MARTİN BUBER

KIRILGAN BİR DÜNYADA DİYALOĞUN PEŞİNDE

Bir çocuk düşünün...1878 yılının kışında, Viyana'da doğmuş. Adı Martin. Daha hayatı doğru dürüst tanımadan, annesi sessizce evi terkediyor. Babası ise başka bir şehre taşınıyor. Küçük Martin, yalnızlıkla tanışıyor. O yalnızlık yıllar boyunca onun ruhuna sızacak, düşüncesinin derin kuyularını açacak.

Henüz birkaç yaşındayken, Lviv'deki (o dönemin Lemberg'i) büyükbabasının  evine bırakılıyor. Büyükbaba Solomon Buber, bir Yahudi bilgini. Talmud araştırıcısı, disiplinli ve ağırbaşlı bir adam. Ev kitap kokuyor. Geceleri dışarıda kar yağarken, içeride, kitaplarla dolu çalışma odasında, suskunlukla dolu geceleri, eski İbrani harflerinin sessizce aktığı bir masa başında, Martin sessizce hayatın anlamını dinliyor. Dedesinin sesiyle tanıdığı eski Yahudi bilgelikleri, onun iç dünyasını sessice oymaya başlıyor.

O yaşta bir çocuk için annesizlik ne demekti? Herkesin seslendiği bir isim olur da, sesin yankısı gelmez ya. İşte böyle bir eksiklik, öyle bir boşlukla büyüyor, ama bu boşluk zamanla bir felsefeye dönüşüyor: ''Karşılık bulmak''.

Buber'in hayatı boyunca aradığı tam da budur: Bir cevap, bir yankı, bir ''Sen''.

Gençliği Avrupa'nın çeşitli kentlerinde geçer: Viyana, Leipzig, Zürih, Berlin... sanat tarihi okur, felsefe ile boğuşur, ama onu en çok cezbeden şey Yahudi mistisizmi olur. Hasidik metinler... İnsanla Tanrı arasında doğrudan bir bağ kurar. Aracısız, içten, kişisel... tıpkı onun özlemini çektiği türden bir ilişki.

Sonunda Buber, felsefesini tek bir kitaba damıtır: ''Ich und Du (I and Thou)'' -  ''Ben ve Sen''. 1923'te  yayınlanan bu kitap, onun düşünsel zirvesidir. Der ki: İnsan iki türlü ilişki kurar. Biri, Ben-O ilişkisidir. Bu nesnel, soğuk, hesaplayan bir bağdır. Diğeri ise Ben-Sen ilişkisidir. Bu, canlı, içten ve doğrudan bir temastır. Karşındaki kişi artık bir ''şey'' değil, bir ''sen''dir ve ancak o zaman gerçek anlam ortaya çıkar.

Bu ilişki biçimi yalnız insanla arasında değil, insanla Tanrı arasında da geçerlidir. Buber'e göre Tanrı onun düşünsel zirvesidir. Bu ilişki biçimi yalnız insanla insan arasında değil, insanla Tanrı arasında da geçerlidir. Buber'e göre Tanrı mistik bir varlık değil, ilişki biçiminde yaşayan bir gerçektir. Yani Tanrı'yı bir cümleyle değil, bir ilişki ile anlayabiliriz. Tanrı, ''Ben- Sen''in içinde doğar.

Bu derin felsefi düşünce Martin'in yalnızlığını metafizik bir anlayışa dönüştürür. Yalnızlık artık boşluk değil, bir çağrıdır: Seni duyan bir var mı?

BİR KALBİN EŞİ: PAULA

Yıllar geçer. 1907'de kalbini açabildiği biri ile karşılaşır: Paula Winkler. Katolik bir Alman entellektüel olan Paula, daha sonra Yahudiliğe geçer. Onunla sadece bir aşk yaşamaz, bir dostluk, bir ortaklık, bir diyalog kurar. Beraberce düşünürler, üretirler. Oğulları Rafael Buber dünyaya gelir, ancak dünya onları rahat bırakmayacaktır.

NAZİZM, SÜRGÜN VE SESSİZLİK

1930'ların sonunda Nazi tehlikesi büyür. Yahudi olmak artık düşünmek değil, kaçmak zorunda kalmaktır, artık ölümle aynı anlama gelmektedir. 1938'de Buber oğlu ve eşi Paula'yla birlikte evlerini, kitaplarını, anılarını bırakıp İngiliz Mandası yönetimindeki bugünkü İsrael'e göç ederler. Orada, İbrani Üniversitesi'nde ders verir. Bu sürgün, yalnızca coğrafi değildir. O artık fikirleriyle de yalnızdır.

Yeni kurulan İsrael Devleti'nde bile onun sesine tam anlamıyla kulak verilmez, çünkü Buber, savaşı değil diyalogu, intikamı değil karşılıklı anlayışı savunur. Filistinli Araplarla barış içinde bir arada yaşanabileceğini düşünür. Bu da onu pek çok milliyetçi çevreye göre ''fazla yumuşak'' yapar. Çoğu zaman yalnız kalır. Barışçıl sesi, silah sesleriyle bastırılır.

1958'de en büyük dayanağı eşi Paula'yı kaybeder. Bir ömür boyunca birlikte düşündüğü, birlikte yaşlandığı kadını... Buber, bu kayıpla paramparça olur. Yalnızlık bir daha kapısını çalmıştır. O günden sonra daha az konuşur ama düşünceleri daha da derinleşir. Artık yalnızca bir filozof değil, bir hatırlatıcıdır:

''İnsan bir ilişkide olur. ''SEN' olmadan ''BEN'' tamamlanmaz.''

Ve nihayet, 13 Haziran 1965'te Yeruşalayim'deki evinde sessizce son nefesini verir. Geride onlarca kitap, yüzlerce öğrenci ve şu yalın ama sarsıcı düşünce kalır:

''Dünya, karşılık verdiğimiz kadardır. Karşımızdakini gerçekten  görmeden, kendimizi göremeyiz.''