SIMONE DE BEAUVOİR &

JEAN PAUL SARTRE:

VAROLUŞSAL BİR AŞK HİKAYESİ

Modern feminizmin annesi ve varoluşçuluğun babası olarak bilinen iki entelektüel, zamanlarının ve bizlerin yaşadığı dönemlerdeki ilişkilere meydan okuyan yarım asırlık bir ortaklığı paylaştılar.

1929 yılında, Simone de Beauvoir ve Jean Paul Sartre aynı seçkin Sorbonne Üniversitesi’nde felsefe yüksek lisans programında buluştuklarından, Cimetiere du Montparnasse’da yan yana gömüldükleri zamana kadar, hiçbir evi paylaşmadan birbirlerinin hayatlarını ve çalışmalarını paylaştılar.

De Beauvoir ve Sartre, 1929’da Sorbonne’da sınıf arkadaşı ve rakiptiler. Prestijli bir yüksek lisans derecesi olan felsefe sınıfında birlikte okuyorlardı. Sartre’ın notları, Beauvoir’ın notlarını geçmesine rağmen, genç kız sınavları geçen en genç kişiydi. Sadece 21 yaşındaydı.

AŞK İLİŞKİSİ

O yılın ekim ayında ikili, kişisel sorumluluk ve açık yüreklilikle ilgili bir deney olan romantik ortaklıklarına başladı. Henüz çok gençken, Katolik inancını terk ederek toplumsal baskılara karşı koyan de Beauvoir, Sartre’ın evlilik teklifini geri çevirerek beklentileri bir daha boşa çıkardı.

Bunun yerine çift, burjuva ikiyüzlülüğü olarak düşündükleri şeyi reddeden bir anlaşmaya vardılar-yani, evli erkeklerin evlilik dışı ilişkilere girmeleri ve eşlerine yalan söylemeleri- gibi ataerkil beklenti, onlar için cahil numarası yapmaktı.

Tek eşliymiş gibi davranmak yerine, aşıkların her biri kendi dışındaki cinsel ve romantik ilişkileri sürdürme özgürlüğüne sahipti. Tek koşul tam şeffaflıktı.

AÇIK BİR İLİŞKİ

Çift hiç evlenmedi veya bir evi paylaşmadı. Bunun yerine, her gün Paris kafelerinde konuşmak, yazmak, birbirlerinin çalışmalarını düzenlemek ve genellikle ikincil bağlantılarının ayrıntılarını paylaşmak için bir araya geldiler. Entellektüel ve duygusal yakınlıkları, Sartre’ın dramatik felsefi hizmeti ve II. Dünya Savaşı’da direnişçilere katılması ve Naziler tarafından yakalanarak 9 ay hapiste yatması ilişkilerine gölge vurmadı

Sartre’ın şakacı bir biçimde “Kunduz” olarak bahsettiği Simone de Beauvoir, hayat arkadaşının katkısı olmadan, ölümüne kadar hiçbir zaman bir yazı yayınlamadı. Aynı zamanda kitaplarında, Sartre’dan bir “filtre” olarak söz etmiştir ve hatta bazı eleştirmenler, bazı kitaplarını Sartre için yazdığını bile öne sürmüşlerdir.

CENNETTE SORUN

De Beauvoir ve Sartre’ın ortaklığı ve alışılmamış ilişkisi, hem sosyal hem de profesyonel yaşamlarının merkezine sıkı sıkıya bağlı olan sosyal çevrede çok fazla dikkatleri üzerine çekti. Paris entellektüel topluluğunun bir parçası içinde bulundukları koşullar, uyumlu bir cephe sunmak için, şiddetle hissedilen bir baskı yarattı.

Akademisyenler ve gazeteciler genellikle de Beauvoir acı verici kıskançlık nöbetlerini alenen maskelemekle suçluyorlar. İçsel duygusal yaşamı belirsiz olsa da, hem Sartre’ın hem de Beauvoir’ın çok daha genç kadın partnerlere maruz kaldığı manipülatif, çoğu zaman dürüst olmayan ve tartışmaya açık bir şekilde acımasız muamele ettikleri açık.

