GÜZELLİĞİ DİLLERE DESTANDI! MISIR PRENSESİ VE İRAN KRALİÇESİ FEVZİYE’NİN YÜREK BURKAN HAYATI
KADIKÖYLÜ KÜÇÜK SARA -28-
David’le nişan töreninden sonra artık günlük hayatımıza dalmıştık. Biraz bizde, biraz karşı tarafta, fakat hep birlikteydik. Tabi o günlerin adetlerine göre, nişana davet edilemeyen, örneğin annemin Kadıköylü kadın arkadaşları, benim sınıfın kızları, ailenin iki taraftan yakınları, David’in okul arkadaşları ve çok samimi olduğumuz arkadaşlarımıza olmak üzere birkaç hafta üst üste ev davetleri veriyorduk. Gerçekten sevgi ve sevinç dolu eğlenceli günler yaşanıyordu.
Nedir ki yaz ortasından itibaren başlayan sinüzit ve otit rahatsızlıklarımdan sonra, bu defa da boğazımda bademcik iltihabı başlamıştı. Yaklaşık her hafta ateşim 40’ lara kadar yükseliyordu, bademciklerim şişmiş, yan yana yapışmışlardı. Berbat bir dönemdi. Ben neredeyse hep ateşli yatıyordum. David devamlı bizde kalıyordu. Bir ay içinde sanırım birkaç profesöre gittiğim ve kutularla antibiyotik içtiğim halde düzelemiyordum. Kilo vermiştim. Çizmelerim bacaklarıma geniş geliyordu. Gönlümüzce hiçbir yere gidemiyorduk. Gitsek bile hep taksi ile gidip geliyorduk. Doğum günü haftamda nasıl olduysa ateşim çıkmamıştı. O yıl 11 Aralıkta 20 yaşıma gelmiştim. Annemle babam bana üzerinde tek bir inci olan, çiçek biçiminde altın bir yüzük almışlardı. David ise, o dönemlerde çok moda olan sahte kürkten yapılmış siyah puanlı, beyaz bir kaban almıştı. O yaşta bana aldığı bu oldukça değerli hediye beni çok etkilemişti. Demek ki genç bir öğrenci olan nişanlım, bana düzgün bir gelecek vereceğini vaat eder gibiydi. Ertesi gün Cuma günüydü ve gelenek olduğu üzere kayınvalidemin evine gitmiştim. Normalde David’in odası, küçük bir genç odasıydı ve ben de karşısındaki diğer bir küçük odada kalırdım. Odamda bir divan ve ayaklı bir dikiş makinesi vardı. Ben getirdiğim çantalarımı makinenin üzerine koyardım. O gün de öyle yaptım ve sonra David’in odasına girdim. Çelik çalışma masasının üzerinde bir hediye paketi vardı. Üzerine de bir not konmuştu. “Doğum günü ertesi hediyesi” diye yazıyordu. Paketi heyecanla açtım, içinden Andre Gide’in“Pastoral Senfoni”adlı kitabı çıktı. İnanmayacaksınız ama bu sürpriz kitap, David’e olan duygularımı daha da yüceltmişti. Bu çok zarif bir davranıştı. Kitap benim için çok şey ifade ederdi. Bugün hala aynı duyguları taşıyorum.
Yılbaşı gecesi David’in abisi Hayim ve Ester ile, ablam Venezya ve Niso ile birlikte Boğazda “Bosfor Restaurant diye bir yerde yemek yemiş, sonra ablamın evinde toplanmıştık. O yıl bizler için değişikti. İlk kez yeni yılı nişanlı olarak karşılamıştık. Keyfimiz yerindeydi. En çok sevdiklerimizle beraberdik. Ocak ayının ortasında bir gün çok sağlıklı uyandım. Ateşim normaldi, keyfim yerindeydi, doktorum Erdoğan Konuk’un direktifi ile, çok sağlıklı olduğum gün bademcik ameliyatı olacaktım. Gayrettepe’deki Hayat Hastanesi’nde yerim önceden ayrılmıştı. Ben oraya varana kadar ameliyathane bile hazırdı. Doktora da haber verilmişti. Eniştem Niso arabasıyla geldi, annemi, babamı ve beni aldı, karşıya geçtik. Hayat Hastanesi’nin önünde indiğimde David’i de karşımda buldum. Okul yerine evinden direkt hastaneye gelmişti.
