MARILYN MONROE, ARTHUR MILLER AŞKI…
1956’nın ilk aylarında Marilyn Monroe “Bus Stop”da oynamaya hazırlanıyor, Laurance Olivier ile “Prens ve Şov Kızı”ndaki rolü tartışılıyor ve karısı Mary’den boşanmakta olan Arthur Miller’la aşk hayatı yaşıyordu. Ayrıca adını resmi olarak Norma Jean Mortenson’dan, Marilyn Monroe’ya değiştiriyordu ve sözde bir komünist sempatizanı olan oyun yazarıyla ilişki kurduğu için anti-komünistler tarafından saldırıya uğruyordu. Şubat ayında Walter Winchell, ”Amerika’nın en tanınmış sarışın, hareketli film yıldızı” hakkında makale yayınladı. Doğrudan J.Edgar Hoover’in kendisinden esinlendiği söylenerek, onu ”Şimdi birkaçı kızıl cepheli olarak listelenen sol kanat aydınlarının sevgilisi” olarak tanımlanıyordu.
“Bus Stop” filminin çekimleri mayıs ayı sonunda tamamlandı. Miller’in karısı Mary ile boşanması Reno’da haziranda gerçekleşti ve Marilyn, basın mensupları tarafından kuşatılan New York’ta ona katıldı. 29 Haziran’da Miller’in Roxbury, Connecticut’taki evinde bir basın toplantısı düzenlediler ve yerel gazete bir gün önce kuru bir şekilde “Yerel sakin Miller, Hollywood’un Bayan Monroe’suyla evlenecek, dünyadaki tek nokta Roxbury haberleri sakin bir şekilde karşılayacak” diye ekledi.
400 basın mensubu gittikten sonra çift, gizlice White Plains yakınlarındaki Westchester County Adliye Sarayı’na gitti ve burada yargıç Seymour Rabinowitz tarafından akşam saat 19.30da, kısacık dört dakika süren bir törenle evlendiler. Gelin 30 yaşında, damat 40 yaşındaydı. Miller’in kuzeni Morty Miller ve eşi tanıklardı ve görünürde tek bir basın mensubu ya da flaşlı kamera yoktu.
Bu aradaki sivil törendi. 1 Temmuz’da Miller’in menajeri Kay Brown’ın Katonah yakınlarındaki evinde geleneksel bir Yahudi düğünü töreni planlandı. Alyanslara “şimdi sonsuza kadar” yazıldı ve gelin, oyunculuk öğretmeni ve gurusu Lee Strasberg tarafından damada, hupaya götürüldü. Törende yirmi beş davetli vardı ve tören Haham Robery Goldberg tarafından yapıldı. Marilyn Yahudiliği kabul etmişti ve Artthur’un ailesinde gördüğü bağlılık ve mutluluk onun da içini ısıtmıştı. Yazar George Axelroad, mutlu çifti tebrik eden esprili bir konuşma yaptı ve George Bernard Shaw’ın unutulmayan alaycı ifadesini, çiftin doğacak olan çocuklarının Arthur’un görünüşüne ve Marilyn’in beynine sahip olmasını dileyecek şekilde uyarladı: Bu rahatsız edici ifade, beyinlerde buz gibi bir etki yarattı. Yeni evliler kısa bir süre sonra “Prens ve Show Kızı”nın çekimleri için Londra’ya gittiler.
Birkaç gün sonra Marilyn, Miller’in bir masanın üzerinde açık duran defterine rastladı, onu baktı ve Miller’in hayal kırıklığına uğradığını, kendi yaratıcılığının, evli ve evli olduğu bu acınası, bağımlı, öngörülmez feragat tarafından tehdit edileceğinden korktuğunu okudu. Bağlı olduğu Komünist Sendikasına zarar vermekten ciddi olarak korktuğunu yazıyordu. Marilyn arkadaşlarına, kocasının bu sayfalarda “seveceğim tek kişi kızımdır” diye de yazdığını söyledi, ancak daha sonra Miller bu konu kendisine sorulduğunda bu cümleyi yazdığını hatırlamadığını söyledi. Marilyn’in okuduğu bu yazılar bu evliliğe vurulan öldürücü bir darbeydi. İşler istikrarlı bir şekilde kötüye gitti ve Miller, Marilyn için yazdığı “The Misfits” –Uygunsuzlar-senaryosunu yazmasına rağmen, ikili 1960’da ayrıldı ve ertesi yıl boşandı.