TEHLİKELİ İLİŞKİLER

Örneğin, de Beauvoir’dan 14 yaş küçük olan, 16 yaşındaki Bianca Bienenfeld’i ele alalım. İki kadın ilişkilerine başladıktan kısa bir süre sonra, de Beauvoir sevgilisini Sartre ile tanıştırdı. Sartre Bienenfeld’i baştan çıkarmayı kendine görev edindi. Üçü arasında romantik bir ilişki yaşandıktan sonra, de Beauvoir, Sartre’a buna son vermesini istedi, o da aniden genç kıza bir mektup yazarak bunu yaptı.

Yahudi olan Bianca Bienenfeld, daha sonra Fransa’nın Nazi işgalinden kıl payı kurtuldu. Ne Sartre ne de Beauvior onu bulmaya çalışmadı.

Bianca daha sonra “Sartre’a Mektuplar”ı okuduğunda ve ikilinin kendisine takındığı saygısız tonu gördüğünde ”sapkınlıkları Sartre’ın uysal ve yumuşak dış görünüşünün ve Kunduz’un ciddi ve sade görünümünün altında dikkatle gizlenmişti. Aslında, ’tehlikeli ilişkiler’in sıradan bir versiyonunu oynuyorlardı” demiştir.

FETİH İÇİN İŞTAH

Bienenfeld uç bir örnek olabilir ama Sartre sıra dışı biri değildi. Aslında 1.53 cm.lik boyu ile Sartre, belki de bu eksikliğin nedeniyle, tümü kadın olan daha genç romantik umutları, aşktan ziyade bir fetih olarak görme eğilimindeydi. Aylarca, hatta yıllarca, onları kendisiyle olmaya ikna etmek için harcardı ve ardından ‘Kunduz’ u bu ayrıntılarla eğlendirmeye başladı.

Sartre, metreslerini birbirlerinden habersiz tutmaya çalışırken, yakınında olduklarından emin olmak için onların kirasını öderdi. De Beauvoir bazen aldatılanlar arasındaydı, bazen de aldatmada onun suç ortağıydı.

Kendi adına da, de Beauvoir, daha tutkulu görünüyordu ve yaşadığı ilişkilerin daha uzun vadeli olması eğilimindeydi. On yıllık ”Transatlantik Aşk Mektupları”nı paylaştığı Amerikalı romancı Nelson Algren vardı ve ona ”sevgili kocası” diye hitap ediyordu. 1954 yılında yayınladığı “The Mandarins” adlı romanında hafif örtülü bir karakteri o canlandırıyordu.

Hatta 1950’lerin büyük bölümünde Fransız film yapımcısı Claude Lanzmann ile yaşadı. Ama bunlar onun erkeklerle olan ilişkileriydi.

Aynı cinsiyetten ortaklıklar söz konusu olduğunda, de Beauvior daha sömürücü olma eğilimindeydi. Örneğin daha önce anlatılan ile geçen acı verici ilişki ve 17 yaşındaki bir öğrenci olan Natalie Sorokine ile, de Beauvoir’ın öğretmenlik lisansına mal olan bir ilişki yaşanmıştı.

İKONİK AMA KUSURLU

Simone de Beauvoir ve Jean Paul Sartre’ın romantik hayatlarına ve ortaklıklarına geriye dönüp baktığımızda bir şey öğrenebilirsek, o da inanılmaz bir zekanın ve dünyayı değiştiren bir çalışmanın insanı kusursuz kılmadığıdır. Nedir ki birbirlerine duydukları sevgi, bu aşka bulaşan birçok kişinin başına gelen zarar kadar yadsınamaz.

Yine de Beauvoir’ın yaşamında ve yazılarında gündeme getirdiği pek çok soru arasında sayılabilir: Cinsiyetçi ve baskıcı toplumsal beklentilerden arınmış olduğunda, aşk nasıl görünür?

“Biz bir tür gibiydik ve ilişkimiz böyle devam edecekti: Ama farklı insanlarla karşılaşmalardan elde edilen geçici zenginlikleri tamamen telafi edemezdi. ”Simone de Beauvoir, Sartre ile olan ilişkisi üzerine yazdığı “Kalmaya Geldi” adlı kitabı ilk olarak 1943 yılında” L’invite” adıyla Fransa’da yayınlandı. Otobiyografik, felsefi roman, de Beauvoir’ın Jean-Paul Sartre ile açık ilişkisine dayanıyordu ve II.Dünya Savaşı’ndan hemen önce ve sırasında geçiyor.

