani Sara–David plakası sanki bize özeldi. Soni sevinçten havalara uçuyordu. Her akşam yemekten sonra üçümüz arabaya biniyor, polise yakalanmamak için Bahariye'nin ara sokaklarında dolaşıyorduk. Neyse o yaz David ehliyetini almış ve uzun yola rahatça çıkmaya başlamıştık.
81 yılının yazında ablamlar arkadaşlarıyla bir ay sürecek olan bir Avrupa seyahatine çıkmışlardı. Artık on buçuk yaşında olan Ari bizde kalıyordu, beş yaşındaki Rina da annemlerde kalıyordu. Biz her gün Ari ve Soni ile birlikte sokağa çıkıyor ve geziyorduk. Annemlere de mutlaka uğrardık. Ari evde devamlı kitap okurdu. Onları birkaç kere Caddebostan Plajı'na götürmüştüm. Bir keresinde iskeledeki duraktan yanlış otobüse binmiş ve Dudullu’ya gitmiştik. Yolda Dudullu’ya gittiğimizi anlayınca Ari ile gülmekten kopmuştuk. Sonra yine aktarmalar yaparak plaja gitmiştik ama, bu macerayı ikimiz de hala gülerek hatırlarız. Ben yeğenimle her yaşında kafadardım. O da bana çok düşkündü.
81 yılının Eylül ayında Soni 4 yaşını bitirmiş ve doğum günü partisini yine ailenin iki tarafı, kuzenler ve arkadaşlarımızla kutlamıştık. Aynı yılın Aralık ayında ise Behiye oğlu Moris’i doğurmuştu. Artık hepimiz anne olmuştuk. Behiye’nin oğlunun brit mila olduğu gün çok heyecanlanmıştım. Bebeği aşağıya brit mila için götürdüklerinde, ben onunla birlikte odasında kalmıştım. Amacım, Behiye’nin telaşlanıp, ağlamasını önlemekti çünkü bütün erkek anneleri, oğulları sünnet edilirken telaşlanıp ağlarlar. Bebeği yanına getirdiklerinde de derin bir nefes alırlar.
82 yılının yılbaşı dönemi ben rahatsızdım. Antibiyotik içerek ve TRT televizyonunu seyrederek yeni yıla girmiştik. O sene de karanlık bir seneydi. Her akşam saat 19.00 ile 21.00 arası umumi olarak elektrikler kesilirdi. Artık herkes 19. yüzyıla geri dönmüş ve fitilli gaz lambaları almıştı. David saat 19.30 gibi eve geldiğinde ışıklar sönmüş olduğundan onu mumların ve gaz lambasının ışığında karşılardık. Mutfakta ve yemek odasında gaz lambaları vardı, tuvalette ise, kocaman yanan bir mum. Karanlıkta akşam yemeği yerdik. Pilli radyodan müzik dinlerdik. ben mutfak, servis ve Soni’yle ilgilenmekten karanlıkta ne yediğimin farkına varmazdım. Işıklar gelince bulaşık faslı başlardı. Şimdi düşündüğüm zaman o yıllarda Türkiye’de ne kadar iptidai bir hayat yaşadığımızı daha iyi ayrımsıyorum. Her şeyden mahrum, zorluk ve sıkıntılı yılların sonu gelmiyordu. Arapların petrol ambargoları, yasaklarla dolu yıllar, yaşamı tatsızlaştırıyordu. O yıl 6 Mayıs günü David’in abisi Hayim ile eltim Ester’in ikinci oğulları Rafi doğmuştu. Bu bebek hepimizi çok sevindirmişti. Malum uzun zamandır aileye yeni bir bebek doğmamıştı.
1983 yılı aynı tempoyla geldi. Hayat akıp giderken, o sene Rina, Yıldız Alpar Bale Okulu’na yazdırıldı. Haftada iki kere Reks Sineması’nın yanındaki bale stüdyosuna giderdi. Çoğunlukla onu ablam götürürdü, ama bazen de ben götürürdüm. Soni’yi de yanıma alırdım. Yıldız Hanım, Soni’yi, artık çok iyi tanıdığı için, dersleri izlemesine izin verirdi. Soni orada bir taburede oturur, Rinanın diğer küçük kızlarla yaptığı bale etütlerini izlerdi. Esasen Soni ve Rina ikiz gibiydiler ve birbirlerini çok severlerdi. Soni onlarsız bir hayat düşünemezdi bile..