MARİLYN MONROE VE ARTHUR MİLLER NEDEN BOŞANDI?
Miller ile olan evliliği ilk başta, çifte cennette yapılmış bir eşleşme gibi görünüyordu, ama sonunda evlilikleri bocaladı.
Arthur Miller kimdi? Arthur Miller, ödüllü ve ünlü bir oyun yazarı ve Marilyn Monroe’nun 3. kocasıydı.
Ünlü yönetmen Elia Kazan’ın tanıştırdığı çift 1950’lerin başında bir araya geldi ve ilişkileri, Ekim 1955’ten sonra, Marilyn’in 2. kocasından boşanmasının kesinleştiği, ancak Miller bu noktada hala evli olmasına rağmen giderek ciddileşti.
Miller 16 yıllık evlilik yaşadığı ve iki çocuğunun annesi olan ilk karısı Mary’den ayrıldıktan sonra, o ve ünlü yıldız 1956’da bağlandılar ve evlilikleri 5 yıl utangaç bir şekilde devam edecek, Monroe iki düşük ve bir dış gebelik yaşayacak ve bu da anne olma hayaliyle mutsuzluk içinde cebelleşen Monroe’nun hayatının en uzun ve sıkıntılı ilişkisi haline getirecekti.
Marilyn ve Arthur’un evliliği gözlenebildiği kadarıyla yanlış bir birleşmeydi. Her ikisinin de hayranları, bu çifte birlikte anıldıkları bir lakap takmışlardı. Onlara; ”The Egghead and The Hourglass” diyorlardı. Entelektüel, çok akıllı ve Kum Saati” olarak manalandırılacak olan bu kelimeler onları çok zeki, entelektüel bir kafanın, seks sembolü, ama değişken karakterli bir kadın prototipi ile özdeşleştiriliyordu.
İlk yılları epeyce huzurlu iken, onu takip eden yıllarda FBI tarafından sürekli takip ve tehditleri içinde yaşayan Arthur Miller’in komünist taraftarlığı evliliklerini sarsmaya başladı. Bu sebeple onun eşi olduğu için Marilyn de hep tahkikat altında ve huzursuzluk içinde yaşıyordu. Marilyn’inin sicili de devlet idaresinin şüpheliler listesine eklenmişti.
1960 yılının kasım ayında ayrılık kararı aldıklarını açıkladılar. 1961 yılının ocak ayında resmen boşandılar. Tam bir yıl sonra 1962 yılında Marilyn Monroe henüz 36 yaşında iken aşırı doz uyku ilacı içerek hayatına son verdi.
Marilyn ve Arthur’un ilişkileri “The Misfits”-uygunsuzlar- adlı filmin çekiminde son derece gerilmişti. Bu filmin senaryosunu, Miller özel olarak Marilyn için kurgulanmış bir şekilde yazılmıştı. Miller’in amacı herkesin sandığı gibi Marilyn’in “aptal sarışın” imajını silmek ve onun çok ciddi ve başarılı bir drama oyuncusu olabileceğini sergilemekti.
“Arthur, bu filmi benim için yazdığını söylüyor ama, aslında o benim bu filmde oynamamı istemiyor. Ben öyle düşünüyorum. Artık her şey bitti. Biz şimdilik birlikte görünmek zorundayız, çünkü aksi halde bu çekilen filme zarar verecektir. Bu yüzden bir şeyi ortada bırakıp sıvışmak doğru olmaz” diyordu.