Romanın ana karakteri Françoise, de Beauvoir’ın kendisine dayanmaktadır ve Pierre, ince örtüler ardındaki Sartre’dır. Daha genç olan kadın Xaviere, bir “menage a trois” (üçlü amel) oluşturmak üzere hayatlarına girer. Xaviere, Olga ve Wanda Kosakiewicz kız kardeşlerin karışımıdır.

Roman özgürlük, bağımsızlık, cinsellik ve diğer temaları araştırıyor. Aşk ve karmaşık ilişkilerin sınanmalarına ve sıkıntılarına ek olarak, hikaye, de Beauvoir ve Sartre’ın benimsediği felsefe olarak Varoluşçuluğun unsurlarını içerir. Bu felsefenin merkezinde, özgür irade, seçim ve kişisel sorumluluk yoluyla yaşamın ve benliğin anlamını bulmak vardır.

“She Came To Stay”, 1954’e kadar İngilizce tercümesiyle ABD’de yayınlanmadı. Bu noktada, de Beauvoir, kendisini tanımlayacak olan kitabıyla tanınıyordu. -İkinci Cins- “La Deuxieme Sex” ilk basıldığı günden beri feminist bir klasik olarak ilan edildi

Simone de Beauvoir’ın “İkinci Cins” adlı kitabı yayınlandığı zaman, eleştirmenler-çoğunlukla erkek eleştirmenler-arasında fırtına kopardı.” Fransız savaş döneminin en iyilerinden biri olan ve Sartre’ın “Mide Bulantı”sına rakip olan en orijinal varoluşçu roman olan 1943 orijinal Paris baskısına davetlisiniz” diye yaygaralar kopardılar.

Simone de Beauvoir’ın neşteri, katman katman keserken asla tereddüt etmez. Çizgileri dramatik olsa da asla aşırıya kaçmamıştır; onun insanları hayatta olması gerektiği gibi nefes alır ve konuşur.

Tema doğrudan felsefeden gelse de, hiçbir duyguyu kenara atmaz ve felsefeyi yaşayan insanlara ve sahnelere aktarmak bir yazarın deneyebileceği en zor problemdir. Gürültücü erkek eleştirmenler şimdi ikinci kez, bu kez romancı Simone de Beauvoir’a bakmalıdırlar.

Simone de Beauvoir; 1908 yılında Paris’te doğdu. Öğrenciyken ünlü yazar ve düşünür J.P.Sartre ile tanıştı, bir daha birbirlerinden hiç ayrılmadılar. Bir süre felsefe öğretmenliği yaptı. 1943’te yayınlanan ve büyük ilgi gören “Konuk Kız” romanıyla yazarlığa başladı. Çeşitli roman, deneme ve inceleme kitapları yazdı. Dünyanın pek çok yerini gezdi. 1954’te “Mandarinler” adlı romanıyla “ Goncourt Ödülü’nü,1975’te “Uluslararası Kudüs Ödülü”nü aldı. Kadın bağımsızlığı ve insan hakları için yılmadan savaştı. Feminist ve hümanist bir yazar olarak tanındı. 14 Nisan 1986 yılında Paris’te öldü.

Jean Paul Sartre; 1905 yılında Paris’te doğdu. Ünlü Fransız yazar ve düşünürüdür. Felsefi içerikli romanlarının yanı sıra, her yönüyle kendine özgü olarak geliştirdiği Varoluşçu Felsefesiyle de (Existentialism Philosophy) yer etmiş, bunların yanında “Varoluşçu Marksizm” şekillendirmesi ve siyasetteki etkinlikleriyle 20. yüzyıla damgasını vuran düşünürlerden biri olmuştur. Sartre, bir anlatıcı, denemeci, romancı, filozof, eylemci olarak yalnızca Fransız aydınlarının temsilcisi olmakla kalmamış, özgün bir entelektüel tanımlamasının da temsilcisi olmuştur. 1928 yılında Simone de Beauvoir ile tanıştı. Kendilerini ve yaşamdaki duruşlarını simgeleyen bir ortak yaşamı, Sartre’ın ölümüne kadar sürdürdüler.

