KADIKÖYLÜ KÜÇÜK SARA-63
Güle güle babacığım...
2003 yılının Mart ayının 26’sında Auschwitz’den geri döndüğümüz günün akşamı eve vardığımızda hay bıcır bıcır konuşup babasına yolculuğumuzu anlatırken, benim içimde korkunç bir sıkıntı ve karanlık vardı. Aslında bunu böyle olmasını gerektirecek bir neden yoktu. Yaptığımız seyahat ve yanı sıra görevim olan gazeteciliği layıkıyla yapmış, bir dolu malzeme ve röportajla geri dönmüştüm. Sıra bunları yazmaya ve gazeteye teslim etmeye gelmişti ki, bunları hazırlamak artık birkaç saate bakardı. David Auschwitz’den etkilendiğimi, o yüzden kendimi karanlık hissettiğimi söylüyordu. Ama ben içimden gelen bir sesle kötü bir şeylerin gelmekte olduğunu hissetmiştim.
Ertesi sabah annemleri aradığımda babamın bütün gece kustuğunu ve yemek istemediğini söyledi. Hemen bir taksiye atlayıp onlara gittim. Gitmeden evvel da Dr. Samuel Sivil’i çağırdım. Bizimkilerin doktoru o devirlerde Dr.Sivil’di. Benden kısa bir süre sonra doktor da geldi ve uzun uzun muayene ettikten sonra iki liste dolusu kan ve idrar tahlilleri verdi. Çok iyimser değildi ve yine de tahlilleri bir görelim deyip gitti. Eve gelen laborant kanları aldı ve gitti. Babam çok düşkün ve suskundu. Onları oyalamak için uzun uzun seyahatimizi anlattım. Laboratuvardan arayıp, sonuçların hazır olduğunu bildirdiler. Sonuçları almaya giderken bacaklarım titriyordu.
Koşarak eve döndüm ve telefonda değerli doktor sivile okudum. Doktor babamın bütün organ fonksiyonlarının çökmeye başladığını söyledi. O gece babama evde serum takıldı. Bütün aile, büyük küçük eve akın etmeye başladılar. Sonunda herkes gitti ve ben orada kaldım. Gece boyunca evin içinde volta atıyordum. Ertesi gün babamı doktorun isteği ile bir sağlık kuruluşuna götürdük. Orada röntgen vs. yapıldıktan sonra başhekim beni odasına aldı. “Babanızda çoklu organ yetmezliği başladı. Sanırım çok az bir vakti kaldı. Onu rahat ettirmeye çalışın” dedi, ve bazı rahatlatıcı ilaçlar verdi.
Eve döndük ve ablama anlatınca o da hemen annemlere geldi. Kolunda serum vardı. Tek lokma yemek istemiyordu. Nefesi biraz hırıltılıydı. Bu da ciğerlerine su dolduğunu gösteriyordu. Babam çok sakindi. O zaten oldum olası böyle bir karaktere sahipti. Hiçbir zaman bizi üzmez ve canımızı sıkmazdı. Bütün asaletiyle yatıyor ve onun etrafında dört dönen kızlarını ve annemi sevgiyle izliyordu. Ben ilk günler İsrael’deki Soni’ye üzülmesin diye bir şey anlatmamıştım ama 30 Mart gecesi babam kötüleşmeye ve iyi nefes alamamaya başlayınca Soni’yi aradım ve kısa bir şekilde dedesinin rahatsız olduğunu ve onunla konuşmasını istedim. Babam torunuyla vedalaşır gibi konuştu. Ardından ambulans çağırıp babamı hastaneye kaldırdık. Ablamlar, Ari, Rina, annem ve Hay, David hepimiz aynı anda hastaneye gittik. Artık bir sayfa kapanıyordu. Benim babam, en iyi dostum kafadarım, ailemizin şeker dedesi yolculuğa çıkmak üzereydi.
