GÜZELLİĞİ DİLLERE DESTANDI! MISIR PRENSESİ VE İRAN KRALİÇESİ FEVZİYE’NİN YÜREK BURKAN HAYATI
KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA -9-
Şimdi de sizlere Kadıköy’de özellikle hafta sonları ne yapıldığını anlatmak istiyorum. İnsan aklının daha fazla 7-8 yaşından itibaren, her şeyi daha net hatırlayabildiğini varsayacak olursak, ki bu ilkokulun ilk yılları demektir, o dönemlerimizi anlatmak isterim. Kış günleri ve hafta sonları doğal olarak daha sakin ve dingin zamanlardı. Cumartesi günleri öğlene kadar okul vardı. Öğle yemeğinde babam dahil, sofraya oturup yemek yedikten sonra, eğer alış verişe çıkılacaksa ailece giyinir dışarı çıkardık. Önce babamın muhasebesine baktığı, İzak Hakim’in “Femina” adlı manifatura dükkanına giderdik. Babam, Mösyö İzak’la hesap görürken, annem dikişleri için makara iplikleri, vs, ablamla ben çorap, mendil, kurdele ve nakış iplikleri derken, babamın işi bitince oradan ayrılırdık. Ben o dükkana bayılırdım. Renk renk düğmeler, kurdeleler ve her şeyi izlemek çok eğlenceliydi. Bazen hemen bitişiğindeki terlikçiden ponponlu terlik de alırdık. Ablam mavi, ben kırmızı elbette. Sonra iskeleye iner gibi yürür, az ötede Aron Ravuna’nın “Maskarat” isimli parfümeri dükkanına varırdık. Mösyö Aron bizi sevinçle karşılardı. Babamla muhasebe defterine dalmadan önce üzerimize, pompalı büyük cam kolonya galonlarından kolonya püskürtürdü. Annemin kırmızı ve yeşil kapaklı çok şık cam kolonya şişeleri vardı. O şişelere yasemin, ful, fujer gibi çiçek kokuları doldurturdu. Ablama pembe sedef Cutex oje ve siyah rimel alınırdı. Ben de Cutex’in renk paletindeki sahte rengarenk tırnaklara bakar, renk alemine dalardım. Oradaki ziyaret de tamamlandıktan sonra, çarşıdan geçip, Hacı Bekir Pastahanesi’ne gidilirdi. Orada benim favorim çikolatalı pasta idi. Ablam supanglez severdi. Annemle babam, dumanı tüten tarçınlı sahlep içerlerdi. Ben pastamı çatal bıçakla, küçük lokmalarla, zevkten mest olmuşçasına yerdim, çünkü ben, uslanmaz bir çikolata delisiydim. Hacı Bekir’in masaları beyaz mermerdi. Sandalyeleri ise Thonet stilindeydi. Orası, en fazla entelektüel Kadıköylü beylerin uğrak yeriydi. İnsanlar birbirine aşinaydı. İçeri girdiğimiz zaman, yerlerinden hafifçe doğrulup selam verirlerdi. Pasta keyfi bitince, kapının önündeki şeker tezgahından beyaz ve kırmızı akide şekerleri de alırdık. Sonra karşı kaldırıma geçip Baylan Pastanesi’ne girerdik. Annem oradan ev için, baton sale, çester, pötifur ekler pastalar, ablam için de milföy pastalar alırdı. Ben oranın yuvarlak sırça gibi narin bezelerine de bayılırdım. Sonra en önemli yere girerdik. Baylanın yanındaki French-American Kitap Evi’ne. Burası rüyalarımın ülkesiydi. Buradan her cumartesi günü, ablama ve bana bir kitap alınırdı. Gelecek haftaya kadar kitaplarımızı bitirince, hemen bir yenisini alırlardı. Yaşımıza uygun kitaplar seçerdik. Ablamın kitaplarının tümü, sonraki yıllarda benim de okuduğum eserlerdi. Kitaplar alınınca artık sıra eve dönmeye gelirdi. Eve yorgun ama mutlu dönerdik. Ablamla aldıklarımıza bakar gülüşürdük. Şimdi geriye bakınca, çok mutlu çocuklar olduğumuzu daha iyi anlıyorum. Sevgi dolu, saf ve koşulsuz bir kardeşlik sevgisiyle dolu kızlardık. İnanır mısınız, ablamı ömrümün hiçbir döneminde kıskanmadım. Onun mutlu günleri benim bayramımdi, acı günleri ise, benim karanlık günlerimdi. Bu hala öyle süregeliyor.