Bu arada 15 günde bir pazar günleri Hayim ve Ester’le birlikte çocukları da alıp kayınvalidemin Kurtuluş'taki evlerine öğle yemeğine giderdik. Oğlanlar artık iyice palazlanmışlardı. Ester ikinci bebeği Rafi ile evde kalırdı. Rafi tam Yanarocak yüzlü, bembeyaz, kumral bir bebekti. Çocukları bazı Pazar sabahları çocuk tiyatrosuna götürürdük. Ester Kurtuluş’ta kayınvalidemle evde dururken, kayınpeder torunlarının arasındaki koltuğa oturur, keyifle çocuk tiyatrosu seyrederdi. Bir keresinde de Şan Müzikholü'nde sahneye konan “Çatal Matal, Kaç Çatal” adlı bir çocuk müzikaline götürmüştük çocukları. Barış Manço sahneye çıkmış ve o sene bestelediği “Arkadaşım Eşek” şarkısını söylemişti. Soni de şarkıyı bağıra bağıra aynen söylüyordu.
O sene Mayıs ayı benim için kötü başlamıştı. Mayısın başında annem bir bodrum katında oturan teyzem Veneta’nın penceresini tıklatmış ablasının hatırını sormaya hazırlanırken, meğerse tam kapalı olmayan pencere açılınca, annem dengesini kaybedip kaldırımdan, seviyesi oldukça alçakta olan salonun orta yerine uçuvermişti. Teyzem Veneta ve eşi Onkle Bohor annemi dehşet içinde yerden kaldırıp, evine götürmüşlerdi. Saat öğlen 12 gibiydi. Onkle Bohor bize gelip annemin pencereden düştüğünü söylediğinde, o sırada korkudan beynimin uyuştuğunu ve bacaklarımın kesildiğini hatırlıyorum. Çantamı ve Soni’yi kaptığım gibi annemlerin evine vardığımda, korkudan yüreğim çatlayacak kadar atıyor, sesini kulaklarımda duyuyordum. Ben panikten annemin kendi evinin penceresinden düştüğünü sanmışken, annemin sokaktan evin içine düştüğünü öğrenince, aynı anda hem ağlamaya hem de gülmeye başlamıştım ama, annemin hali bitikti. Hemen annemi bir taksiye bindirip, röntgen çektirmeye götürdüm.
Röntgende annemin iki kaburgasının kırıldığını öğrendik. Aslında yürümesini engelleyecek kadar da pelvis kemiği de ağrıyordu, ama olay henüz çok yeni olduğundan röntgende kırık teşhis edilememişti. Kaburga kırığına da bir şey yapılamadığından eve dönmüştük. O günden itibaren benim için çok zor günler başlamıştı. Ablam Moda Caddesi’nde otururdu, okulda çocukları vardı ve kayınvalidesi de onlarla yaşardı. Bizde ise bir tek Soni olduğundan, ve annemlerin iki sokak altında yaşadığımdan, annemin bakımını benim üstlenmem daha pratik olacaktı. Neredeyse bir ay boyunca her gün annemdeydim, akşamları da orada kalıyordum. Annem acılar içindeydi ve doğru dürüst yürüyemiyordu. Teyzem epeyi yaşlanmış ve oldukça bunamıştı. Her şeyi unutuyordu. Babam kalp hastasıydı. Bu yüzden bakımını ben üstlendim. Sabah kahvaltılar, sonra market alışverişi, ardından yemek pişirme, eve durmadan gelen komşulara kahveler, akşamüstü gelenlere çaylar bisküviler. Ablam genellikle öğleden sonraları gelir ve bana destek olurdu. 19 gün sonra tekrar röntgen çekildiğinde annemin pelvis kemiğinin kırık olduğu ortaya çıktı. Ortopedist 2 ay boyunca sürekli olarak sırt üstü yatmasını, ayağını tuvalet dahil yere koymasını yasakladı. Bu iki aylık dönem gerçek bir kabustu. Annemin morali sıfırdı. ”Ben kötürüm oldum “ deyip sürekli ağlıyor ve yakınıyordu. Her boş anımda yanına oturup psikolog gibi, onu iyileşeceğine dair ikna etmeye çalışıyordum. 26 yaşındaydım ve saçımda ilk beyaz saçlarım epeyi fazlalaşmıştı. Bazı cumartesi akşamları ablamlar sardalyalar alıp fırında pişiriyorlar, hep birlikte yiyorduk. Amaç annemi biraz şenlendirmekti.