Kendime hayret ediyordum. Nasıl bu kadar sakin ve vakur durabiliyordum? Çok ciddi ve dinamiktim. Babamı bir odaya yatırdılar, oksijen maskesi taktılar ama aklı başındaydı. Ablamla ben onun yanına yapışmış, ayakta duruyorduk. O bize sevgiyle bakıyordu. Yaklaşık bir saat sonra ben herkesi yolladım. O gece yanında kalacaktım. İnanmayacaksınız ama yanıma kağıtlarım kalemim ve röportajlarımı yaptığım minik teybim vardı. Babam uyukluyordu. Oda ölgün bir ışıkla aydınlanıyordu. Babamın uyuduğu zamanlarda Auscwitz’de yapılan töreni ve röportajları yazıyordum, uyanıp seslendiği zaman yanında oturuyor ona şarkı söylüyordum. Babam çok liberal bir yaşam tarzının yanında, dinine çok düşkün bir insandı. Ona sabaha kadar, sinagogdan öğrendiğim dini ilahileri ve mizmorları söylüyordum. Serumlu elini tutuyordum. O da bu ilahilere bazen alçak sesle eşlik ediyordu. Onu sık sık öpüyordum.
Kendimi nasıl avutuyordum biliyor musunuz? Henüz birkaç gün önce gittiğim ölüm kampını düşünerek. 1939-1945 yılları arasında babamın bütün çağdaşları olan Yahudi gençler o kamplarda acılar içinde yıllar geçirmişler, kimisi bir iskelet gibi hayatta kalmış, birçoğu ise hunharca katledilmişler veya gaz odalarında can vermişlerdi. Oysa onların çağdaşı olan babam Türkiye’de Sarıkamış’ta 3 yıl askerlik yapmış, bitler ve yokluk içinde geçen o zorlu yıllardan sonra evine dönmüş, annemle büyük bir aşk yaşadıktan sonra evlenmiş. Kız evlatlarına sahip olmuş. Kızlarını deli gibi seven bir baba ve harika bir dede olmuştu. Şu son anlarında bile, ailesi pervane gibi etrafında sevgi ve saygıyla bekleşiyorlardı. Bu az bir mutluluk değildi. 87 yaşına gelmişti, güzel ve saygın bir yaşam sürmüştü. Çağdaşları olan dindaşları gibi, bir avuç kül halinde bacalardan uçup gitmemişti. Babamın uyukladığı bir zaman diliminde, bunları gözyaşlarım akarken düşünmüş ve kendimi teselli etmeye çalışmıştım.
Tanrı ne eylerse güzel eylermiş. Ben babama aşık bir çocuktum. Onun yokluğunu düşünmek bile benim kulaklarımın uğuldamasına yol açardı. Bence Tanrı beni önce Auschwit’ze göndermiş, oradaki faciayı gözlerimle gördükten sonra, babamın ölümüne hazırlamıştı. Ben Tanrı’nın gücüne ve her şeye kadir oluşuna böyle zamanlarda daha fazla iman ederim.
Ertesi gün öğlene doğru babamı yoğun bakım odasına götürdüler. Sabahtan hastaneye gelen ablamı ve beni eve gönderdiler. Telefonla bilgi verileceğini söylediler. Eve döndük, annemi sakinleştirmeye çalışıyorduk. Akşamüzeri hastaneden telefon geldi. Oraya gelmemizi istediler. Biz anlamıştık ama dile getirmeye kıyamıyorduk. Ari arabasıyla bizi hastaneye götürdü. Başhekim yanımıza gelip babamın hemşire ile konuşurken sakince göçtüğünü söyledi. Ari ve ablam sarılıp ağlamaya başladılar. Ben pencereye gidip gökyüzüne baktım ve “Babacığım artık kuşlar gibi özgürsün. Yıpranmış bedeninden kurtulup, özgürlüğüne kavuştun” dedim. Bizimkileri bir anne şefkatiyle sarmalayıp annemin evine döndük.
O gece ev mahşer gibiydi. Bütün ailemiz, yeğenler, kuzenler, yakın dostlar, komşular annemin evine doluşmuşlardı. Artık babam yoktu. Benim tatlım, canım, arkadaşım, güzel babam kendisine yakışan bir vakarla Tanrı’sına kavuşmuştu. Ölürken bile “hamdolsun” diyormuş. Babam gittiği zaman 47 yaşındaydım. artık hiçbir zaman babamın “Küçük ,kerata kızı” olmayacaktım. Hayatta beni koşulsuz olarak seven tek erkeğimi kaybetmiştim.
Babamdan sonra hayatımız çok zorlaştı. Sanki sütun yıkılmış, mabet çökmüştü. Annem o güne kadar canavar gibi her şeye hakim olan annem, sanki kollarını bacaklarını kaybetmişti. Berbat bir teslim oluş halindeydi. İlk birkaç ay ablamın yanında kalıyordu. Bütün gün gazete ve kitap okuyor, sürekli babamdan bahsediyordu. 83 yaşındaydı. Bir günde etkisiz eleman haline gelmişti. Demek ki annemin amacı babamı yaşamda tutmaktı. O gidince görevi bitmiş gibi bir hale bürünmüştü.