Sartre, 1964 yılında kendisine verilmek istenen Nobel Edebiyat Ödülünü geri çevirmiş, bu sayede bu ödülü ilk reddeden kişi olmuştur. Bunun hem yapıtlarına, hem de politik konumuna zarar vereceğini düşünmüştür. Politik etkinlikleri giderek yoğunlaşmış ve iç dönüşümleriyle birlikte şekillenmiştir. 1968 olayları Sartre’ın kendi fikirlerini ve geleneksel entelektüel konumlarını da sorguladığı bir dönem olmuştur. Sovyetlerin Prag’a müdahalesinin ve Fransa’daki öğrenci hareketlerinin üzerine, teorik, politik alanı yeniden değerlendirmeye başlamış, 1973’de Liberation Gazetesini kurmuştur.

1974 yılında Sartre’ın gözleri büyük oranda görmez oldu. Bu nedenle politik etkinlikleri yavaşladı, ancak her zaman yine de Batı’nın Doğu üzerindeki baskılarına karşı etkinliklerde bulundu ve insan hakları konusunda her zaman duyarlı oldu. Bu tutumuyla, aydınların yeri ve rolü konusunda hem teorik, hem de pratik bir örnek oluşturdu.

Öte yandan siyasal aktifliğinin onun edebi ve felsefi yönünü gölgelediği söylenemez. Sartre her şeyden önce kendisinden iyi bir edebiyatçı ve yetkin bir filozof olarak söz ettirmeyi başardı. 15 Nisan 1980’de Paris’te öldüğünde, geride felsefe ve edebiyat açısından büyük değerde metinler bıraktı. Kendi varoluşçu felsefesini işlediği yapıtları başlıca; Özgürlüğün Yolları, Bulantı, Gizli Oturum, Kirli Eller, Sözcükler, Duvar olarak belirtilebilir.

Kaynak:https://www.literaryladiesguidance.com/literary-musings/simone-de-beauvior-and-jean-paul-sartre-aexistential-love-story/

wikipedia

İRAN’A VELİAHT VEREN KRALİÇE FARAH DİBA 

1 & 2


Farah Diba, 14 Ekim 1938’de Tahran'da üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yüzbaşı Sohrab Diba ve eşi Farideh Ghotbi’nin tek çocuğuydu.

Farah, babası aracılığıyla nispeten varlıklı bir geçmiş sahipti. 19. yüzyılın sonlarında büyükbabası, Rusya’nın St. Petersburg kentindeki Romanov döneminde İran Büyükelçisi olarak görev yapan bir diplomattı. Kendi babası, İran İmparatorluk Silahlı Kuvvetleri’nde bir subaydı ve St.Cyr’deki Fransız Askeri Akademisi mezunuydu.

Farah, anılarında babasıyla yakın bir bağı olduğunu ve babasının 1948’deki beklenmedik ölümünün onu derinden etkilediğini yazmıştı. Genç ailenin maddi durumu zordu. Bu kısıtlı koşullarda ,Kuzey Tahran’daki geniş aile villalarından çıkıp, annesi Farideh’in  erkek kardeşlerinden biriyle, ortak bir daireye taşınmak zorunda kaldılar.

EĞİTİM VE EVLİLİĞİN YOLUNDA…

Genç Farah Diba, eğitimine Tahran'daki İtalyan okulunda başladı. Ardından 16 yaşına kadar Jeanne d’Arc okuluna ve daha sonra Lycee Razi’ye geçti. Genç kızken bir atletti ve okulunun basketbol takımının kaptanı olmuştu .Oradaki eğitimini tamamladıktan sonra, Albert Besson’un öğrencisi olduğu Paris’teki Ecole Speciale d’Architecture’de mimarlık öğrencisi oldu.

O sırada yurt dışında okuyan bir çok öğrenci, devletin sağladığı burslarla öğrenim görmekteydi. Farah da tam burslu başarılı bir mimarlık öğrencisiydi. Bu nedenle Şah, devlet başkanı olarak yabancı ülkelere ziyaretler yaptığında, yerel İranlı öğrencilerle sık sık bir araya gelirdi. Farah Diba, 1959’da Paris’teki İran Büyükelçiliğinde böyle bir toplantı sırasında ilk kez Şah Muhammed Rıza Pehlevi’ye takdim edildi.