Haziran ayında yeğenim Ari, Moda İlk Okulu’ndan mezun olmuş, diplomasını almıştı. Ari, bizim aileden, Moda İlk Okulu’dan mezun olan 4. kişiydi . Çok tatlı ve zeki bir çocuktu. Bir sabah, üst kattaki komşumuz annemlerin evine telefon etti ve bana giriş katındaki evimizi muhtemelen lağımın patlamasından ötürü su bastığını ve kapının altından lağım kokulu suların sokağa kadar süzüldüğünü söyledi. Dehşet içinde eve gittim, kapıyı açtığımda evin, girişinden arka odalara kadar, iki karış yüksekliğinde suların altında kaldığını gördüm. Bir tek salon tertemizdi. Sanırım evde arkaya doğru eğim vardı. Kapıyı çektim, vanaları kapattım ve anneme dönerek David’i “imdat” diye aradım. O gün cumartesi günüydü ve David yarım gün Derby’ye giderdi. Hemen yola çıktı, eve geldi ve bir tesisatçı ile birlikte bizim eve gitti. Lağım tıkanmış, altımızda bodrum katı olmadığı için bizim tuvalette taşmıştı. Ev Venedik şehrinin kanalizasyonu gibiydi. Halılar, Soni’nin oyuncakları yerlerde pislik dolu suların altında yüzüyordu. Komodinlerimizin alt çekmeceleri bile pis suların altındaydı. Bu gerçek bir kabustu. Evimiz adeta kurbağalı dere gibi kokuyordu.
Sokakta çukur açılmış ve lağım boruları değiştirilmiş, ardından David, bize temizliğe gelen Yaşar Hanım'ı eve getirmişti. Kadın evi görünce “sizin burada bir yüzen ördeğiniz eksik” deyip gülmeye başlamıştı. Halılar temizlik fabrikasına götürülmüş. Yerdeki her şey çöpe atılmıştı. O gece Yaşar Hanım, kocası ve David gece 12’ye kadar evi temizleyip dezenfekte etmişler, pencereleri açarak havalandırmışlardı. O gün David’in olgunluğuna ve sakinliğine hayran olmuştum. O gece yarısı annemlere geldiğinde, yattığımız yerde “bana destek olursan, kemerleri biraz sıkıp, artık adam gibi bir ev satın alalım” dedi. Ben şaşırmıştım. “Yapabilir miyiz?” diye sorduğumda “Ben bugün sürekli düşündüm, yapabileceğime karar verdim” dedi.
