KADIKÖYLÜ KÜÇÜK SARA-63

Güle güle babacığım...

Babam ve ben

Babam ve ben

2003 yılının Mart ayının 26’sında Auschwitz’den geri döndüğümüz günün akşamı eve vardığımızda hay bıcır bıcır konuşup babasına yolculuğumuzu anlatırken, benim içimde korkunç bir sıkıntı ve karanlık vardı. Aslında bunu böyle olmasını gerektirecek bir neden yoktu. Yaptığımız seyahat ve yanı sıra görevim olan gazeteciliği layıkıyla yapmış, bir dolu malzeme ve röportajla geri dönmüştüm. Sıra bunları yazmaya ve gazeteye teslim etmeye gelmişti ki, bunları hazırlamak artık birkaç saate bakardı. David Auschwitz’den etkilendiğimi, o yüzden kendimi karanlık hissettiğimi söylüyordu. Ama ben içimden gelen bir sesle kötü bir şeylerin gelmekte olduğunu hissetmiştim.

Ertesi sabah annemleri aradığımda babamın bütün gece kustuğunu ve yemek istemediğini söyledi. Hemen bir taksiye atlayıp onlara gittim. Gitmeden evvel da Dr. Samuel Sivil’i çağırdım. Bizimkilerin doktoru o devirlerde Dr.Sivil’di. Benden kısa bir süre sonra doktor da geldi ve uzun uzun muayene ettikten sonra iki liste dolusu kan ve idrar tahlilleri verdi. Çok iyimser değildi ve yine de tahlilleri bir görelim deyip gitti. Eve gelen laborant kanları aldı ve gitti. Babam çok düşkün ve suskundu. Onları oyalamak için uzun uzun seyahatimizi anlattım. Laboratuvardan arayıp, sonuçların hazır olduğunu bildirdiler. Sonuçları almaya giderken bacaklarım titriyordu.

Koşarak eve döndüm ve telefonda değerli doktor sivile okudum. Doktor babamın bütün organ fonksiyonlarının çökmeye başladığını söyledi. O gece babama evde serum takıldı. Bütün aile, büyük küçük eve akın etmeye başladılar. Sonunda herkes gitti ve ben orada kaldım. Gece boyunca evin içinde volta atıyordum. Ertesi gün babamı doktorun isteği ile bir sağlık kuruluşuna götürdük. Orada röntgen vs. yapıldıktan sonra başhekim beni odasına aldı. “Babanızda çoklu organ yetmezliği başladı. Sanırım çok az bir vakti kaldı. Onu rahat ettirmeye çalışın” dedi, ve bazı rahatlatıcı ilaçlar verdi.

Eve döndük ve ablama anlatınca o da hemen annemlere geldi. Kolunda serum vardı. Tek lokma yemek istemiyordu. Nefesi biraz hırıltılıydı. Bu da ciğerlerine su dolduğunu gösteriyordu. Babam çok sakindi. O zaten oldum olası böyle bir karaktere sahipti. Hiçbir zaman bizi üzmez ve canımızı sıkmazdı. Bütün asaletiyle yatıyor ve onun etrafında dört dönen kızlarını ve annemi sevgiyle izliyordu. Ben ilk günler İsrael’deki Soni’ye üzülmesin diye bir şey anlatmamıştım ama 30 Mart gecesi babam kötüleşmeye ve iyi nefes alamamaya başlayınca Soni’yi aradım ve kısa bir şekilde dedesinin rahatsız olduğunu ve onunla konuşmasını istedim. Babam torunuyla vedalaşır gibi konuştu. Ardından ambulans çağırıp babamı hastaneye kaldırdık. Ablamlar, Ari, Rina, annem ve Hay, David hepimiz aynı anda hastaneye gittik. Artık bir sayfa kapanıyordu. Benim babam, en iyi dostum kafadarım, ailemizin şeker dedesi yolculuğa çıkmak üzereydi.