Çekimler çok zor ilerliyordu. Monroe çoğu zaman sete gitmiyor veya herkesi suistimal ediyordu. Hareketleri dengesizleşmişti. Aşırı derecede uyku hapları alıyordu. Uyanmak için de başka uyarıcı ilaçlar alıyordu. Hatta bir hafta süresince film çalışmaları durdurulmuş ve Monroe, Los Angeles’da bir hastaneye yatırılarak detoks tedavisi görmüştü.
Marilyn bir şekilde toparlanarak sete geri döndü. Filmi sonuna kadar çekti ve bitirdi. Miller ile olan ilişkisi tam olarak iflas etmişti. Film biter bitmez boşanma kararını açıkladılar.
Boşanma tarihleri o zaman büyük umutlar vaad eden John F. Kennedy’nin ABD Başkanlığına seçildiği zamana rastladığından, onların boşanma haberi, gazetelerde Kennedy’nin zaferinin gölgesinde kaldı.
İRAN’A VELİAHT VEREN KRALİÇE FARAH DİBA
1 & 2
Farah Diba, 14 Ekim 1938’de Tahran'da üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yüzbaşı Sohrab Diba ve eşi Farideh Ghotbi’nin tek çocuğuydu.
Farah, babası aracılığıyla nispeten varlıklı bir geçmiş sahipti. 19. yüzyılın sonlarında büyükbabası, Rusya’nın St. Petersburg kentindeki Romanov döneminde İran Büyükelçisi olarak görev yapan bir diplomattı. Kendi babası, İran İmparatorluk Silahlı Kuvvetleri’nde bir subaydı ve St.Cyr’deki Fransız Askeri Akademisi mezunuydu.
Farah, anılarında babasıyla yakın bir bağı olduğunu ve babasının 1948’deki beklenmedik ölümünün onu derinden etkilediğini yazmıştı. Genç ailenin maddi durumu zordu. Bu kısıtlı koşullarda ,Kuzey Tahran’daki geniş aile villalarından çıkıp, annesi Farideh’in erkek kardeşlerinden biriyle, ortak bir daireye taşınmak zorunda kaldılar.
EĞİTİM VE EVLİLİĞİN YOLUNDA…
Genç Farah Diba, eğitimine Tahran'daki İtalyan okulunda başladı. Ardından 16 yaşına kadar Jeanne d’Arc okuluna ve daha sonra Lycee Razi’ye geçti. Genç kızken bir atletti ve okulunun basketbol takımının kaptanı olmuştu .Oradaki eğitimini tamamladıktan sonra, Albert Besson’un öğrencisi olduğu Paris’teki Ecole Speciale d’Architecture’de mimarlık öğrencisi oldu.
O sırada yurt dışında okuyan bir çok öğrenci, devletin sağladığı burslarla öğrenim görmekteydi. Farah da tam burslu başarılı bir mimarlık öğrencisiydi. Bu nedenle Şah, devlet başkanı olarak yabancı ülkelere ziyaretler yaptığında, yerel İranlı öğrencilerle sık sık bir araya gelirdi. Farah Diba, 1959’da Paris’teki İran Büyükelçiliğinde böyle bir toplantı sırasında ilk kez Şah Muhammed Rıza Pehlevi’ye takdim edildi.
1959 yılında Farah Tahran'a döndükten sonra, Şahın ilk karısı Fevziye’den olan kızı Şahnaz’ın sayesinde, Şahla sık sık bir araya getirildi. Kızların yaşları birbirine yakındı. İkisi arasındaki dostluğun mizanseninde, Şah Farah’a kur yapmaya başladı. Çift, 23 Kasım 1959’da nişanlandıklarını duyurdu.
EVLİLİK VE AİLE...
Farah Diba, 20 Aralık 1959’da 21 yaşındayken Şah Pehlevi ile evlendi. İran’ın genç kraliçesi büyük merak konusu oldu ve düğünü dünya çapında basının ilgisini çekti. Gelinliği ve tüm kıyafetleri ,o zamanlar Dior’un moda evinde o zaman bir tasarımcı olan Yves Saint Laurent tarafından tasarlandı ve düğünde duvağının üzerine takması için, yeni yaptırılan Noor-Ol-Ain-Diamond tacını taktı.