1959 yılında Farah Tahran'a döndükten sonra, Şahın ilk karısı Fevziye’den olan kızı Şahnaz’ın sayesinde, Şahla sık sık bir araya getirildi. Kızların yaşları birbirine yakındı. İkisi arasındaki dostluğun mizanseninde, Şah Farah’a kur yapmaya başladı. Çift, 23 Kasım 1959’da nişanlandıklarını duyurdu.

EVLİLİK VE AİLE...

Farah Diba, 20 Aralık 1959’da 21 yaşındayken Şah Pehlevi ile evlendi. İran’ın genç kraliçesi büyük merak konusu oldu ve düğünü dünya çapında basının ilgisini çekti. Gelinliği ve tüm kıyafetleri ,o zamanlar Dior’un moda evinde o zaman bir tasarımcı olan Yves Saint Laurent tarafından tasarlandı ve düğünde duvağının üzerine takması için, yeni yaptırılan Noor-Ol-Ain-Diamond tacını taktı.

İmparatorluk düğünüyle ilgili gösteriş ve kutlamalardan sonra, bu birliğin başarısı kraliçenin bir erkek varis doğurma yeteneğine bağlı hale geldi. Daha önce iki kez evlenmiş olan Şahın ilk eşinden bir kızı olmuştu. İkinci eşi Süreyya ise ne yazık ki kısırdı. Genç kraliçenin üzerindeki baskı şiddetliydi. Şahın kendisi, tıpkı hükümetin diğer üyeleri gibi bir erkek varisin doğmasını şiddetle istiyordu.

Sonuç olarak çiftin 4 çocuğu oldu: İran Veliaht Prensi Rıza Cyrus Pehlevi (1960), İran Prensesi Farahnaz Pehlevi (1963), İran Prensi Ali Rıza Pehlevi (1966-2011), İran Prensesi Leyla Pehlevi (1970-2001)

KRALİÇE VE İMPARATORİÇE OLARAK…

Yeni kraliçenin, kamu veya hükümet işlerinde oynayacağı kesin rol belirsizdi. Asıl rolü sadece Şaha erkek bir varis vermekti. Saray da ondan başkaca bir talepte bulunulmuyordu. Bununla birlikte, veliahtın doğmasından sonra diğer faaliyetlere ve resmi uğraşlara ayırmakta özgür kalan kraliçe zamanının çoğunu bu işlere harcamaya başladı. Muhammed Rıza her zaman uzun boylu kadınlardan hoşlanırdı. Farah kocasından daha uzundu. Bu da onu bu gerçeği gizlemek için yeni yollar bulmaya yöneltti. Genellikle imparatorluk çiftinin fotoğrafı çekildiğinde, biri veya ikisi sandalyelerde oturuyordu veya şah merdivenlerin bir üst basamağında dururken, Farah hemen altındaki basamakta duruyor ve güzel resim veriyorlardı.

Diğer birçok kraliyet eşi gibi, kraliçe de başlangıçta kendisini törensel rolle sınırladı. 1961’de Fransa’ya yaptığı bir ziyaret sırasında, Fransız hayranı olan Farah, Fransa Kültür Bakanı Andre Malraux ile arkadaş oldu ve onu, 1979 İslam Devrimine kadar canlı bir ticaret olan, Fransız ve İran sanat galerileri ve müzeleri arasında kültürel eserlerin değiş tokuşunu düzenlemeye yönlendirdi. Zamanının çoğunu, tartışmalı konulara derinlemesine girmeden çeşitli eğitim ve sağlık kurumlarının açılışlarına katılarak geçirdi. Ancak zaman ilerledikçe bu pozisyon değişti. Kraliçe, kendisini ilgilendiren sorunlar ve nedenlerle ilgili hükümet işlerine çok daha aktif bir şekilde dahil oldu. Finansman sağlamak ve dikkati özellikle kadın hakları ve kültürel gelişim alanlarındaki nedenlere odaklamak için kocası Şah ile olan yakınlığını ve nüfuzunu kullandı. Farah’ın endişeleri, siyasetin kendi alanından çıkarıldığı ”eğitim, sağlık, kültür ve sosyal konular” idi.