Babam 31 Mart günü vefat etmiş, 1 Nisan günü toprağa verilmişti. Vefatının hemen ardından Soni bilet almış, bir kaç saat içinde yanımıza gelmiş, yaklaşık 10 gün bizimle kalmış, bir an olsun bizi yalnız bırakmamıştı. Babamın cenazesinde Kadıköy Sinagogu baş hahamı Rav Yeuda Adoni konuşmuştu. Babamı övmüş ve peygamberler için söylendiği gibi “Güzel yaşadı ve günlerine doymuş olarak öldü ”diyerek sözlerine son vermişti. Üzerinden yaklaşık 19 yıl geçmiş olmasına rağmen onu tanıyanlar hala ondan saygı ve sevgiyle söz ederler.
O yaz adaya gittiğimizde, annemi hafta sonları evime getiriyordum. Onu biraz da olsa yaşama döndürmek için türlü şaklabanlıklar yapıyordum ama, bunlar beyhude çırpınışlardı. Annem içine dönmüştü, hiçbir şeyden zevk almamaya yemin etmişti sanki. Bu arada Ari’nin karısı Jale bebek bekliyordu. Bir kız bebek gelecekti. Anneme sürekli gelecek olan bebekten bahsedip onu neşelendirmeye çalışıyorduk. Kuzenim Aşer de büyük sıkıntı içindeydi. Doğduğundan itibaren onun ikinci babası olan babamın kaybı ona çok acı veriyordu. “Baba Hayim” diye seslendiği babamın yokluğu onu çok üzüyordu. Her hafta Çarşamba gününü rehabilitasyon günü ilan etmiştim. Bir taksiye ablamı, annemi ve Aşer’i alır, farklı yerlere yemeğe götürürdüm. O yaz Moda, Caddebostan, Fenerbahçe’de gitmediğimiz restoran kalmamıştı. Hepimiz annemi neşelendirmeye çalışıyorduk. Bayramlardan sonra annem artık evine gidip orada yaşamaya karar vermişti. Ben yanına bir yardımcı kadın almayı teklif etmiştim ama şiddetle reddetmişti. Bizi şimdi çok daha zor günler bekliyordu. Bayramlarda Soni’ler İsrael’den gelmişler ve biraz olsun gönlüm şenlenmişti. Ne gariptir ki hayat devam ediyordu…
İRAN’A VELİAHT VEREN KRALİÇE FARAH DİBA
1 & 2
Farah Diba, 14 Ekim 1938’de Tahran'da üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yüzbaşı Sohrab Diba ve eşi Farideh Ghotbi’nin tek çocuğuydu.
Farah, babası aracılığıyla nispeten varlıklı bir geçmiş sahipti. 19. yüzyılın sonlarında büyükbabası, Rusya’nın St. Petersburg kentindeki Romanov döneminde İran Büyükelçisi olarak görev yapan bir diplomattı. Kendi babası, İran İmparatorluk Silahlı Kuvvetleri’nde bir subaydı ve St.Cyr’deki Fransız Askeri Akademisi mezunuydu.
Farah, anılarında babasıyla yakın bir bağı olduğunu ve babasının 1948’deki beklenmedik ölümünün onu derinden etkilediğini yazmıştı. Genç ailenin maddi durumu zordu. Bu kısıtlı koşullarda ,Kuzey Tahran’daki geniş aile villalarından çıkıp, annesi Farideh’in erkek kardeşlerinden biriyle, ortak bir daireye taşınmak zorunda kaldılar.
EĞİTİM VE EVLİLİĞİN YOLUNDA…
Genç Farah Diba, eğitimine Tahran'daki İtalyan okulunda başladı. Ardından 16 yaşına kadar Jeanne d’Arc okuluna ve daha sonra Lycee Razi’ye geçti. Genç kızken bir atletti ve okulunun basketbol takımının kaptanı olmuştu .Oradaki eğitimini tamamladıktan sonra, Albert Besson’un öğrencisi olduğu Paris’teki Ecole Speciale d’Architecture’de mimarlık öğrencisi oldu.