İmparatorluk düğünüyle ilgili gösteriş ve kutlamalardan sonra, bu birliğin başarısı kraliçenin bir erkek varis doğurma yeteneğine bağlı hale geldi. Daha önce iki kez evlenmiş olan Şahın ilk eşinden bir kızı olmuştu. İkinci eşi Süreyya ise ne yazık ki kısırdı. Genç kraliçenin üzerindeki baskı şiddetliydi. Şahın kendisi, tıpkı hükümetin diğer üyeleri gibi bir erkek varisin doğmasını şiddetle istiyordu.
Sonuç olarak çiftin 4 çocuğu oldu: İran Veliaht Prensi Rıza Cyrus Pehlevi (1960), İran Prensesi Farahnaz Pehlevi (1963), İran Prensi Ali Rıza Pehlevi (1966-2011), İran Prensesi Leyla Pehlevi (1970-2001)
KRALİÇE VE İMPARATORİÇE OLARAK…
Yeni kraliçenin, kamu veya hükümet işlerinde oynayacağı kesin rol belirsizdi. Asıl rolü sadece Şaha erkek bir varis vermekti. Saray da ondan başkaca bir talepte bulunulmuyordu. Bununla birlikte, veliahtın doğmasından sonra diğer faaliyetlere ve resmi uğraşlara ayırmakta özgür kalan kraliçe zamanının çoğunu bu işlere harcamaya başladı. Muhammed Rıza her zaman uzun boylu kadınlardan hoşlanırdı. Farah kocasından daha uzundu. Bu da onu bu gerçeği gizlemek için yeni yollar bulmaya yöneltti. Genellikle imparatorluk çiftinin fotoğrafı çekildiğinde, biri veya ikisi sandalyelerde oturuyordu veya şah merdivenlerin bir üst basamağında dururken, Farah hemen altındaki basamakta duruyor ve güzel resim veriyorlardı.
Diğer birçok kraliyet eşi gibi, kraliçe de başlangıçta kendisini törensel rolle sınırladı. 1961’de Fransa’ya yaptığı bir ziyaret sırasında, Fransız hayranı olan Farah, Fransa Kültür Bakanı Andre Malraux ile arkadaş oldu ve onu, 1979 İslam Devrimine kadar canlı bir ticaret olan, Fransız ve İran sanat galerileri ve müzeleri arasında kültürel eserlerin değiş tokuşunu düzenlemeye yönlendirdi. Zamanının çoğunu, tartışmalı konulara derinlemesine girmeden çeşitli eğitim ve sağlık kurumlarının açılışlarına katılarak geçirdi. Ancak zaman ilerledikçe bu pozisyon değişti. Kraliçe, kendisini ilgilendiren sorunlar ve nedenlerle ilgili hükümet işlerine çok daha aktif bir şekilde dahil oldu. Finansman sağlamak ve dikkati özellikle kadın hakları ve kültürel gelişim alanlarındaki nedenlere odaklamak için kocası Şah ile olan yakınlığını ve nüfuzunu kullandı. Farah’ın endişeleri, siyasetin kendi alanından çıkarıldığı ”eğitim, sağlık, kültür ve sosyal konular” idi.
Ancak Şah'ın siyasi açıdan güçlü ikiz kardeşi Prenses Eşref, Farah’ı rakip olarak görmeye başladı. Farah’ın, Prenses Eşref’in, saraydaki etkisini azaltması için kocasına baskı yapmasına yol açan, görümcesiyle olan rekabetiydi.