Venezya ve babam

Venezya ve babam

Babam ve Ari

Babam ve Ari

Babam ve Rina

Babam ve Rina

Annem & Babam

Annem & Babam

Ben, Venezya, Rina, Annem, Babam ve Soni

Ben, Venezya, Rina, Annem, Babam ve Soni

Kendime hayret ediyordum. Nasıl bu kadar sakin ve vakur durabiliyordum? Çok ciddi ve dinamiktim. Babamı bir odaya yatırdılar, oksijen maskesi taktılar ama aklı başındaydı. Ablamla ben onun yanına yapışmış, ayakta duruyorduk. O bize sevgiyle bakıyordu. Yaklaşık bir saat sonra ben herkesi yolladım. O gece yanında kalacaktım. İnanmayacaksınız ama yanıma kağıtlarım kalemim ve röportajlarımı yaptığım minik teybim vardı. Babam uyukluyordu. Oda ölgün bir ışıkla aydınlanıyordu. Babamın uyuduğu zamanlarda Auscwitz’de yapılan töreni ve röportajları yazıyordum, uyanıp seslendiği zaman yanında oturuyor ona şarkı söylüyordum. Babam çok liberal bir yaşam tarzının yanında, dinine çok düşkün bir insandı. Ona sabaha kadar, sinagogdan öğrendiğim dini ilahileri ve mizmorları söylüyordum. Serumlu elini tutuyordum. O da bu ilahilere bazen alçak sesle eşlik ediyordu. Onu sık sık öpüyordum.

Kendimi nasıl avutuyordum biliyor musunuz? Henüz birkaç gün önce gittiğim ölüm kampını düşünerek. 1939-1945 yılları arasında babamın bütün çağdaşları olan Yahudi gençler o kamplarda acılar içinde yıllar geçirmişler, kimisi bir iskelet gibi hayatta kalmış, birçoğu ise hunharca katledilmişler veya gaz odalarında can vermişlerdi. Oysa onların çağdaşı olan babam Türkiye’de Sarıkamış’ta 3 yıl askerlik yapmış, bitler ve yokluk içinde geçen o zorlu yıllardan sonra evine dönmüş, annemle büyük bir aşk yaşadıktan sonra evlenmiş. Kız evlatlarına sahip olmuş. Kızlarını deli gibi seven bir baba ve harika bir dede olmuştu. Şu son anlarında bile, ailesi pervane gibi etrafında sevgi ve saygıyla bekleşiyorlardı. Bu az bir mutluluk değildi. 87 yaşına gelmişti, güzel ve saygın bir yaşam sürmüştü. Çağdaşları olan dindaşları gibi, bir avuç kül halinde bacalardan uçup gitmemişti. Babamın uyukladığı bir zaman diliminde, bunları gözyaşlarım akarken düşünmüş ve kendimi teselli etmeye çalışmıştım.

Tanrı ne eylerse güzel eylermiş. Ben babama aşık bir çocuktum. Onun yokluğunu düşünmek bile benim kulaklarımın uğuldamasına yol açardı. Bence Tanrı beni önce Auschwit’ze göndermiş, oradaki faciayı gözlerimle gördükten sonra, babamın ölümüne hazırlamıştı. Ben Tanrı’nın gücüne ve her şeye kadir oluşuna böyle zamanlarda daha fazla iman ederim.

Ertesi gün öğlene doğru babamı yoğun bakım odasına götürdüler. Sabahtan hastaneye gelen ablamı ve beni eve gönderdiler. Telefonla bilgi verileceğini söylediler. Eve döndük, annemi sakinleştirmeye çalışıyorduk. Akşamüzeri hastaneden telefon geldi. Oraya gelmemizi istediler. Biz anlamıştık ama dile getirmeye kıyamıyorduk. Ari arabasıyla bizi hastaneye götürdü. Başhekim yanımıza gelip babamın hemşire ile konuşurken sakince göçtüğünü söyledi. Ari ve ablam sarılıp ağlamaya başladılar. Ben pencereye gidip gökyüzüne baktım ve “Babacığım artık kuşlar gibi özgürsün. Yıpranmış bedeninden kurtulup, özgürlüğüne kavuştun” dedim. Bizimkileri bir anne şefkatiyle sarmalayıp annemin evine döndük.