Ertesi günden itibaren David satılık ev bakınmaya başladı. Ben hep annemin başındaydım ama ona çok güveniyordum. Bir hafta sonra işten telefon etti ve Şair Latifi Sokağı’nda, ikinci katta bir satılık daire gördüğünü, gidip bakmamı söyledi. Ben Soni’yi aldım ve komşuda duran anahtarı alarak eve girdim. Bina iki yıl evvel inşa edilmiş, bütün katları satılmıştı, bir tek bizim baktığımız daireyi müteahhit satmak istememiş ve bekletmişti. Ev yepyeniydi. Parkeliydi. Yer taşları paladyendi. Arka odalar Marley karolarla kaplıydı. Banyo ve mutfağı o yıllarda moda olan Çanakkale seramik, desenli karolarla döşeliydi. Ev hidroforluydu, su akıyordu. Fakat kalorifer yoktu. Üst kata çıkıp, sonra çok yakın arkadaş olacağım Canan’ın kapısını çaldım. Ev hakkında sorular sordum. Onlar iki yıldır bu evde oturuyorlardı ve o sene evlerine kat kaloriferi yaptırmışlardı ve çok güzel ısınıyorlardı. Ben evi beğenmiştim. Önde büyükçe bir salon, arkada biri küçük üç odası vardı. Ön tarafta da alaturka bir küçük tuvaleti daha vardı. David eve gelince, bu defa da babamı da yanımıza alarak eve gittik. Onlar da beğendiler. David eve dönerek müteahhiti aradı ve saat 17.00 de buluşmak üzere sözleştik. Anneme anlattık. Kendini unutup heyecanlandı ve yüzü biraz güldü. Hasılı o akşam üstü, David Karadenizli müteahhit ile anlaşmış, bir kısmını peşin ödeyerek 16 ay taksitle olmak üzere almıştı. Hep birlikte annemlere geldik. Babamın daktilosunda anlaşma yazıldı, senetler imzalandı, babam da yine kefil oldu. 2 gün sonra tapu dairesine gittik. Artık bir ev satın almıştık. David 27 yaşındaydı ve bu onun ilk kişisel başarısıydı. Akşam babasına ve annesine o gün bir daire satın aldığını söyleyince onun dalga geçtiğini zannedip, beni telefona istemişlerdi. Ben doğru olduğunu söyleyince, sevinç kahkahaları atmışlardı. Güç ve zorlu zamanlar hala sürüyordu ama, çok genç olduğumuzdan ve birbirimize çok güvendiğimizden, hiçbir şey bize imkansız gelmiyordu.
İRAN’A VELİAHT VEREN KRALİÇE FARAH DİBA
1 & 2
Farah Diba, 14 Ekim 1938’de Tahran'da üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yüzbaşı Sohrab Diba ve eşi Farideh Ghotbi’nin tek çocuğuydu.
Farah, babası aracılığıyla nispeten varlıklı bir geçmiş sahipti. 19. yüzyılın sonlarında büyükbabası, Rusya’nın St. Petersburg kentindeki Romanov döneminde İran Büyükelçisi olarak görev yapan bir diplomattı. Kendi babası, İran İmparatorluk Silahlı Kuvvetleri’nde bir subaydı ve St.Cyr’deki Fransız Askeri Akademisi mezunuydu.
Farah, anılarında babasıyla yakın bir bağı olduğunu ve babasının 1948’deki beklenmedik ölümünün onu derinden etkilediğini yazmıştı. Genç ailenin maddi durumu zordu. Bu kısıtlı koşullarda ,Kuzey Tahran’daki geniş aile villalarından çıkıp, annesi Farideh’in erkek kardeşlerinden biriyle, ortak bir daireye taşınmak zorunda kaldılar.
EĞİTİM VE EVLİLİĞİN YOLUNDA…
Genç Farah Diba, eğitimine Tahran'daki İtalyan okulunda başladı. Ardından 16 yaşına kadar Jeanne d’Arc okuluna ve daha sonra Lycee Razi’ye geçti. Genç kızken bir atletti ve okulunun basketbol takımının kaptanı olmuştu .Oradaki eğitimini tamamladıktan sonra, Albert Besson’un öğrencisi olduğu Paris’teki Ecole Speciale d’Architecture’de mimarlık öğrencisi oldu.
O sırada yurt dışında okuyan bir çok öğrenci, devletin sağladığı burslarla öğrenim görmekteydi. Farah da tam burslu başarılı bir mimarlık öğrencisiydi. Bu nedenle Şah, devlet başkanı olarak yabancı ülkelere ziyaretler yaptığında, yerel İranlı öğrencilerle sık sık bir araya gelirdi. Farah Diba, 1959’da Paris’teki İran Büyükelçiliğinde böyle bir toplantı sırasında ilk kez Şah Muhammed Rıza Pehlevi’ye takdim edildi.
1959 yılında Farah Tahran'a döndükten sonra, Şahın ilk karısı Fevziye’den olan kızı Şahnaz’ın sayesinde, Şahla sık sık bir araya getirildi. Kızların yaşları birbirine yakındı. İkisi arasındaki dostluğun mizanseninde, Şah Farah’a kur yapmaya başladı. Çift, 23 Kasım 1959’da nişanlandıklarını duyurdu.