İmparatoriçenin ana girişimlerinden biri, İranlı kadınların eğitimini iyileştirmeyi amaçlayan ve İran’daki ilk Amerikan tarzı olan Pehlevi Üniversitesini kurmaktı; O zamandan önce, İran Üniversiteleri her zaman Fransız tarzını model almıştı. İmparatoriçe 1978’de görevlerinin şunlar olduğunu yazdı:
Eğitim, sağlık, kültür ve sosyal alanlarda başkanlığını yaptığım ve çok aktif olarak yer aldığım tüm organizasyonları detaylı olarak yazamadım. Bu neredeyse bir kitap kadar uzun olacaktı. Basit bir liste belki fikir verebilir: Çalışan annelerin çocukları için aile refahı teşkilatı-kreşler, kadınlara ve kızlara okuma öğretimi, mesleki eğitim, aile planlaması; Kan Transfüzyonu Organizasyonu; Kanserle Mücadele Örgütü; Muhtaçlara Yardım Kuruluşu…Çocuk Merkezi; Çocukların Entelektüel Gelişim Merkezi…İmparatorluk Felsefe Enstitüsü; İran Kültürü Vakfı; Şiraz Festivali, Tahran Sinema Festivali; İran Folklor Örgütü; Asya Enstitüsü; Medeniyetler Tartışma Merkezi; Pehlevi Üniversitesi; Bilimler Akademisi.
Farah, hafta içi her gün sabah 9’dan,akşam 9’a kadar hayır faaliyetlerinde uzun yıllar çalıştı. Sonunda kraliçe çeşitli konularda, çeşitli yardım taleplerini ele alan 40 kişilik bir kadroya başkanlık etti. İmparatorluk hükümetindeki en görünür figürlerinden biri ve 24 eğitim, sağlık ve kültür kuruluşunun koruyucusu oldu. İnsani rolü özellikle 1970’lerin başında bir süreliğine muazzam popüler olmasını sağladı. Bu dönemde, İran’ın içinde çok seyahat etti, ülkenin en ücra köşelerine kadar gitti ve yerel vatandaşlarla konuştu .Önemi, ilk Şahbanu olarak taç giydiği 1967 taç giyme törenlerindeki rolüyle (imparatoriçe) olarak pekişti. Modern İran, Şah’ın veliaht prensin 21. doğum gününden önce ölmesi veya aciz kalması durumunda, onu resmi naip olarak atadığında bir kez daha doğrulandı. Bir kadının naip olarak adlandırılması, Orta Doğu veya Müslüman bir monarşi için oldukça alışılmadık bir durumdu. İran petrolünün yarattığı büyük servet, imparatorluk mahkemesinde bir İran milliyetçiliği duygusunu teşvik etti. İmparatoriçe, 1950’lerde Fransa’da bir üniversite öğrencisi olarak nereli olduğunun sorulduğu günleri hatırladı:
“Onlara İran’lı olduğumu söylediğimde…Avrupa’lılar, sanki İranlılar barbar ve iğrençmiş gibi dehşet içinde irkilirlerdi. Ancak İran, 1970’lerde Şah döneminde zengin olduktan sonra, her yerde İranlılara iltifatlar yağmaya başladı. Evet majesteleri. Elbette majesteleri. Lütfen majesteleri. Her yanımızda yaltaklanma. Açgözlü dalkavuklar. Sonra İranlıları sevdiler.”
Devam edecek...
SANAT VE KÜLTÜRE KATKILAR…
İmparatoriçe, saltanatının başından itibaren İran'da kültür ve sanatın tanıtımına aktif bir ilgi gösterdi. Onun himayesi sayesinde, tarihi ve çağdaş İran sanatını hem İran'da hem de batı dünyasında öne çıkma tutkusunu ilerletmek için çok sayıda organizasyon yaratıldı ve teşvik edildi.
İmparatoriçe, kendi çabalarının yanı sıra çeşitli vakıf ve danışmanların yardımıyla bu amacı gerçekleştirmeye çalıştı. Bakanlığı, geleneksel İran Sanatları (dokuma, şarkı söyleme ve şiir resitali gibi) ve Batı tiyatrosu dahil olmak üzere birçok sanatsal ifade biçimini teşvik etti. Sahne sanatlarını destekleyen en tanınmış çabası, Şiraz Sanat Festivali’nin himayesiydi. Zaman zaman tartışmalı olan bu etkinlik, 1967’den 1977’ye kadar her yıl düzenlendi ve hem İranlı hem de batılı sanatçıların canlı performanslarına yer verdi. Bununla birlikte,kraliçenin zamanının çoğu, müzelerin yaratılmasına ve koleksiyonlarının toplanmasına gitti.