Uzun lafın kısası o gün öğle saatlerinde ameliyat oldum. Bademcik ameliyatı olmuştum. Bir süre sonra odada uyandım ve konuşmaya başladım. Herkes konuşmama şaşırmıştı, çünkü bademcik ameliyatı olanlar genelde 3-4 gün konuşamazlar ve dondurma yerlerdi. Nerede bende o şans? Estetik uzmanı olan doktorum boğazımı kendiliğinden eriyen katgüt adlı bir iplikle dikmişti. O yüzden önüme Petit Beurre bisküvi ve ılık çay getirdiler. Gençlik olduğu zaman her şey daha kolay geçer. Ertesi gün öğle saatlerinde taburcu oldum ve eve döndüm. Şimdi önümüzdeki aylarda, bağışıklığım oldukça düşük olduğundan iyi korunmam gerekecekti. Ama artık iyiydim ve gerçekten nişanlı olmanın tadına varmaya başladım. Her hafta Pazar günleri öğleden sonraları Kardeşlik Kulübüne giderdik. Orada her hafta müzik, tiyatro gibi etkinlikler olurdu. O günlerde orada tanıdığım Jak Esim’le, İzzet Bana ve diğer entelektüel kişilerle olan dostluklarımız kurulmuştur. Arada diğer derneklerin de gece partilerine gider dans ederdik. Yıldırım'dan arkadaşımız olan Rıfat Sadi de o yıl kız arkadaşı Eti ile nişanlanmıştı. Jojo Levi de Luiz adında çok genç, dünya tatlısı bir kızla nişanlanmıştı. Hepimiz sürekli aynı faaliyetlerde karşılaşıyor ve çok eğleniyorduk. Hatta bir kere, İhtiyarlar Yurdu’nda yapılan bir Pazar günü etkinliğine hep birlikte katılmıştık. İzzet Bana benim bir yıl önceki kültür grubu ergenlerine şarkılar söyletmiş Jojo da akodeon çalmıştı, ardından David’le ben sahneye çıkmış gitar eşliğinde David’in bestelerini söylemiştik. En son olarak da Hayati Motola adlı bir arkadaşımızın yazıp, yönettiği ve kendisinin de oynadığı birkaç skeci seyretmiştik. Hakikaten çok eğleniyorduk.
İlk bahar geldiği zaman artık ağır ağır düğün planları yapmaya başlamıştık. Aslında David bu kadar çabuk evlenme taraftarı değildi ve haklıydı. Çünkü o sene son sınıftaydı, sonra yedek subay olarak askerlik görevi vardı. Ama ne zaman gideceği tabii ki belli değildi. Fakat gelin görün ki annem uzun nişanlılıklara sıcak bakmazdı. “Siz evlenin, bizimle yaşayın. Askerden sonra ev açarsınız” dedi. Zaten annem kararını vermişse, bunun dönüşü olmazdı. Biz de Neve Şalom Vakfı'na gidip kendimize düğün tarihi aldık. 24 Ekim 1976 Pazar günü saat 14.00da evlenecektik. Annemlerin büyük olan yatak odası bize tahsis edilecekti.
Haziran ayında David üniversite finallerine girdi ve iki dersten eylüle kaldı. Bu çok normaldi. Zaten 6 yaşından beri durmadan ders çalıştığı için o buna alışıktı, temmuz ayından itibaren kaldığı iki dersi çalışmaya başladı. O yaz adada arkadaşlarımızla çok eğleniyorduk. Çamlara plaja giderdik veya Asaf’a gider hem yemek yer, hem denize giderdik. Cuma akşamları ada evine Esterle Hayim de gelirlerdi. Üst kata da kuzen David ve Kety Kastoryano ve oğulları minik Selim'le gelirlerdi. Yemekten sonra çamlardaki Emin’in çay bahçesine gider saatlerce konuşur, güler, eğlenirdik. Herkes çok gençti önümüzdeki hayat bize sonsuzmuş gibi gelirdi. Dünya kollarını açmış bizi bekliyordu. Cumartesi akşamları arkadaşlarımızla Büyükada'ya geçer ve kaşer etten döner ve lahmacun yapan Martı Büfe’de yemek yerdik. Sonra arabalara biner Seferoğlu’ndaki diskoya dansa giderdik. Bazen de Burgaz Adası'na gider, oradaki kulübün diskosunda dans ederdik. Nereye gitsek farklı arkadaşlarla karşılaşır, uzun uzun sohbet ederdik.