O sırada yurt dışında okuyan bir çok öğrenci, devletin sağladığı burslarla öğrenim görmekteydi. Farah da tam burslu başarılı bir mimarlık öğrencisiydi. Bu nedenle Şah, devlet başkanı olarak yabancı ülkelere ziyaretler yaptığında, yerel İranlı öğrencilerle sık sık bir araya gelirdi. Farah Diba, 1959’da Paris’teki İran Büyükelçiliğinde böyle bir toplantı sırasında ilk kez Şah Muhammed Rıza Pehlevi’ye takdim edildi.
1959 yılında Farah Tahran'a döndükten sonra, Şahın ilk karısı Fevziye’den olan kızı Şahnaz’ın sayesinde, Şahla sık sık bir araya getirildi. Kızların yaşları birbirine yakındı. İkisi arasındaki dostluğun mizanseninde, Şah Farah’a kur yapmaya başladı. Çift, 23 Kasım 1959’da nişanlandıklarını duyurdu.
EVLİLİK VE AİLE...
Farah Diba, 20 Aralık 1959’da 21 yaşındayken Şah Pehlevi ile evlendi. İran’ın genç kraliçesi büyük merak konusu oldu ve düğünü dünya çapında basının ilgisini çekti. Gelinliği ve tüm kıyafetleri ,o zamanlar Dior’un moda evinde o zaman bir tasarımcı olan Yves Saint Laurent tarafından tasarlandı ve düğünde duvağının üzerine takması için, yeni yaptırılan Noor-Ol-Ain-Diamond tacını taktı.
İmparatorluk düğünüyle ilgili gösteriş ve kutlamalardan sonra, bu birliğin başarısı kraliçenin bir erkek varis doğurma yeteneğine bağlı hale geldi. Daha önce iki kez evlenmiş olan Şahın ilk eşinden bir kızı olmuştu. İkinci eşi Süreyya ise ne yazık ki kısırdı. Genç kraliçenin üzerindeki baskı şiddetliydi. Şahın kendisi, tıpkı hükümetin diğer üyeleri gibi bir erkek varisin doğmasını şiddetle istiyordu.
Sonuç olarak çiftin 4 çocuğu oldu: İran Veliaht Prensi Rıza Cyrus Pehlevi (1960), İran Prensesi Farahnaz Pehlevi (1963), İran Prensi Ali Rıza Pehlevi (1966-2011), İran Prensesi Leyla Pehlevi (1970-2001)
KRALİÇE VE İMPARATORİÇE OLARAK…
Yeni kraliçenin, kamu veya hükümet işlerinde oynayacağı kesin rol belirsizdi. Asıl rolü sadece Şaha erkek bir varis vermekti. Saray da ondan başkaca bir talepte bulunulmuyordu. Bununla birlikte, veliahtın doğmasından sonra diğer faaliyetlere ve resmi uğraşlara ayırmakta özgür kalan kraliçe zamanının çoğunu bu işlere harcamaya başladı. Muhammed Rıza her zaman uzun boylu kadınlardan hoşlanırdı. Farah kocasından daha uzundu. Bu da onu bu gerçeği gizlemek için yeni yollar bulmaya yöneltti. Genellikle imparatorluk çiftinin fotoğrafı çekildiğinde, biri veya ikisi sandalyelerde oturuyordu veya şah merdivenlerin bir üst basamağında dururken, Farah hemen altındaki basamakta duruyor ve güzel resim veriyorlardı.
Diğer birçok kraliyet eşi gibi, kraliçe de başlangıçta kendisini törensel rolle sınırladı. 1961’de Fransa’ya yaptığı bir ziyaret sırasında, Fransız hayranı olan Farah, Fransa Kültür Bakanı Andre Malraux ile arkadaş oldu ve onu, 1979 İslam Devrimine kadar canlı bir ticaret olan, Fransız ve İran sanat galerileri ve müzeleri arasında kültürel eserlerin değiş tokuşunu düzenlemeye yönlendirdi. Zamanının çoğunu, tartışmalı konulara derinlemesine girmeden çeşitli eğitim ve sağlık kurumlarının açılışlarına katılarak geçirdi. Ancak zaman ilerledikçe bu pozisyon değişti. Kraliçe, kendisini ilgilendiren sorunlar ve nedenlerle ilgili hükümet işlerine çok daha aktif bir şekilde dahil oldu. Finansman sağlamak ve dikkati özellikle kadın hakları ve kültürel gelişim alanlarındaki nedenlere odaklamak için kocası Şah ile olan yakınlığını ve nüfuzunu kullandı. Farah’ın endişeleri, siyasetin kendi alanından çıkarıldığı ”eğitim, sağlık, kültür ve sosyal konular” idi.