EVLİLİK VE AİLE...
Farah Diba, 20 Aralık 1959’da 21 yaşındayken Şah Pehlevi ile evlendi. İran’ın genç kraliçesi büyük merak konusu oldu ve düğünü dünya çapında basının ilgisini çekti. Gelinliği ve tüm kıyafetleri ,o zamanlar Dior’un moda evinde o zaman bir tasarımcı olan Yves Saint Laurent tarafından tasarlandı ve düğünde duvağının üzerine takması için, yeni yaptırılan Noor-Ol-Ain-Diamond tacını taktı.
İmparatorluk düğünüyle ilgili gösteriş ve kutlamalardan sonra, bu birliğin başarısı kraliçenin bir erkek varis doğurma yeteneğine bağlı hale geldi. Daha önce iki kez evlenmiş olan Şahın ilk eşinden bir kızı olmuştu. İkinci eşi Süreyya ise ne yazık ki kısırdı. Genç kraliçenin üzerindeki baskı şiddetliydi. Şahın kendisi, tıpkı hükümetin diğer üyeleri gibi bir erkek varisin doğmasını şiddetle istiyordu.
Sonuç olarak çiftin 4 çocuğu oldu: İran Veliaht Prensi Rıza Cyrus Pehlevi (1960), İran Prensesi Farahnaz Pehlevi (1963), İran Prensi Ali Rıza Pehlevi (1966-2011), İran Prensesi Leyla Pehlevi (1970-2001)
KRALİÇE VE İMPARATORİÇE OLARAK…
Yeni kraliçenin, kamu veya hükümet işlerinde oynayacağı kesin rol belirsizdi. Asıl rolü sadece Şaha erkek bir varis vermekti. Saray da ondan başkaca bir talepte bulunulmuyordu. Bununla birlikte, veliahtın doğmasından sonra diğer faaliyetlere ve resmi uğraşlara ayırmakta özgür kalan kraliçe zamanının çoğunu bu işlere harcamaya başladı. Muhammed Rıza her zaman uzun boylu kadınlardan hoşlanırdı. Farah kocasından daha uzundu. Bu da onu bu gerçeği gizlemek için yeni yollar bulmaya yöneltti. Genellikle imparatorluk çiftinin fotoğrafı çekildiğinde, biri veya ikisi sandalyelerde oturuyordu veya şah merdivenlerin bir üst basamağında dururken, Farah hemen altındaki basamakta duruyor ve güzel resim veriyorlardı.
Diğer birçok kraliyet eşi gibi, kraliçe de başlangıçta kendisini törensel rolle sınırladı. 1961’de Fransa’ya yaptığı bir ziyaret sırasında, Fransız hayranı olan Farah, Fransa Kültür Bakanı Andre Malraux ile arkadaş oldu ve onu, 1979 İslam Devrimine kadar canlı bir ticaret olan, Fransız ve İran sanat galerileri ve müzeleri arasında kültürel eserlerin değiş tokuşunu düzenlemeye yönlendirdi. Zamanının çoğunu, tartışmalı konulara derinlemesine girmeden çeşitli eğitim ve sağlık kurumlarının açılışlarına katılarak geçirdi. Ancak zaman ilerledikçe bu pozisyon değişti. Kraliçe, kendisini ilgilendiren sorunlar ve nedenlerle ilgili hükümet işlerine çok daha aktif bir şekilde dahil oldu. Finansman sağlamak ve dikkati özellikle kadın hakları ve kültürel gelişim alanlarındaki nedenlere odaklamak için kocası Şah ile olan yakınlığını ve nüfuzunu kullandı. Farah’ın endişeleri, siyasetin kendi alanından çıkarıldığı ”eğitim, sağlık, kültür ve sosyal konular” idi.
Ancak Şah'ın siyasi açıdan güçlü ikiz kardeşi Prenses Eşref, Farah’ı rakip olarak görmeye başladı. Farah’ın, Prenses Eşref’in, saraydaki etkisini azaltması için kocasına baskı yapmasına yol açan, görümcesiyle olan rekabetiydi.