Günler akıp geçiyordu, artık ağır ağır neler satın alacağımıza ve ihtiyaç listeleri yapmaya başladık. Yatak odası takımı alacaktık. Annemlerin kullanmadığı iki Amerikan stili koltuğu yeni kumaşla kaplatacak, odamızda bir oturma köşesi yapacaktık. Bir de sehpa ve üzerine 67 ekran televizyon alacaktık.O yıllarda Türkiye’de hala siyah beyaz televizyonlar vardı. Bundan ayrı tavana asılacak lamba ve komodinler için abajurlar alınacaktı. Eylül ayında seçtiğimiz koyu kahverengi, beyaz bordürlü bir yatak odası takımını odaya yerleştirildi. Daha önce duvarlara yeni bir duvar kağıdı takılmıştı. Perdeler beyaz tül ve güneşlik, kenarlarından ipek kordonlarla tutturulmuş ipek satenden dikilmiş gülkurusu renginde kanatları vardı. Krem rengi lambaların gülkurusu püskülleri vardı. Koltuklarımız yine gülkurusu renginde ipek kadife ile döşenmişti. Yerde ise krem rengi üzerine gülkurusu gülleri olan bir halımız vardı. Odamız gerçekten rüya gibiydi. Ya da ben bayılıyordum.
1 Eylül 1976 günü Kadıköy evlendirme dairesinde nikahımız kıyıldı. Benim şahidim eniştem Niso Altaras, David’in şahidi ise amcası Eli Kohen Yanarocak’tı. Nikah tayyörüm krem rengi spor bir tayyördü. İçimde ipekli bir lacivert gömlek vardı. Ayakkabı ve çantam lacivert deriden, şapkam, krem rengi, örgü bir geniş kenarlı şapkaydı. David de açık gri renkli pantolon yelek ve ceket giymişti. Gömleği uçuk pembeydi, kravatı bordo, siyah ve gri desenliydi. Nikahtan sonra arabalara binip bizim eve gelmiştik. Annem daha önceden mükemmel bir tatlı, tuzlu sofrası hazırlamıştı. Ablam birkaç güne kadar doğum yapacaktı. Herkes çok mutluydu. Artık 5,5 yaşında olan Ari hala ailedeki tek torun saltanatını sürdürüyordu. O gün küçük bir toplantı yapmıştık. Benim tarafımdan Tante Veneta, Onkle Bohor ve David’in tarafından ise amcası Onkle Eli, Tante Lora ve oğulları Hayim ile David vardı. David’in annesi, babası, abisi ve yengesi, bizden de annem babam Tante Suzan, ben, Venezya, Niso ve Ari vardı. O günkü tek davetli arkadaş ise Behiye idi. İş günü olduğu için yalnız gelmişti. Herkes çok neşeli ve mutluydu.
Bu arada David’le birlikte mart ayında TRT’de açılan Amatörler Yarışması’na birlikte katılmıştık. Erol Pekcan, Önder Bali ve Şevket Uğurluel’in jüri olarak katıldıkları yarışmaya girmiş ve iki tane David bestesini söylemiştik. O gün Harbiye Radyo Evi tıklım tıklım yarışmacı ile doluydu. 1500 adayın yarışmaya katıldığı söyleniyordu. Sonuçlar 15 gün sonra Radyo Evi’nin kapısına asılan bir listede yazılacaktı. Dolmuştan Radyo Evi’nin önünde indik, David koşarak merdivenleri tırmandı onca kişi içinden 20 kişi seçilmişti. Bizim adımız 10. sıradaydı. David sevinçten zıp zıp zıplıyordu. Ben çok bozulmuştum. Nasılsa kazanamayız diye önemsememiştim.