Ancak Şah'ın siyasi açıdan güçlü ikiz kardeşi Prenses Eşref, Farah’ı rakip olarak görmeye başladı. Farah’ın, Prenses Eşref’in, saraydaki etkisini azaltması için kocasına baskı yapmasına yol açan, görümcesiyle olan rekabetiydi.

İmparatoriçenin ana girişimlerinden biri, İranlı kadınların eğitimini iyileştirmeyi amaçlayan ve İran’daki ilk Amerikan tarzı olan Pehlevi Üniversitesini kurmaktı; O zamandan önce, İran Üniversiteleri her zaman Fransız tarzını model almıştı. İmparatoriçe 1978’de görevlerinin şunlar olduğunu yazdı:

Eğitim, sağlık, kültür ve sosyal alanlarda başkanlığını yaptığım ve çok aktif olarak yer aldığım tüm organizasyonları detaylı olarak yazamadım. Bu neredeyse bir kitap kadar uzun olacaktı. Basit bir liste belki fikir verebilir: Çalışan annelerin çocukları için aile refahı teşkilatı-kreşler, kadınlara ve kızlara okuma öğretimi, mesleki eğitim, aile planlaması; Kan Transfüzyonu Organizasyonu; Kanserle Mücadele Örgütü; Muhtaçlara Yardım Kuruluşu…Çocuk Merkezi; Çocukların Entelektüel Gelişim Merkezi…İmparatorluk Felsefe Enstitüsü; İran Kültürü Vakfı; Şiraz Festivali, Tahran Sinema Festivali; İran Folklor Örgütü; Asya Enstitüsü; Medeniyetler Tartışma Merkezi; Pehlevi Üniversitesi; Bilimler Akademisi.

Farah, hafta içi her gün sabah 9’dan,akşam 9’a kadar hayır faaliyetlerinde uzun yıllar çalıştı. Sonunda kraliçe çeşitli konularda, çeşitli yardım taleplerini ele alan 40 kişilik bir kadroya başkanlık etti. İmparatorluk hükümetindeki en görünür figürlerinden biri ve 24 eğitim, sağlık ve kültür kuruluşunun koruyucusu oldu. İnsani rolü özellikle 1970’lerin başında bir süreliğine muazzam popüler olmasını sağladı. Bu dönemde, İran’ın içinde çok seyahat etti, ülkenin en ücra köşelerine kadar gitti ve yerel vatandaşlarla konuştu .Önemi, ilk Şahbanu olarak taç giydiği 1967 taç giyme törenlerindeki rolüyle (imparatoriçe) olarak pekişti. Modern İran, Şah’ın veliaht prensin 21. doğum gününden önce ölmesi veya aciz kalması durumunda, onu resmi naip olarak atadığında bir kez daha doğrulandı. Bir kadının naip olarak adlandırılması, Orta Doğu veya Müslüman bir monarşi için oldukça alışılmadık bir durumdu. İran petrolünün yarattığı büyük servet, imparatorluk mahkemesinde bir İran milliyetçiliği duygusunu teşvik etti. İmparatoriçe, 1950’lerde Fransa’da bir üniversite öğrencisi olarak nereli olduğunun sorulduğu  günleri hatırladı:

“Onlara İran’lı olduğumu söylediğimde…Avrupa’lılar, sanki İranlılar barbar ve iğrençmiş gibi dehşet içinde irkilirlerdi. Ancak İran, 1970’lerde Şah döneminde zengin olduktan sonra, her yerde İranlılara iltifatlar yağmaya başladı. Evet majesteleri. Elbette majesteleri. Lütfen majesteleri. Her yanımızda yaltaklanma. Açgözlü dalkavuklar. Sonra İranlıları sevdiler.”

Devam edecek...

SANAT VE KÜLTÜRE KATKILAR…

İmparatoriçe, saltanatının başından itibaren İran'da kültür ve sanatın tanıtımına aktif bir ilgi gösterdi. Onun himayesi sayesinde, tarihi ve çağdaş İran sanatını hem İran'da hem de batı dünyasında öne çıkma tutkusunu ilerletmek için çok sayıda organizasyon yaratıldı ve teşvik edildi.