İmparatoriçenin ana girişimlerinden biri, İranlı kadınların eğitimini iyileştirmeyi amaçlayan ve İran’daki ilk Amerikan tarzı olan Pehlevi Üniversitesini kurmaktı; O zamandan önce, İran Üniversiteleri her zaman Fransız tarzını model almıştı. İmparatoriçe 1978’de görevlerinin şunlar olduğunu yazdı:
Eğitim, sağlık, kültür ve sosyal alanlarda başkanlığını yaptığım ve çok aktif olarak yer aldığım tüm organizasyonları detaylı olarak yazamadım. Bu neredeyse bir kitap kadar uzun olacaktı. Basit bir liste belki fikir verebilir: Çalışan annelerin çocukları için aile refahı teşkilatı-kreşler, kadınlara ve kızlara okuma öğretimi, mesleki eğitim, aile planlaması; Kan Transfüzyonu Organizasyonu; Kanserle Mücadele Örgütü; Muhtaçlara Yardım Kuruluşu…Çocuk Merkezi; Çocukların Entelektüel Gelişim Merkezi…İmparatorluk Felsefe Enstitüsü; İran Kültürü Vakfı; Şiraz Festivali, Tahran Sinema Festivali; İran Folklor Örgütü; Asya Enstitüsü; Medeniyetler Tartışma Merkezi; Pehlevi Üniversitesi; Bilimler Akademisi.
Farah, hafta içi her gün sabah 9’dan,akşam 9’a kadar hayır faaliyetlerinde uzun yıllar çalıştı. Sonunda kraliçe çeşitli konularda, çeşitli yardım taleplerini ele alan 40 kişilik bir kadroya başkanlık etti. İmparatorluk hükümetindeki en görünür figürlerinden biri ve 24 eğitim, sağlık ve kültür kuruluşunun koruyucusu oldu. İnsani rolü özellikle 1970’lerin başında bir süreliğine muazzam popüler olmasını sağladı. Bu dönemde, İran’ın içinde çok seyahat etti, ülkenin en ücra köşelerine kadar gitti ve yerel vatandaşlarla konuştu .Önemi, ilk Şahbanu olarak taç giydiği 1967 taç giyme törenlerindeki rolüyle (imparatoriçe) olarak pekişti. Modern İran, Şah’ın veliaht prensin 21. doğum gününden önce ölmesi veya aciz kalması durumunda, onu resmi naip olarak atadığında bir kez daha doğrulandı. Bir kadının naip olarak adlandırılması, Orta Doğu veya Müslüman bir monarşi için oldukça alışılmadık bir durumdu. İran petrolünün yarattığı büyük servet, imparatorluk mahkemesinde bir İran milliyetçiliği duygusunu teşvik etti. İmparatoriçe, 1950’lerde Fransa’da bir üniversite öğrencisi olarak nereli olduğunun sorulduğu günleri hatırladı:
“Onlara İran’lı olduğumu söylediğimde…Avrupa’lılar, sanki İranlılar barbar ve iğrençmiş gibi dehşet içinde irkilirlerdi. Ancak İran, 1970’lerde Şah döneminde zengin olduktan sonra, her yerde İranlılara iltifatlar yağmaya başladı. Evet majesteleri. Elbette majesteleri. Lütfen majesteleri. Her yanımızda yaltaklanma. Açgözlü dalkavuklar. Sonra İranlıları sevdiler.”
Devam edecek...
SANAT VE KÜLTÜRE KATKILAR…
İmparatoriçe, saltanatının başından itibaren İran'da kültür ve sanatın tanıtımına aktif bir ilgi gösterdi. Onun himayesi sayesinde, tarihi ve çağdaş İran sanatını hem İran'da hem de batı dünyasında öne çıkma tutkusunu ilerletmek için çok sayıda organizasyon yaratıldı ve teşvik edildi.