Ancak Şah'ın siyasi açıdan güçlü ikiz kardeşi Prenses Eşref, Farah’ı rakip olarak görmeye başladı. Farah’ın, Prenses Eşref’in, saraydaki etkisini azaltması için kocasına baskı yapmasına yol açan, görümcesiyle olan rekabetiydi.
İmparatoriçenin ana girişimlerinden biri, İranlı kadınların eğitimini iyileştirmeyi amaçlayan ve İran’daki ilk Amerikan tarzı olan Pehlevi Üniversitesini kurmaktı; O zamandan önce, İran Üniversiteleri her zaman Fransız tarzını model almıştı. İmparatoriçe 1978’de görevlerinin şunlar olduğunu yazdı:
Eğitim, sağlık, kültür ve sosyal alanlarda başkanlığını yaptığım ve çok aktif olarak yer aldığım tüm organizasyonları detaylı olarak yazamadım. Bu neredeyse bir kitap kadar uzun olacaktı. Basit bir liste belki fikir verebilir: Çalışan annelerin çocukları için aile refahı teşkilatı-kreşler, kadınlara ve kızlara okuma öğretimi, mesleki eğitim, aile planlaması; Kan Transfüzyonu Organizasyonu; Kanserle Mücadele Örgütü; Muhtaçlara Yardım Kuruluşu…Çocuk Merkezi; Çocukların Entelektüel Gelişim Merkezi…İmparatorluk Felsefe Enstitüsü; İran Kültürü Vakfı; Şiraz Festivali, Tahran Sinema Festivali; İran Folklor Örgütü; Asya Enstitüsü; Medeniyetler Tartışma Merkezi; Pehlevi Üniversitesi; Bilimler Akademisi.
Farah, hafta içi her gün sabah 9’dan,akşam 9’a kadar hayır faaliyetlerinde uzun yıllar çalıştı. Sonunda kraliçe çeşitli konularda, çeşitli yardım taleplerini ele alan 40 kişilik bir kadroya başkanlık etti. İmparatorluk hükümetindeki en görünür figürlerinden biri ve 24 eğitim, sağlık ve kültür kuruluşunun koruyucusu oldu. İnsani rolü özellikle 1970’lerin başında bir süreliğine muazzam popüler olmasını sağladı. Bu dönemde, İran’ın içinde çok seyahat etti, ülkenin en ücra köşelerine kadar gitti ve yerel vatandaşlarla konuştu .Önemi, ilk Şahbanu olarak taç giydiği 1967 taç giyme törenlerindeki rolüyle (imparatoriçe) olarak pekişti. Modern İran, Şah’ın veliaht prensin 21. doğum gününden önce ölmesi veya aciz kalması durumunda, onu resmi naip olarak atadığında bir kez daha doğrulandı. Bir kadının naip olarak adlandırılması, Orta Doğu veya Müslüman bir monarşi için oldukça alışılmadık bir durumdu. İran petrolünün yarattığı büyük servet, imparatorluk mahkemesinde bir İran milliyetçiliği duygusunu teşvik etti. İmparatoriçe, 1950’lerde Fransa’da bir üniversite öğrencisi olarak nereli olduğunun sorulduğu günleri hatırladı:
“Onlara İran’lı olduğumu söylediğimde…Avrupa’lılar, sanki İranlılar barbar ve iğrençmiş gibi dehşet içinde irkilirlerdi. Ancak İran, 1970’lerde Şah döneminde zengin olduktan sonra, her yerde İranlılara iltifatlar yağmaya başladı. Evet majesteleri. Elbette majesteleri. Lütfen majesteleri. Her yanımızda yaltaklanma. Açgözlü dalkavuklar. Sonra İranlıları sevdiler.”
Devam edecek...
SANAT VE KÜLTÜRE KATKILAR…
İmparatoriçe, saltanatının başından itibaren İran'da kültür ve sanatın tanıtımına aktif bir ilgi gösterdi. Onun himayesi sayesinde, tarihi ve çağdaş İran sanatını hem İran'da hem de batı dünyasında öne çıkma tutkusunu ilerletmek için çok sayıda organizasyon yaratıldı ve teşvik edildi.