İmparatoriçe, kendi çabalarının yanı sıra çeşitli vakıf ve danışmanların yardımıyla bu amacı gerçekleştirmeye çalıştı. Bakanlığı, geleneksel İran Sanatları (dokuma, şarkı söyleme ve şiir resitali gibi) ve Batı tiyatrosu dahil olmak üzere birçok sanatsal ifade biçimini teşvik etti. Sahne sanatlarını destekleyen en tanınmış çabası, Şiraz Sanat Festivali’nin himayesiydi. Zaman zaman tartışmalı olan bu etkinlik, 1967’den 1977’ye kadar her yıl düzenlendi ve hem İranlı hem de batılı sanatçıların canlı performanslarına yer verdi. Bununla birlikte,kraliçenin zamanının çoğu, müzelerin yaratılmasına ve koleksiyonlarının toplanmasına gitti.

Eski bir mimarlık öğrencisi olarak, imparatoriçenin yeteneği, Mohsen Foroughi’ye fiilen yardım ederek ve 1968’de tamamlanan Niavaran Kraliyet Sarayı’nda görülüyor: Geleneksel İran mimarisini 1960’ların çağdaş tasarımıyla harmanlıyor. Esas olarak Batı ve Doğu sanatı, felsefesi ve dini üzerinde eserler içeren 22.000 kitaptan oluşan imparatoriçenin kişisel kütüphanesi vardır; iç mekan Aziz Farmanfarmayan tarafından tasarlanmıştır.

SANAT…

Tarihsel olarak kültürel açıdan zengin bir ülke olan 1960’ların İran’ının gösterecek çok az şeyi vardı. 2.500 yıllık tarihi boyunca üretilen büyük sanat hazinelerinin birçoğu yabancı müzelerin ve özel koleksiyonların eline geçmişti. İran’a kendi tarihi eserlerinden uygun bir koleksiyon sağlamak imparatoriçenin başlıca hedeflerinden bir haline geldi. Bu amaçla, yabancı ve yerli koleksiyonlardan çok çeşitli İran eserlerini ”geri satın almak” için kocasının hükümetinden izin ve fon sağladı. Bu, 1972’den 1978’e kadar imparatoriçeye danışmanlık yapan, dönemin en önde gelen İran antika tüccarları olan Houshang ve Mehdi Mahboubian kardeşlerin yardımlarıyla sağlandı. Bu eserlerle birkaç ulusal müze kurdu (çoğu günümüze kadar ayakta kaldı) ve National Trust’ın İran versiyonunu başlattı.

Onun rehberliğinde oluşturulan müzeler ve kültür merkezleri arasında Negarestan Kültür Merkezi, Reza Abbasi Müzesi, değerli Lorestan bronz koleksiyonuyla Khorramabad Müzesi, Ulusal Halı Galerisi ve İran Züccaciye ve Seramik Müzesi yer alıyor.

ÇAĞDAŞ…

İmparatoriçe, tarihi İran eserlerinden oluşan bir koleksiyon oluşturmanın yanı sıra, çağdaş Batı ve İran sanatına ilgi duyduğunu da ifade etti. Bu amaçla, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin himayesine aldı. Bu kurumu kurma ve genişletme çalışmasının meyveleri, belki de imparatoriçenin İran halkına en kalıcı kültürel mirasıdır.

İmparatoriçe, hükümetten tahsis edilen fonları kullanarak, Batı sanatının birkaç önemli eserini satın almak için 1970’lerin biraz durgun bir sanat piyasasından yararlandı. Onun rehberliğinde müze, Pablo Picasso, Claude Monet, George Grosz, Andy Warhol, Jackson Pollock vb. sanatçıların 150 eserini satın aldı. Bugün, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi Koleksiyonu, Avrupa ve ABD dışındaki en önemli koleksiyonlardan biri olarak kabul ediliyor. Geniş koleksiyon, devlet tarafından yayınlanan büyük bir sehpa üzeri kitabında zevkli bir şekilde sergilendi. İran Modern adlı “Assouline Müzesi” İranlı modern bir heykeltıraş ve imparatoriçenin eski kültür danışmanı olan Parviz Tanavoli’ye göre, etkileyici koleksiyonun “yüzlerce değil, onlarca milyon dolar” karşılandığında toplandı. Bugün, bu varlıkların değerinin yaklaşık 2.8 milyar ABD dolarına yakın olduğu tahmin edilmektedir.