Temmuz sonunda kazananları mektupla davet ediyorlar ve yarışmaya katıldıkları şarkıları orkestra eşliğinde söylüyorduk. Şarkılar kayda alınıyordu. Nikahımızdan 15 gün önce Maçka Maden Fakültesi’nin TRT stüdyosuna davet edilmiştik , şarkılarımızı bu defa da kamerayla filme çekmişlerdi. Çekimden hemen sonra David ikmal imtihanı için üniversiteye gitmişti, vakti olmadığı için imtihana yüzüne sürülen fondötenle çıkmıştı. Bu program TRT Televizyonu’nda, nikahtan 2-3 gün önce yayınlanmıştı. Bu aslında bir başarıydı. Evde oturup hep birlikte izlemiştik. Eniştem şarkılarımızı kamerayla çekiyordu. Nedir ki babam bizi önce tebrik etmiş, ardından Davide ”bu çok güzel bir hatıra olacak. Ama bu tip şeylere devam etmenizi istemiyorum. Ben kızımı sana şarkıcı olsun diye vermedim” dedi. Biz gerçekten çok saygılı ve terbiyeli çocuklardık. Ben başka tarafa baktım, David ise babama “Tamam Babacığım” dedi. TRT bize birer zarf içinde 150’şer lira da ücret ödemişti. Hayatımda kazandığım ilk para buydu.
Nikahtan üç gün sonra, 4 Eylül Cumartesi sabahı ablam Ataman Kliniği’nde kızı Rina’yı dünyaya getirdi. Bebek çok kolay doğmuştu. kendimi çok mutlu hissediyordum. Ari bizde kalıyordu. Sonra babası gelip onu almış ve hastaneye götürmüştü. Öğleden sonra ben de David’le ablamı ziyarete gitmiştim. 3 günlük nikahlıydık. Aynı hafta içinde, annemler çifte sevinç yaşamışlardı. Rina, kumral saçlı, mavi gözlü, minik burunlu, pembe beyaz bir bebekti. David’in hayatında gördüğü ilk yeni doğmuş bebekti. Onu kucağına almış, şaşkınlıkla minik kıza bakıyordu. o aylar çok hareketli geçiyordu.
İngiltere’den bağımsızlığını elde eden Mısır’ın ilk Kralı I. Fuad ve kendisinden 26 yaş küçük olan ikinci eşi Nazlı Sabri’nin aylardır beklediği gün gelmişti. 1921’in 5 Kasım sabahında İskenderiye’de dünyaya gözlerini açan Fevziye bebek dillere destan güzelliğiyle adını tüm dünyaya duyuracaktı. Daha sonra Mısır kralı olacak I.Faruk’tan sonra gelen dört kız kardeşin en büyüğüydü. Doğduğu günden beri sıkı bir eğitim sürecinden geçti, sarayda yabancı bakıcılar tarafından büyütüldü. Üniversite okumak için İsviçre’ye gitmeden önce, sarayda yabancı dil ve müzik dersleri aldı. Arapçaya ek olarak akıcı bir şekilde Fransızca ve İngilizce de konuşabiliyordu. İsviçre’ye gittiğinde yolu İran Şahı Rıza Pehlevi’nin oğlu Muhammed Rıza Pehlevi ile kesişecekti. Üstelik Pehlevi onun hayatının dönüm noktalarından birinde başrolde olacaktı. İsviçre’den ülkesine döndükten sonra, alınan bir kararla hayatı altüst oldu. 18 yaşına kadar mutluluk içinde geçen ömrünün geri kalanında Fevziye’yi acı dolu günler bekliyordu.