İmparatoriçe, kendi çabalarının yanı sıra çeşitli vakıf ve danışmanların yardımıyla bu amacı gerçekleştirmeye çalıştı. Bakanlığı, geleneksel İran Sanatları (dokuma, şarkı söyleme ve şiir resitali gibi) ve Batı tiyatrosu dahil olmak üzere birçok sanatsal ifade biçimini teşvik etti. Sahne sanatlarını destekleyen en tanınmış çabası, Şiraz Sanat Festivali’nin himayesiydi. Zaman zaman tartışmalı olan bu etkinlik, 1967’den 1977’ye kadar her yıl düzenlendi ve hem İranlı hem de batılı sanatçıların canlı performanslarına yer verdi. Bununla birlikte,kraliçenin zamanının çoğu, müzelerin yaratılmasına ve koleksiyonlarının toplanmasına gitti.
Eski bir mimarlık öğrencisi olarak, imparatoriçenin yeteneği, Mohsen Foroughi’ye fiilen yardım ederek ve 1968’de tamamlanan Niavaran Kraliyet Sarayı’nda görülüyor: Geleneksel İran mimarisini 1960’ların çağdaş tasarımıyla harmanlıyor. Esas olarak Batı ve Doğu sanatı, felsefesi ve dini üzerinde eserler içeren 22.000 kitaptan oluşan imparatoriçenin kişisel kütüphanesi vardır; iç mekan Aziz Farmanfarmayan tarafından tasarlanmıştır.
SANAT…
Tarihsel olarak kültürel açıdan zengin bir ülke olan 1960’ların İran’ının gösterecek çok az şeyi vardı. 2.500 yıllık tarihi boyunca üretilen büyük sanat hazinelerinin birçoğu yabancı müzelerin ve özel koleksiyonların eline geçmişti. İran’a kendi tarihi eserlerinden uygun bir koleksiyon sağlamak imparatoriçenin başlıca hedeflerinden bir haline geldi. Bu amaçla, yabancı ve yerli koleksiyonlardan çok çeşitli İran eserlerini ”geri satın almak” için kocasının hükümetinden izin ve fon sağladı. Bu, 1972’den 1978’e kadar imparatoriçeye danışmanlık yapan, dönemin en önde gelen İran antika tüccarları olan Houshang ve Mehdi Mahboubian kardeşlerin yardımlarıyla sağlandı. Bu eserlerle birkaç ulusal müze kurdu (çoğu günümüze kadar ayakta kaldı) ve National Trust’ın İran versiyonunu başlattı.
Onun rehberliğinde oluşturulan müzeler ve kültür merkezleri arasında Negarestan Kültür Merkezi, Reza Abbasi Müzesi, değerli Lorestan bronz koleksiyonuyla Khorramabad Müzesi, Ulusal Halı Galerisi ve İran Züccaciye ve Seramik Müzesi yer alıyor.
ÇAĞDAŞ…
İmparatoriçe, tarihi İran eserlerinden oluşan bir koleksiyon oluşturmanın yanı sıra, çağdaş Batı ve İran sanatına ilgi duyduğunu da ifade etti. Bu amaçla, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin himayesine aldı. Bu kurumu kurma ve genişletme çalışmasının meyveleri, belki de imparatoriçenin İran halkına en kalıcı kültürel mirasıdır.
İmparatoriçe, hükümetten tahsis edilen fonları kullanarak, Batı sanatının birkaç önemli eserini satın almak için 1970’lerin biraz durgun bir sanat piyasasından yararlandı. Onun rehberliğinde müze, Pablo Picasso, Claude Monet, George Grosz, Andy Warhol, Jackson Pollock vb. sanatçıların 150 eserini satın aldı. Bugün, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi Koleksiyonu, Avrupa ve ABD dışındaki en önemli koleksiyonlardan biri olarak kabul ediliyor. Geniş koleksiyon, devlet tarafından yayınlanan büyük bir sehpa üzeri kitabında zevkli bir şekilde sergilendi. İran Modern adlı “Assouline Müzesi” İranlı modern bir heykeltıraş ve imparatoriçenin eski kültür danışmanı olan Parviz Tanavoli’ye göre, etkileyici koleksiyonun “yüzlerce değil, onlarca milyon dolar” karşılandığında toplandı. Bugün, bu varlıkların değerinin yaklaşık 2.8 milyar ABD dolarına yakın olduğu tahmin edilmektedir.