İmparatoriçe, kendi çabalarının yanı sıra çeşitli vakıf ve danışmanların yardımıyla bu amacı gerçekleştirmeye çalıştı. Bakanlığı, geleneksel İran Sanatları (dokuma, şarkı söyleme ve şiir resitali gibi) ve Batı tiyatrosu dahil olmak üzere birçok sanatsal ifade biçimini teşvik etti. Sahne sanatlarını destekleyen en tanınmış çabası, Şiraz Sanat Festivali’nin himayesiydi. Zaman zaman tartışmalı olan bu etkinlik, 1967’den 1977’ye kadar her yıl düzenlendi ve hem İranlı hem de batılı sanatçıların canlı performanslarına yer verdi. Bununla birlikte,kraliçenin zamanının çoğu, müzelerin yaratılmasına ve koleksiyonlarının toplanmasına gitti.
Eski bir mimarlık öğrencisi olarak, imparatoriçenin yeteneği, Mohsen Foroughi’ye fiilen yardım ederek ve 1968’de tamamlanan Niavaran Kraliyet Sarayı’nda görülüyor: Geleneksel İran mimarisini 1960’ların çağdaş tasarımıyla harmanlıyor. Esas olarak Batı ve Doğu sanatı, felsefesi ve dini üzerinde eserler içeren 22.000 kitaptan oluşan imparatoriçenin kişisel kütüphanesi vardır; iç mekan Aziz Farmanfarmayan tarafından tasarlanmıştır.
SANAT…
Tarihsel olarak kültürel açıdan zengin bir ülke olan 1960’ların İran’ının gösterecek çok az şeyi vardı. 2.500 yıllık tarihi boyunca üretilen büyük sanat hazinelerinin birçoğu yabancı müzelerin ve özel koleksiyonların eline geçmişti. İran’a kendi tarihi eserlerinden uygun bir koleksiyon sağlamak imparatoriçenin başlıca hedeflerinden bir haline geldi. Bu amaçla, yabancı ve yerli koleksiyonlardan çok çeşitli İran eserlerini ”geri satın almak” için kocasının hükümetinden izin ve fon sağladı. Bu, 1972’den 1978’e kadar imparatoriçeye danışmanlık yapan, dönemin en önde gelen İran antika tüccarları olan Houshang ve Mehdi Mahboubian kardeşlerin yardımlarıyla sağlandı. Bu eserlerle birkaç ulusal müze kurdu (çoğu günümüze kadar ayakta kaldı) ve National Trust’ın İran versiyonunu başlattı.
Onun rehberliğinde oluşturulan müzeler ve kültür merkezleri arasında Negarestan Kültür Merkezi, Reza Abbasi Müzesi, değerli Lorestan bronz koleksiyonuyla Khorramabad Müzesi, Ulusal Halı Galerisi ve İran Züccaciye ve Seramik Müzesi yer alıyor.
ÇAĞDAŞ…
İmparatoriçe, tarihi İran eserlerinden oluşan bir koleksiyon oluşturmanın yanı sıra, çağdaş Batı ve İran sanatına ilgi duyduğunu da ifade etti. Bu amaçla, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin himayesine aldı. Bu kurumu kurma ve genişletme çalışmasının meyveleri, belki de imparatoriçenin İran halkına en kalıcı kültürel mirasıdır.
İmparatoriçe, hükümetten tahsis edilen fonları kullanarak, Batı sanatının birkaç önemli eserini satın almak için 1970’lerin biraz durgun bir sanat piyasasından yararlandı. Onun rehberliğinde müze, Pablo Picasso, Claude Monet, George Grosz, Andy Warhol, Jackson Pollock vb. sanatçıların 150 eserini satın aldı. Bugün, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi Koleksiyonu, Avrupa ve ABD dışındaki en önemli koleksiyonlardan biri olarak kabul ediliyor. Geniş koleksiyon, devlet tarafından yayınlanan büyük bir sehpa üzeri kitabında zevkli bir şekilde sergilendi. İran Modern adlı “Assouline Müzesi” İranlı modern bir heykeltıraş ve imparatoriçenin eski kültür danışmanı olan Parviz Tanavoli’ye göre, etkileyici koleksiyonun “yüzlerce değil, onlarca milyon dolar” karşılandığında toplandı. Bugün, bu varlıkların değerinin yaklaşık 2.8 milyar ABD dolarına yakın olduğu tahmin edilmektedir.