Koleksiyon, 1979’da Pehlevi Hanedanı’nın düşüşünden sonra iktidara gelen Batı karşıtı İslam Cumhuriyeti için bir ikilem yarattı. Köktendinci hükümet İran’daki batı etkisini siyasi olarak reddetse de, imparatoriçe tarafından toplanan Batı Sanat Koleksiyonu, muazzam maddi değeri uyarınca elde tutuldu. Bununla birlikte, halka açık olarak sergilenmedi ve Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin mahzenlerinde yaklaşık yirmi yıl saklandı. Bu koleksiyonun büyük bir kısmının Eylül 2005’te Tahran’da gerçekleşen bir sergide kısaca tekrar görülmesinin ardından, rafa kaldırılan sanat eserlerinin akibeti hakkında birçok spekülasyona neden oldu.

İSLAM…

1978’in başlarında İran’da imparatorluk hükümetinin gücünün ve zenginliğinin çok fazla belirgin hale gelmesiyle beraber, ülke halkının memnuniyetsizliğinin bir dizi faktörü, yaklaşan İslam Devrimi’ne katkıda bulundu.

Ülke içindeki hoşnutsuzluk armaya devam etti ve yılın ilerleyen aylarında monarşiye karşı gösteriler çoğalmaya başladı. Farah Diba, anılarında bu süre zarfında “giderek artan bir huzursuzluk duygusu olduğunu “ yazdı. Bu koşullar altında Şahbanu’nun resmi faaliyetlerinin çoğu, güvenliğiyle ilgili endişeler nedeniyle iptal edildi.

Yıl sona ererken, siyasi durum daha da kötüleşti. Ayaklanmalar ve huzursuzluk giderek yükseldi ve Ocak 1979’da doruğa ulaştı. Hükümet, İran’ın büyük şehirlerinin çoğunda sıkı yönetim ilan etti. Artık ülke açıkça bir devrimin eşiğindeydi.

Şah Muhammed Rıza ve Farah, şiddetli protestolara yanıt olarak ülkeyi terk etmeye karar verdiler. Her ikisi de çocuklarıyla birlikte 16 Ocak 1979’da uçakla İran’dan ayrıldı.

İRANDAN AYRILDIKTAN SONRA…

Şah ve Şahbanu’nun İran’dan ayrıldıktan sonra nereye gidecekleri, hükümdar ve danışmanları arasında bile bazı tartışmalara yol açtı. Şah, hükümdarlığı sırasında Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile yakın ilişkiler sürdürmüş ve Farah, başkanın eşi Cihan Sedat ile yakın bir dostluk geliştirmişti. Mısır Devlet Başkanı, imparatorluk çiftine Mısır’a sığınma daveti gönderdi ve kabul ettiler. İran’da ortaya çıkan siyasi durum nedeniyle, devrimden önce İran Monarşisi ile dostane ilişkiler içinde olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet, Şah’ın kendi sınırları içinde varlığını bir sorumluluk olarak gördü. İran’daki Devrimci Hükümet, hem Şah’ın hem de Şahbanu’nun tutuklanmasını (ve daha sonra öldürülmesini) emretmişti. Yeni İran hükümeti birkaç kez onların iadesini şiddetle talep etmeye devam edecekti, ancak devrik hükümdarın ve muhtemelen imparatoriçenin dönüşü için yabancı güçlere baskı yapmak için ne ölçüde hareket edeceği o zamanlar bilinmiyordu.

İmparatorluk çifti, varlıklarının ev sahipleri için oluşturduğu potansiyel tehlikenin farkındaydı. Yanıt olarak, on dört aylık kalıcı sığınma süresinden sonra, yeni bir arayışa ve onları birçok ülkeden geçen bir yolculuğa başlayarak Mısır’ı terk ettiler. Mısırdan sonra, kısa bir süre Kral II. Hasanı’n konuğu oldukları Fas’a gittiler.

Fas’tan ayrıldıktan sonra Şah ve imparatoriçeye Bahamalar’da geçici sığınma hakkı verildi. Bahama vizelerinin süresinin dolması ve yenilenmemesi üzerine Meksika’ya başvurdular ve kabul edildiler. Mexico City yakınlarındaki Cuernavaca’da bir villa kiraladılar. Artık git gide onları daha kötü günler bekliyordu.

devam edecek...

.