İRAN ŞAHININ OĞLUYLA EVLENMEYİ KABUL ETTİ
1900’lü yılların ilk yarısında, İran Şahı Rıza Pehlevi kendisine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ü örnek alıyordu. Atatürk’ün inkılapları ve ileri görüşlülüğü, İran Şahı Pehlevi’nin ülkesinde yapacağı atılımlar için her zaman rehberlik etmişti. Atatürk yaptıkları bir görüşmede, Pehlevi’ye, Ortadoğu'da iki güçlü ülkenin bir akrabalık bağı kurmasının bölge için çok iyi sonuçlar verebileceğini söylemişti. O dönem Ortadoğu'da, 1.Faruk yönetimindeki Mısır hızla gelişiyor ve modernleşiyordu. İran Şahı Pehlevi, işlerin pek iyi gitmediği ülkesi için Mısır ile akrabalık kurmanın mantıklı olabileceğini düşünerek Veliahtı Muhammed Rıza Pehlevi’ye bu fikri açıkladı.
Genç prens, babasının düşüncesine sıcak bakınca, Mısır prenseslerinin fotoğrafları genç veliahta gösterildi. Aslında İranlı bir kıza aşık olan veliaht prens, Mısır prensesi Fevziye’yi bir İngiliz dergisinin kapağında görünce onunla evlenmek istedi. O sırada eğitimini tamamlayıp ülkesine dönen, daha sonradan güzelliği nedeniyle ‘Asya Venüsü’ lakabıyla tanınacak olan Fevziye ise sıkıcı bulduğu saray hayatına uyum sağlamaya çalışıyor ve hayatını değiştirebilecek hayaller kuruyordu.
MISIR PRENSESİ İRAN KRALİÇESİ OLDU
İki ülke arasındaki hazırlıklar iki tarafın da onayıyla hemen başlatıldı, Muhammed Rıza ve Fevziye düğünden önce birbirlerini sadece nişan töreninde görmüşlerdi. Eğitimli ve dünyalar güzeli prensesin hayatı artık değişiyordu. Mısırın son prensesi ve İran’ın ilk imparatoriçesi Fevziye ve Muhammed Rıza, 40 gün 40 gece süren törenlerle 15 Mart 1939’da Kahire’de Abdeen Sarayı’nda evlendi. Prenses Fevziye’nin acıklı günleri işte tam da bu evlilikle başladı.
Çiftin çocukları, evliliklerinden yaklaşık bir buçuk yıl sonra dünyaya geldi. Takvimler 27 Ekim 1940’ı gösterdiğinde, Fevziye ve Veliaht Muhammed Rıza Pehlevi, Şehnaz adını verdikleri kız çocuklarını kucaklarına aldı. Evliliğin mimarı olan İran Şahı baba Rıza Pehlevi ise saltanatının son yılındaydı. Minik Şehnaz henüz 11 aylıkken, Prens Muhammed Rıza Pehlevi, babasının tahttan çekilmesiyle İran Şahı oldu. Takip eden yılda Kraliçe Fevziye’nin İngiliz fotoğrafçı Cecil Beaton tarafından çekilen fotoğrafı, dönemin ünlü haber dergisi ‘Life’ın 21 Eylül 1942 tarihli sayısının kapağı oldu.
KIZ ÇOCUK DOĞURDUĞU İÇİN SEVİLMİYORDU
Tüm gözler onun üzerindeydi ancak Fevziye mutlu değildi. Ortadoğu’nun en gelişmiş kentlerinden biri olan Kahire’den sonra Tahran, ’Asya Venüsü’ne hiç de cazip gelmiyordu. Şehrin yolları toprak, binalar ve evler demode, Gülistan Sarayı ise büyük bir villadan ibaretti. Kraliçenin İran’ın iklimine alışamaması nedeniyle sağlığının bozulması ve Şah’ın başka kadınları alenen Gülistan Sarayı’na getirerek kendisini aldatması gibi sebepler evliliğin bitmesi için aslında yeterliydi. Üstelik dillere destan güzelliği ve hüzünlü bakışlarıyla herkesi büyüleyen Fevziye, erkek yerine bir kız çocuğu doğurması nedeniyle, sarayda ve saray dışında da sevilmiyordu. Kayınvalidesi ve görümceleri ona çok kötü davranıyorlardı. Bu sıkıntılı günlerin ardından boşanmaya karar verdi. Takvimler 1945’i gösterdiğinde boşanmak için başlatacağı işlemlerin yeterli olacağını düşünüyordu. Ancak hesap edemediği çok önemli bir şey vardı.