Pazar sabahları, 5 yaşımdan itibaren ve ilkokul yıllarımda, bana ve babama aitti. Her Pazar sabahı, saat 10.30 matinesine “Çocuk Sineması”na giderdik. İki sinemaya, yani Süreyya ve Reks sinemalarna çocuk filmleri gelirdi. Bunlar Walt Disney’in çizgi ve normal çocuk filmleriydi. Heidi, Tomassina, Cindirella, Fantasia, Alaaddin ve Sihirli Lambası, Mr.Magoo, ve sürüsüyle Mickey Mouse fimleri, şerit gibi gözlerimin önünden geçiyor. Babam bana o yaşlarımda ya muz çikolata veya baston çikolata alırdı. Pazar sabahlarının o babamla el ele, yan yana mutluluğumun tadını, size hiçbir tatla mukayese bile edemem. Bu gün tek tanesine bile nelerimi vermem.
Eve geldiğimizde burnumuza, mis kokular çarpardı. Sobanın yanında sofra hazırdı. Kuzu pirzolası, kızarmış patates, kızarmış muska börekleri (Filikas), yeşil salata ve Tekel Birası. Benim de ayaklı bardakta azıcık bira içmeme izin vardı. Bunlar çok mutlu ve kahkaha dolu sofralardı.
Akşamüstü saat 17.00 matinesine yeniden sinemaya giderdik. Bu defa normal ve yeni gelmiş filmler izlenirdi. Genelde Reks veya Kadıköy Sineması’nda ve bir de Süreyya Sineması’nda çok iyi yabancı filmler oynardı. Altıyol’a doğru ise Opera Sineması vardı. Orada Türk filmleri oynardı. Bizimkiler o filmlere çok düşkün değillerdi ama Veneta teyzem her cumartesi sabah matinesinde Opera sinemasına gider, çıkışta bize uğrar, kahvesini içerken kız kardeşleriyle, annesine gördüğü filmi anlatırdı. Ama beni Ayşecik filmlerine mutlaka götürürlerdi. Çocuk artist Zeynep Değirmencioğlu’nu büyük küçük herkes severdi zaten. Ailece o yaşlarda izlediğimiz, 10 Emir, Ben-Hur, Exodus, Anjelik (Michelle Mercier) filminin 5 filmlik dizisi, ve ille de Jerry Lewis ve Dean Martin filmleri unutulmazlarımdandır. Babam ve ben Jerry Lewis’e o kadar gülerdik ki, annem bizi dürterdi. Annem her zaman ciddiydi, babam hayat doluydu ve ikimiz gülmekten yerlere yatardık. Annem acaba nasıl bu kadar gülebildiğimize hayret ederdi. Ben sinemada ablamla babam arasında otururdum. Çünkü ikisi de huzur verirlerdi. Annem kuralcıydı. Çok gülmek, çok eğlenmek, çok heyecanlanmak, çok üzülmek bile ölçüler dahilinde olmalıydı. Teyzem de onun vekiliydi. Şimdi alakasız olacak ama ben küçükken ve genç kızken harika ıslık çalardım radyo benimle yarışamazdı. Ablam istek parçalar söyler, ben de bunları değme orkestraya taş çıkartırcasına ıslıkla çalardım. Eğer annemler arka odalardaysa sorun yoktu. Ama ıslıklı konserler çok uzayınca, hemencecik teyzem yanımda biterdi. Ablam ona “sus” işareti yapardı, ama teyzem hemen içeri gider, anneme ıslık raporu verirdi. Annem inzibat subayı gibi yanıma gelip, beni sustururdu. Bu kadar ıslık çalmak ciğerlerime zarar verebilirdi. Nefesim tıkanabilirdi. “İnsan hiç bu kadar uzun süre ıslık mı çalarmış? Erkek çocuğu gibi? Piyano çal daha iyi derdi. İçimi çekip ıslığı keserdim. Halbuki ben aslında neşeli ve sağlıklı bir çocuktum ama, Buckingham kuralları gereği çok uslu bir kız olmam gerekirdi.
Neyse sinemaya geri dönelim, o popüler filmlere bütün Kadıköylü Yahudi aileleri de çocuklarıyla birlikte giderlerdi. Bu bir gerçektir ki, o yıllarda Yahudi cemaatine mensup kişiler arasında fazla sınıf farkı yoktu. Herkes, birbirini servet ile değil, kibarlık ile ölçerdi. Film arası olduğunda gençler fuayede bir araya gelir, konuşurlardı. Küçükler anne babalarıyla birlikte gazoz içerlerken, büyükler tatlı tatlı konuşurlardı. Herkes güler yüzlü ve candan davranışlıydı.