Koleksiyon, 1979’da Pehlevi Hanedanı’nın düşüşünden sonra iktidara gelen Batı karşıtı İslam Cumhuriyeti için bir ikilem yarattı. Köktendinci hükümet İran’daki batı etkisini siyasi olarak reddetse de, imparatoriçe tarafından toplanan Batı Sanat Koleksiyonu, muazzam maddi değeri uyarınca elde tutuldu. Bununla birlikte, halka açık olarak sergilenmedi ve Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin mahzenlerinde yaklaşık yirmi yıl saklandı. Bu koleksiyonun büyük bir kısmının Eylül 2005’te Tahran’da gerçekleşen bir sergide kısaca tekrar görülmesinin ardından, rafa kaldırılan sanat eserlerinin akibeti hakkında birçok spekülasyona neden oldu.
İSLAM…
1978’in başlarında İran’da imparatorluk hükümetinin gücünün ve zenginliğinin çok fazla belirgin hale gelmesiyle beraber, ülke halkının memnuniyetsizliğinin bir dizi faktörü, yaklaşan İslam Devrimi’ne katkıda bulundu.
Ülke içindeki hoşnutsuzluk armaya devam etti ve yılın ilerleyen aylarında monarşiye karşı gösteriler çoğalmaya başladı. Farah Diba, anılarında bu süre zarfında “giderek artan bir huzursuzluk duygusu olduğunu “ yazdı. Bu koşullar altında Şahbanu’nun resmi faaliyetlerinin çoğu, güvenliğiyle ilgili endişeler nedeniyle iptal edildi.
Yıl sona ererken, siyasi durum daha da kötüleşti. Ayaklanmalar ve huzursuzluk giderek yükseldi ve Ocak 1979’da doruğa ulaştı. Hükümet, İran’ın büyük şehirlerinin çoğunda sıkı yönetim ilan etti. Artık ülke açıkça bir devrimin eşiğindeydi.
Şah Muhammed Rıza ve Farah, şiddetli protestolara yanıt olarak ülkeyi terk etmeye karar verdiler. Her ikisi de çocuklarıyla birlikte 16 Ocak 1979’da uçakla İran’dan ayrıldı.
İRANDAN AYRILDIKTAN SONRA…
Şah ve Şahbanu’nun İran’dan ayrıldıktan sonra nereye gidecekleri, hükümdar ve danışmanları arasında bile bazı tartışmalara yol açtı. Şah, hükümdarlığı sırasında Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile yakın ilişkiler sürdürmüş ve Farah, başkanın eşi Cihan Sedat ile yakın bir dostluk geliştirmişti. Mısır Devlet Başkanı, imparatorluk çiftine Mısır’a sığınma daveti gönderdi ve kabul ettiler. İran’da ortaya çıkan siyasi durum nedeniyle, devrimden önce İran Monarşisi ile dostane ilişkiler içinde olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet, Şah’ın kendi sınırları içinde varlığını bir sorumluluk olarak gördü. İran’daki Devrimci Hükümet, hem Şah’ın hem de Şahbanu’nun tutuklanmasını (ve daha sonra öldürülmesini) emretmişti. Yeni İran hükümeti birkaç kez onların iadesini şiddetle talep etmeye devam edecekti, ancak devrik hükümdarın ve muhtemelen imparatoriçenin dönüşü için yabancı güçlere baskı yapmak için ne ölçüde hareket edeceği o zamanlar bilinmiyordu.
İmparatorluk çifti, varlıklarının ev sahipleri için oluşturduğu potansiyel tehlikenin farkındaydı. Yanıt olarak, on dört aylık kalıcı sığınma süresinden sonra, yeni bir arayışa ve onları birçok ülkeden geçen bir yolculuğa başlayarak Mısır’ı terk ettiler. Mısırdan sonra, kısa bir süre Kral II. Hasanı’n konuğu oldukları Fas’a gittiler.
Fas’tan ayrıldıktan sonra Şah ve imparatoriçeye Bahamalar’da geçici sığınma hakkı verildi. Bahama vizelerinin süresinin dolması ve yenilenmemesi üzerine Meksika’ya başvurdular ve kabul edildiler. Mexico City yakınlarındaki Cuernavaca’da bir villa kiraladılar. Artık git gide onları daha kötü günler bekliyordu.
devam edecek...
.