Eski bir mimarlık öğrencisi olarak, imparatoriçenin yeteneği, Mohsen Foroughi’ye fiilen yardım ederek ve 1968’de tamamlanan Niavaran Kraliyet Sarayı’nda görülüyor: Geleneksel İran mimarisini 1960’ların çağdaş tasarımıyla harmanlıyor. Esas olarak Batı ve Doğu sanatı, felsefesi ve dini üzerinde eserler içeren 22.000 kitaptan oluşan imparatoriçenin kişisel kütüphanesi vardır; iç mekan Aziz Farmanfarmayan tarafından tasarlanmıştır.
SANAT…
Tarihsel olarak kültürel açıdan zengin bir ülke olan 1960’ların İran’ının gösterecek çok az şeyi vardı. 2.500 yıllık tarihi boyunca üretilen büyük sanat hazinelerinin birçoğu yabancı müzelerin ve özel koleksiyonların eline geçmişti. İran’a kendi tarihi eserlerinden uygun bir koleksiyon sağlamak imparatoriçenin başlıca hedeflerinden bir haline geldi. Bu amaçla, yabancı ve yerli koleksiyonlardan çok çeşitli İran eserlerini ”geri satın almak” için kocasının hükümetinden izin ve fon sağladı. Bu, 1972’den 1978’e kadar imparatoriçeye danışmanlık yapan, dönemin en önde gelen İran antika tüccarları olan Houshang ve Mehdi Mahboubian kardeşlerin yardımlarıyla sağlandı. Bu eserlerle birkaç ulusal müze kurdu (çoğu günümüze kadar ayakta kaldı) ve National Trust’ın İran versiyonunu başlattı.
Onun rehberliğinde oluşturulan müzeler ve kültür merkezleri arasında Negarestan Kültür Merkezi, Reza Abbasi Müzesi, değerli Lorestan bronz koleksiyonuyla Khorramabad Müzesi, Ulusal Halı Galerisi ve İran Züccaciye ve Seramik Müzesi yer alıyor.
ÇAĞDAŞ…
İmparatoriçe, tarihi İran eserlerinden oluşan bir koleksiyon oluşturmanın yanı sıra, çağdaş Batı ve İran sanatına ilgi duyduğunu da ifade etti. Bu amaçla, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin himayesine aldı. Bu kurumu kurma ve genişletme çalışmasının meyveleri, belki de imparatoriçenin İran halkına en kalıcı kültürel mirasıdır.
İmparatoriçe, hükümetten tahsis edilen fonları kullanarak, Batı sanatının birkaç önemli eserini satın almak için 1970’lerin biraz durgun bir sanat piyasasından yararlandı. Onun rehberliğinde müze, Pablo Picasso, Claude Monet, George Grosz, Andy Warhol, Jackson Pollock vb. sanatçıların 150 eserini satın aldı. Bugün, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi Koleksiyonu, Avrupa ve ABD dışındaki en önemli koleksiyonlardan biri olarak kabul ediliyor. Geniş koleksiyon, devlet tarafından yayınlanan büyük bir sehpa üzeri kitabında zevkli bir şekilde sergilendi. İran Modern adlı “Assouline Müzesi” İranlı modern bir heykeltıraş ve imparatoriçenin eski kültür danışmanı olan Parviz Tanavoli’ye göre, etkileyici koleksiyonun “yüzlerce değil, onlarca milyon dolar” karşılandığında toplandı. Bugün, bu varlıkların değerinin yaklaşık 2.8 milyar ABD dolarına yakın olduğu tahmin edilmektedir.