Ebeveynlerimiz ve yetişkin çocukları tiyatroya da giderlerdi. Dormenler, Kenterler, ve o dönemlerin hatırlayamadığım tiyatro grupları Kadıköy’e turneye geldiklerinde, bizimkilerin aile dostları ve ablamla birlikte gittiklerini hatırlıyorum. Hatta 6 yaşımdayken, ablamın da onlarla gittiğini görünce, bağırarak ağlamaya başlamıştım. Ergenlikte olan ablam çok sinirlenmiş ve onlarla gitmemişti, bana da küsmüştü. Ben üzüntüden ne yapacağımı şaşırmıştım, o kadar şaklabanlık yapmıştım ki sonunda onu güldürünce, benimle barışmıştı. O da bana dayanamazdı zaten. Ben de onsuz hep yarım kalırdım.
Ablamın 17 yaşlarından sonra hayatımız biraz farklılaşmaya başlamıştı. O zaman Kadıköy’de, sinagogun bitişiğindeki bir odada Kadıköy Or-Ahayim toplantıları yapılırdı. Bu derneğe üye olan Kadıköylü genç kızlar ve erkekler, ayda bir orada toplanırlar, ve muhtaçlı insanların hastanesi olan bu sağlık birimi için, çift çift kendilerine verilen adreslere, göre Yahudi evlerini tek tek ziyaret ederler ve yardım parası toplayıp, karşılığında, hastane kaşeli makbuz keserlerdi. Sonra çiftler tahsilattan geri dönerler, paraları mutemet bir görevliye teslim ederlerdi. Ondan sonra dans etmeye bir diskoteğe giderlerdi. Sanırım Club Budak veya Club Reşat. Artık ablam ve arkadaşları da dansa gitmeye başlamışlardı. Bazen de evlerde party verilirdi. Herkes 45’lik plaklarını party evine getirir, bir arada dans ederlerdi. Annemle babamın, ablamın bu partileri için yaptıkları hazırlıkları hiç unutmam. Annem Baylan’ı talan ederdi. Babamla birlikte aldıklarını kayık tabaklara özenle yerleştirirlerdi. Aslında onlar da çok genç ve aydın düşünceli insanlardı. Bu partiler en çok bizde olurdu. Çünkü hem salonumuz oldukça büyüktü, hem de annemle babam sevgili büyük kızlarının mutluluğunu izlemeye doyamazlardı. Parti sırasında annem, babam ve teyzem içerideki odada otururlardı. Ablam Venezya benim salonda durmama izin verirdi, çünkü ben onun bütün arkadaşlarının maskotuydum. Beni çok severlerdi. Ben aralarına dalmazdım, sadece onları neşeyle izlerdim. Bu partiler için ablama yeni giysiler alınırdı. O devir, yani 60’lar, karavel saçlar, kabarık elbiseler ve rimelli kirpiklerin yıllarıydı ve benim ablam çok tatlı genç bir prensesti benim için.
1970 yılında ablam evlenip evden gidince, ne yalan söyleyeyim önce biraz özlem hissetsem bile, bize çok yakın oturduğu için, günlerimi yine de özellikle onunla geçirebiliyordum. Özellikle uzun yaz tatillerinde, bu seferde annemin patron olmadığı bir mutfakta, ablamla mutfak denemeleri yaparken çok eğlenirdik. Ablam bana “küçük şeytan yine bana acaip bir yemek yaptırdın” derdi. Evlendikten tam 9 ay sonra ablam, gönlümün sultanı, dünya güzeli yeğenim Ari’yi dünyaya getirince, ben kendimi bile unuttum ve kendimi yeğenime adadığım muhteşem bir genç kızlık dönemi yaşadım. Bunu da daha sonra anlatırım.
İngiltere’den bağımsızlığını elde eden Mısır’ın ilk Kralı I. Fuad ve kendisinden 26 yaş küçük olan ikinci eşi Nazlı Sabri’nin aylardır beklediği gün gelmişti. 1921’in 5 Kasım sabahında İskenderiye’de dünyaya gözlerini açan Fevziye bebek dillere destan güzelliğiyle adını tüm dünyaya duyuracaktı. Daha sonra Mısır kralı olacak I.Faruk’tan sonra gelen dört kız kardeşin en büyüğüydü. Doğduğu günden beri sıkı bir eğitim sürecinden geçti, sarayda yabancı bakıcılar tarafından büyütüldü. Üniversite okumak için İsviçre’ye gitmeden önce, sarayda yabancı dil ve müzik dersleri aldı. Arapçaya ek olarak akıcı bir şekilde Fransızca ve İngilizce de konuşabiliyordu. İsviçre’ye gittiğinde yolu İran Şahı Rıza Pehlevi’nin oğlu Muhammed Rıza Pehlevi ile kesişecekti. Üstelik Pehlevi onun hayatının dönüm noktalarından birinde başrolde olacaktı. İsviçre’den ülkesine döndükten sonra, alınan bir kararla hayatı altüst oldu. 18 yaşına kadar mutluluk içinde geçen ömrünün geri kalanında Fevziye’yi acı dolu günler bekliyordu.