BAŞINA GELECEKLERDEN HABERSİZDİ
Kızı Şehnaz’ı alıp Kahire’ye dönmeye karar verdi. Kocasi Şah Pehlevi, eşinin bu isteğine karşı çıkmamış ve kabul etmişti. Fevziye ummadığı bu kabulden sonra çok sevinmiş ve mutlu olmuştu. Fakat işler hiç de Fevziye’nin düşündüğü gibi kolay değildi. Kraliçe olduğu İran’dan, prenses olduğu Mısır’a dönmek istiyordu.
Kızıyla birlikte uçağa binen ‘Asya Venüsü’ artık Kahire uçuşunun başlamasını bekliyordu. Şah kızıyla uzun uzun vedalaşmıştı. Uçak henüz kalkmadan Şah arabasının içinde hala pistteydi. Protokol Şefi’ni uçağa göndererek kızı Şehnaz’ı son bir kez öpebilmesi için izin istedi. Fevziye kızını muhafıza verdi ve kızının, babası Şah’la son bir kez vedalaşması için gitmesine izin verdi.
FİLM GİBİ SAHNE
Minik Şehnaz uçaktan inince uçağın kapıları hızla kapatıldı ve Şah Pehlevi’nin emriyle Fevziye, kızı olmadan Kahire’ye yola çıkarıldı. Kocasının kurduğu tuzağı çok geç fark eden ve durumdan hiç şüphelenmeyen Fevziye’nin kızıyla yaşadığı yıllar süren ayrılığı işte bu film gibi sahneyle başladı. Uçakta haykırdı, kendini yerlere attı. Pilota geri dönmesi için yalvardı. Fakat emir kesindi. Şahın emrine kimse karşı gelemezdi. Kızı olmadan Kahire’de mutsuz günler geçirmeye devam eden Fevziye, kendisine büyük acı yaşatan kocası Muhammed Rıza Pehlevi’den resmi olarak ancak 17 Kasım 1948’de boşanabildi. Şah Pehlevi, Fevziye’den boşandıktan sonra önce Süreyya Bahtiyari ile, sonra ise Farah Diba ile evlendi.
KIZINA HASRET KALDI AMA PES ETMEDİ
Prenses Fevziye Fuad, Şah’tan boşandıktan beş ay sonra 28 Mart 1949’da Kahire’deki Kubbe Sarayın’da Çerkez asıllı diplomat ve 1. Faruk’un yaveri İsmail Şirin ile evlendi. Çiftin bir kızı ve bir oğlu oldu. 1952’de ağabeyi Kral Faruk tahttan indirilip sürgüne gönderilince, cumhuriyet ilan edildi ve kraliyet ailesi ülke dışına çıktı. Ancak ailesinin aksine Fevziye doğup büyüdüğü Mısırda kalmayı tercih etti.Kalan ömrünü İskenderiye ve Kahire’de geçirdi. 1994’te eşi, 2009’da ise kızı Nadia öldü. Dünyalar güzeli Mısır prensesi Fevziye’nin ihtişamlı hayatı, böyle hazin bir biçimde sona erdi.
Henüz 6 yaşındayken yollarının ayrıldığı kızı Şehnaz’la yıllar sonra İsviçre’de bir araya geldi. Kızı Şehnaz annesine mesafeliydi. Kızı onunla bir bağ oluşturmaya hevesli değildi. İkili birkaç kez buluşmalarına rağmen soğukluk ortadan kalkmadı. Fevziye bu durumu kabullenmek zorunda kaldı. Yaşadığı büyük hasret ve acıya rağmen hiçbir zaman pes etmedi
Fevziye yaşadığı zorluklara rağmen kararlı duruşu ve güçlü karakteriyle günümüzde de birçok kadına ilham kaynağı olmayı sürdürüyor.
Fevziye 2 Temmuz 2013 tarihinde Mısır’ın İskenderiye şehrinde, 92 yaşındayken hayata veda etti.
Çocukları: İran prensesi Şehnaz Pehlevi. Ardeşir Zahidi ile evlendi ve Zahra Mahnaz adında bir kızı oldu,
İkinci eşinden; Nadia Şirin, Hüseyin Şirin Efendi.
Kaynak: Wikipedia