Koleksiyon, 1979’da Pehlevi Hanedanı’nın düşüşünden sonra iktidara gelen Batı karşıtı İslam Cumhuriyeti için bir ikilem yarattı. Köktendinci hükümet İran’daki batı etkisini siyasi olarak reddetse de, imparatoriçe tarafından toplanan Batı Sanat Koleksiyonu, muazzam maddi değeri uyarınca elde tutuldu. Bununla birlikte, halka açık olarak sergilenmedi ve Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin mahzenlerinde yaklaşık yirmi yıl saklandı. Bu koleksiyonun büyük bir kısmının Eylül 2005’te Tahran’da gerçekleşen bir sergide kısaca tekrar görülmesinin ardından, rafa kaldırılan sanat eserlerinin akibeti hakkında birçok spekülasyona neden oldu.
İSLAM…
1978’in başlarında İran’da imparatorluk hükümetinin gücünün ve zenginliğinin çok fazla belirgin hale gelmesiyle beraber, ülke halkının memnuniyetsizliğinin bir dizi faktörü, yaklaşan İslam Devrimi’ne katkıda bulundu.
Ülke içindeki hoşnutsuzluk armaya devam etti ve yılın ilerleyen aylarında monarşiye karşı gösteriler çoğalmaya başladı. Farah Diba, anılarında bu süre zarfında “giderek artan bir huzursuzluk duygusu olduğunu “ yazdı. Bu koşullar altında Şahbanu’nun resmi faaliyetlerinin çoğu, güvenliğiyle ilgili endişeler nedeniyle iptal edildi.
Yıl sona ererken, siyasi durum daha da kötüleşti. Ayaklanmalar ve huzursuzluk giderek yükseldi ve Ocak 1979’da doruğa ulaştı. Hükümet, İran’ın büyük şehirlerinin çoğunda sıkı yönetim ilan etti. Artık ülke açıkça bir devrimin eşiğindeydi.
Şah Muhammed Rıza ve Farah, şiddetli protestolara yanıt olarak ülkeyi terk etmeye karar verdiler. Her ikisi de çocuklarıyla birlikte 16 Ocak 1979’da uçakla İran’dan ayrıldı.
İRANDAN AYRILDIKTAN SONRA…
Şah ve Şahbanu’nun İran’dan ayrıldıktan sonra nereye gidecekleri, hükümdar ve danışmanları arasında bile bazı tartışmalara yol açtı. Şah, hükümdarlığı sırasında Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile yakın ilişkiler sürdürmüş ve Farah, başkanın eşi Cihan Sedat ile yakın bir dostluk geliştirmişti. Mısır Devlet Başkanı, imparatorluk çiftine Mısır’a sığınma daveti gönderdi ve kabul ettiler. İran’da ortaya çıkan siyasi durum nedeniyle, devrimden önce İran Monarşisi ile dostane ilişkiler içinde olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet, Şah’ın kendi sınırları içinde varlığını bir sorumluluk olarak gördü. İran’daki Devrimci Hükümet, hem Şah’ın hem de Şahbanu’nun tutuklanmasını (ve daha sonra öldürülmesini) emretmişti. Yeni İran hükümeti birkaç kez onların iadesini şiddetle talep etmeye devam edecekti, ancak devrik hükümdarın ve muhtemelen imparatoriçenin dönüşü için yabancı güçlere baskı yapmak için ne ölçüde hareket edeceği o zamanlar bilinmiyordu.
İmparatorluk çifti, varlıklarının ev sahipleri için oluşturduğu potansiyel tehlikenin farkındaydı. Yanıt olarak, on dört aylık kalıcı sığınma süresinden sonra, yeni bir arayışa ve onları birçok ülkeden geçen bir yolculuğa başlayarak Mısır’ı terk ettiler. Mısırdan sonra, kısa bir süre Kral II. Hasanı’n konuğu oldukları Fas’a gittiler.
Fas’tan ayrıldıktan sonra Şah ve imparatoriçeye Bahamalar’da geçici sığınma hakkı verildi. Bahama vizelerinin süresinin dolması ve yenilenmemesi üzerine Meksika’ya başvurdular ve kabul edildiler. Mexico City yakınlarındaki Cuernavaca’da bir villa kiraladılar. Artık git gide onları daha kötü günler bekliyordu.
devam edecek...
.