İRAN ŞAHININ OĞLUYLA EVLENMEYİ KABUL ETTİ
1900’lü yılların ilk yarısında, İran Şahı Rıza Pehlevi kendisine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ü örnek alıyordu. Atatürk’ün inkılapları ve ileri görüşlülüğü, İran Şahı Pehlevi’nin ülkesinde yapacağı atılımlar için her zaman rehberlik etmişti. Atatürk yaptıkları bir görüşmede, Pehlevi’ye, Ortadoğu'da iki güçlü ülkenin bir akrabalık bağı kurmasının bölge için çok iyi sonuçlar verebileceğini söylemişti. O dönem Ortadoğu'da, 1.Faruk yönetimindeki Mısır hızla gelişiyor ve modernleşiyordu. İran Şahı Pehlevi, işlerin pek iyi gitmediği ülkesi için Mısır ile akrabalık kurmanın mantıklı olabileceğini düşünerek Veliahtı Muhammed Rıza Pehlevi’ye bu fikri açıkladı.
Genç prens, babasının düşüncesine sıcak bakınca, Mısır prenseslerinin fotoğrafları genç veliahta gösterildi. Aslında İranlı bir kıza aşık olan veliaht prens, Mısır prensesi Fevziye’yi bir İngiliz dergisinin kapağında görünce onunla evlenmek istedi. O sırada eğitimini tamamlayıp ülkesine dönen, daha sonradan güzelliği nedeniyle ‘Asya Venüsü’ lakabıyla tanınacak olan Fevziye ise sıkıcı bulduğu saray hayatına uyum sağlamaya çalışıyor ve hayatını değiştirebilecek hayaller kuruyordu.
MISIR PRENSESİ İRAN KRALİÇESİ OLDU
İki ülke arasındaki hazırlıklar iki tarafın da onayıyla hemen başlatıldı, Muhammed Rıza ve Fevziye düğünden önce birbirlerini sadece nişan töreninde görmüşlerdi. Eğitimli ve dünyalar güzeli prensesin hayatı artık değişiyordu. Mısırın son prensesi ve İran’ın ilk imparatoriçesi Fevziye ve Muhammed Rıza, 40 gün 40 gece süren törenlerle 15 Mart 1939’da Kahire’de Abdeen Sarayı’nda evlendi. Prenses Fevziye’nin acıklı günleri işte tam da bu evlilikle başladı.
Çiftin çocukları, evliliklerinden yaklaşık bir buçuk yıl sonra dünyaya geldi. Takvimler 27 Ekim 1940’ı gösterdiğinde, Fevziye ve Veliaht Muhammed Rıza Pehlevi, Şehnaz adını verdikleri kız çocuklarını kucaklarına aldı. Evliliğin mimarı olan İran Şahı baba Rıza Pehlevi ise saltanatının son yılındaydı. Minik Şehnaz henüz 11 aylıkken, Prens Muhammed Rıza Pehlevi, babasının tahttan çekilmesiyle İran Şahı oldu. Takip eden yılda Kraliçe Fevziye’nin İngiliz fotoğrafçı Cecil Beaton tarafından çekilen fotoğrafı, dönemin ünlü haber dergisi ‘Life’ın 21 Eylül 1942 tarihli sayısının kapağı oldu.
KIZ ÇOCUK DOĞURDUĞU İÇİN SEVİLMİYORDU
Tüm gözler onun üzerindeydi ancak Fevziye mutlu değildi. Ortadoğu’nun en gelişmiş kentlerinden biri olan Kahire’den sonra Tahran, ’Asya Venüsü’ne hiç de cazip gelmiyordu. Şehrin yolları toprak, binalar ve evler demode, Gülistan Sarayı ise büyük bir villadan ibaretti. Kraliçenin İran’ın iklimine alışamaması nedeniyle sağlığının bozulması ve Şah’ın başka kadınları alenen Gülistan Sarayı’na getirerek kendisini aldatması gibi sebepler evliliğin bitmesi için aslında yeterliydi. Üstelik dillere destan güzelliği ve hüzünlü bakışlarıyla herkesi büyüleyen Fevziye, erkek yerine bir kız çocuğu doğurması nedeniyle, sarayda ve saray dışında da sevilmiyordu. Kayınvalidesi ve görümceleri ona çok kötü davranıyorlardı. Bu sıkıntılı günlerin ardından boşanmaya karar verdi. Takvimler 1945’i gösterdiğinde boşanmak için başlatacağı işlemlerin yeterli olacağını düşünüyordu. Ancak hesap edemediği çok önemli bir şey vardı.