O gece ev mahşer gibiydi. Bütün ailemiz, yeğenler, kuzenler, yakın dostlar, komşular annemin evine doluşmuşlardı. Artık babam yoktu. Benim tatlım, canım, arkadaşım, güzel babam kendisine yakışan bir vakarla Tanrı’sına kavuşmuştu. Ölürken bile “hamdolsun” diyormuş. Babam gittiği zaman 47 yaşındaydım. artık hiçbir zaman babamın “Küçük ,kerata kızı” olmayacaktım. Hayatta beni koşulsuz olarak seven tek erkeğimi kaybetmiştim.

Babamdan sonra hayatımız çok zorlaştı. Sanki sütun yıkılmış, mabet çökmüştü. Annem o güne kadar canavar gibi her şeye hakim olan annem, sanki kollarını bacaklarını kaybetmişti. Berbat bir teslim oluş halindeydi. İlk birkaç ay ablamın yanında kalıyordu. Bütün gün gazete ve kitap okuyor, sürekli babamdan bahsediyordu. 83 yaşındaydı. Bir günde etkisiz eleman haline gelmişti. Demek ki annemin amacı babamı yaşamda tutmaktı. O gidince görevi bitmiş gibi bir hale bürünmüştü.

Babam 31 Mart günü vefat etmiş, 1 Nisan günü toprağa verilmişti. Vefatının hemen ardından Soni bilet almış, bir kaç saat içinde yanımıza gelmiş, yaklaşık 10 gün bizimle kalmış, bir an olsun bizi yalnız bırakmamıştı. Babamın cenazesinde Kadıköy Sinagogu baş hahamı Rav Yeuda Adoni konuşmuştu. Babamı övmüş ve peygamberler için söylendiği gibi “Güzel yaşadı ve günlerine doymuş olarak öldü ”diyerek sözlerine son vermişti. Üzerinden yaklaşık 19 yıl geçmiş olmasına rağmen onu tanıyanlar hala ondan saygı ve sevgiyle söz ederler.

Soni ve babam

Soni ve babam

Babam ve Hay

Babam ve Hay

Aşer, babam, Hay, Soni, annem ve Lisya

Aşer, babam, Hay, Soni, annem ve Lisya

O yaz adaya gittiğimizde, annemi hafta sonları evime getiriyordum. Onu biraz da olsa yaşama döndürmek için türlü şaklabanlıklar yapıyordum ama, bunlar beyhude çırpınışlardı. Annem içine dönmüştü, hiçbir şeyden zevk almamaya yemin etmişti sanki. Bu arada Ari’nin karısı Jale bebek bekliyordu. Bir kız bebek gelecekti. Anneme sürekli gelecek olan bebekten bahsedip onu neşelendirmeye çalışıyorduk. Kuzenim Aşer de büyük sıkıntı içindeydi. Doğduğundan itibaren onun ikinci babası olan babamın kaybı ona çok acı veriyordu. “Baba Hayim” diye seslendiği babamın yokluğu onu çok üzüyordu. Her hafta Çarşamba gününü rehabilitasyon günü ilan etmiştim. Bir taksiye ablamı, annemi ve Aşer’i alır, farklı yerlere yemeğe götürürdüm. O yaz Moda, Caddebostan, Fenerbahçe’de gitmediğimiz restoran kalmamıştı. Hepimiz annemi neşelendirmeye çalışıyorduk. Bayramlardan sonra annem artık evine gidip orada yaşamaya karar vermişti. Ben yanına bir yardımcı kadın almayı teklif etmiştim ama şiddetle reddetmişti. Bizi şimdi çok daha zor günler bekliyordu. Bayramlarda Soni’ler İsrael’den gelmişler ve biraz olsun gönlüm şenlenmişti. Ne gariptir ki hayat devam ediyordu…

Annem, ben, Venezya ve babam

Annem, ben, Venezya ve babam