Koleksiyon, 1979’da Pehlevi Hanedanı’nın düşüşünden sonra iktidara gelen Batı karşıtı İslam Cumhuriyeti için bir ikilem yarattı. Köktendinci hükümet İran’daki batı etkisini siyasi olarak reddetse de, imparatoriçe tarafından toplanan Batı Sanat Koleksiyonu, muazzam maddi değeri uyarınca elde tutuldu. Bununla birlikte, halka açık olarak sergilenmedi ve Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin mahzenlerinde yaklaşık yirmi yıl saklandı. Bu koleksiyonun büyük bir kısmının Eylül 2005’te Tahran’da gerçekleşen bir sergide kısaca tekrar görülmesinin ardından, rafa kaldırılan sanat eserlerinin akibeti hakkında birçok spekülasyona neden oldu.
İSLAM…
1978’in başlarında İran’da imparatorluk hükümetinin gücünün ve zenginliğinin çok fazla belirgin hale gelmesiyle beraber, ülke halkının memnuniyetsizliğinin bir dizi faktörü, yaklaşan İslam Devrimi’ne katkıda bulundu.
Ülke içindeki hoşnutsuzluk armaya devam etti ve yılın ilerleyen aylarında monarşiye karşı gösteriler çoğalmaya başladı. Farah Diba, anılarında bu süre zarfında “giderek artan bir huzursuzluk duygusu olduğunu “ yazdı. Bu koşullar altında Şahbanu’nun resmi faaliyetlerinin çoğu, güvenliğiyle ilgili endişeler nedeniyle iptal edildi.
Yıl sona ererken, siyasi durum daha da kötüleşti. Ayaklanmalar ve huzursuzluk giderek yükseldi ve Ocak 1979’da doruğa ulaştı. Hükümet, İran’ın büyük şehirlerinin çoğunda sıkı yönetim ilan etti. Artık ülke açıkça bir devrimin eşiğindeydi.
Şah Muhammed Rıza ve Farah, şiddetli protestolara yanıt olarak ülkeyi terk etmeye karar verdiler. Her ikisi de çocuklarıyla birlikte 16 Ocak 1979’da uçakla İran’dan ayrıldı.
İRANDAN AYRILDIKTAN SONRA…
Şah ve Şahbanu’nun İran’dan ayrıldıktan sonra nereye gidecekleri, hükümdar ve danışmanları arasında bile bazı tartışmalara yol açtı. Şah, hükümdarlığı sırasında Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile yakın ilişkiler sürdürmüş ve Farah, başkanın eşi Cihan Sedat ile yakın bir dostluk geliştirmişti. Mısır Devlet Başkanı, imparatorluk çiftine Mısır’a sığınma daveti gönderdi ve kabul ettiler. İran’da ortaya çıkan siyasi durum nedeniyle, devrimden önce İran Monarşisi ile dostane ilişkiler içinde olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet, Şah’ın kendi sınırları içinde varlığını bir sorumluluk olarak gördü. İran’daki Devrimci Hükümet, hem Şah’ın hem de Şahbanu’nun tutuklanmasını (ve daha sonra öldürülmesini) emretmişti. Yeni İran hükümeti birkaç kez onların iadesini şiddetle talep etmeye devam edecekti, ancak devrik hükümdarın ve muhtemelen imparatoriçenin dönüşü için yabancı güçlere baskı yapmak için ne ölçüde hareket edeceği o zamanlar bilinmiyordu.
İmparatorluk çifti, varlıklarının ev sahipleri için oluşturduğu potansiyel tehlikenin farkındaydı. Yanıt olarak, on dört aylık kalıcı sığınma süresinden sonra, yeni bir arayışa ve onları birçok ülkeden geçen bir yolculuğa başlayarak Mısır’ı terk ettiler. Mısırdan sonra, kısa bir süre Kral II. Hasanı’n konuğu oldukları Fas’a gittiler.
Fas’tan ayrıldıktan sonra Şah ve imparatoriçeye Bahamalar’da geçici sığınma hakkı verildi. Bahama vizelerinin süresinin dolması ve yenilenmemesi üzerine Meksika’ya başvurdular ve kabul edildiler. Mexico City yakınlarındaki Cuernavaca’da bir villa kiraladılar. Artık git gide onları daha kötü günler bekliyordu.
devam edecek...
.