BAŞINA GELECEKLERDEN HABERSİZDİ
Kızı Şehnaz’ı alıp Kahire’ye dönmeye karar verdi. Kocasi Şah Pehlevi, eşinin bu isteğine karşı çıkmamış ve kabul etmişti. Fevziye ummadığı bu kabulden sonra çok sevinmiş ve mutlu olmuştu. Fakat işler hiç de Fevziye’nin düşündüğü gibi kolay değildi. Kraliçe olduğu İran’dan, prenses olduğu Mısır’a dönmek istiyordu.
Kızıyla birlikte uçağa binen ‘Asya Venüsü’ artık Kahire uçuşunun başlamasını bekliyordu. Şah kızıyla uzun uzun vedalaşmıştı. Uçak henüz kalkmadan Şah arabasının içinde hala pistteydi. Protokol Şefi’ni uçağa göndererek kızı Şehnaz’ı son bir kez öpebilmesi için izin istedi. Fevziye kızını muhafıza verdi ve kızının, babası Şah’la son bir kez vedalaşması için gitmesine izin verdi.
FİLM GİBİ SAHNE
Minik Şehnaz uçaktan inince uçağın kapıları hızla kapatıldı ve Şah Pehlevi’nin emriyle Fevziye, kızı olmadan Kahire’ye yola çıkarıldı. Kocasının kurduğu tuzağı çok geç fark eden ve durumdan hiç şüphelenmeyen Fevziye’nin kızıyla yaşadığı yıllar süren ayrılığı işte bu film gibi sahneyle başladı. Uçakta haykırdı, kendini yerlere attı. Pilota geri dönmesi için yalvardı. Fakat emir kesindi. Şahın emrine kimse karşı gelemezdi. Kızı olmadan Kahire’de mutsuz günler geçirmeye devam eden Fevziye, kendisine büyük acı yaşatan kocası Muhammed Rıza Pehlevi’den resmi olarak ancak 17 Kasım 1948’de boşanabildi. Şah Pehlevi, Fevziye’den boşandıktan sonra önce Süreyya Bahtiyari ile, sonra ise Farah Diba ile evlendi.
KIZINA HASRET KALDI AMA PES ETMEDİ
Prenses Fevziye Fuad, Şah’tan boşandıktan beş ay sonra 28 Mart 1949’da Kahire’deki Kubbe Sarayın’da Çerkez asıllı diplomat ve 1. Faruk’un yaveri İsmail Şirin ile evlendi. Çiftin bir kızı ve bir oğlu oldu. 1952’de ağabeyi Kral Faruk tahttan indirilip sürgüne gönderilince, cumhuriyet ilan edildi ve kraliyet ailesi ülke dışına çıktı. Ancak ailesinin aksine Fevziye doğup büyüdüğü Mısırda kalmayı tercih etti.Kalan ömrünü İskenderiye ve Kahire’de geçirdi. 1994’te eşi, 2009’da ise kızı Nadia öldü. Dünyalar güzeli Mısır prensesi Fevziye’nin ihtişamlı hayatı, böyle hazin bir biçimde sona erdi.
Henüz 6 yaşındayken yollarının ayrıldığı kızı Şehnaz’la yıllar sonra İsviçre’de bir araya geldi. Kızı Şehnaz annesine mesafeliydi. Kızı onunla bir bağ oluşturmaya hevesli değildi. İkili birkaç kez buluşmalarına rağmen soğukluk ortadan kalkmadı. Fevziye bu durumu kabullenmek zorunda kaldı. Yaşadığı büyük hasret ve acıya rağmen hiçbir zaman pes etmedi
Fevziye yaşadığı zorluklara rağmen kararlı duruşu ve güçlü karakteriyle günümüzde de birçok kadına ilham kaynağı olmayı sürdürüyor.
Fevziye 2 Temmuz 2013 tarihinde Mısır’ın İskenderiye şehrinde, 92 yaşındayken hayata veda etti.
Çocukları: İran prensesi Şehnaz Pehlevi. Ardeşir Zahidi ile evlendi ve Zahra Mahnaz adında bir kızı oldu,
İkinci eşinden; Nadia Şirin, Hüseyin Şirin Efendi.
Kaynak: Wikipedia