GÜZELLİĞİ DİLLERE DESTANDI! MISIR PRENSESİ VE İRAN KRALİÇESİ FEVZİYE’NİN YÜREK BURKAN HAYATI
SIMONE DE BEAUVOİR &
JEAN PAUL SARTRE:
VAROLUŞSAL BİR AŞK HİKAYESİ
Modern feminizmin annesi ve varoluşçuluğun babası olarak bilinen iki entelektüel, zamanlarının ve bizlerin yaşadığı dönemlerdeki ilişkilere meydan okuyan yarım asırlık bir ortaklığı paylaştılar.
1929 yılında, Simone de Beauvoir ve Jean Paul Sartre aynı seçkin Sorbonne Üniversitesi’nde felsefe yüksek lisans programında buluştuklarından, Cimetiere du Montparnasse’da yan yana gömüldükleri zamana kadar, hiçbir evi paylaşmadan birbirlerinin hayatlarını ve çalışmalarını paylaştılar.
De Beauvoir ve Sartre, 1929’da Sorbonne’da sınıf arkadaşı ve rakiptiler. Prestijli bir yüksek lisans derecesi olan felsefe sınıfında birlikte okuyorlardı. Sartre’ın notları, Beauvoir’ın notlarını geçmesine rağmen, genç kız sınavları geçen en genç kişiydi. Sadece 21 yaşındaydı.
AŞK İLİŞKİSİ
O yılın ekim ayında ikili, kişisel sorumluluk ve açık yüreklilikle ilgili bir deney olan romantik ortaklıklarına başladı. Henüz çok gençken, Katolik inancını terk ederek toplumsal baskılara karşı koyan de Beauvoir, Sartre’ın evlilik teklifini geri çevirerek beklentileri bir daha boşa çıkardı.
Bunun yerine çift, burjuva ikiyüzlülüğü olarak düşündükleri şeyi reddeden bir anlaşmaya vardılar-yani, evli erkeklerin evlilik dışı ilişkilere girmeleri ve eşlerine yalan söylemeleri- gibi ataerkil beklenti, onlar için cahil numarası yapmaktı.
Tek eşliymiş gibi davranmak yerine, aşıkların her biri kendi dışındaki cinsel ve romantik ilişkileri sürdürme özgürlüğüne sahipti. Tek koşul tam şeffaflıktı.
AÇIK BİR İLİŞKİ
Çift hiç evlenmedi veya bir evi paylaşmadı. Bunun yerine, her gün Paris kafelerinde konuşmak, yazmak, birbirlerinin çalışmalarını düzenlemek ve genellikle ikincil bağlantılarının ayrıntılarını paylaşmak için bir araya geldiler. Entellektüel ve duygusal yakınlıkları, Sartre’ın dramatik felsefi hizmeti ve II. Dünya Savaşı’da direnişçilere katılması ve Naziler tarafından yakalanarak 9 ay hapiste yatması ilişkilerine gölge vurmadı
Sartre’ın şakacı bir biçimde “Kunduz” olarak bahsettiği Simone de Beauvoir, hayat arkadaşının katkısı olmadan, ölümüne kadar hiçbir zaman bir yazı yayınlamadı. Aynı zamanda kitaplarında, Sartre’dan bir “filtre” olarak söz etmiştir ve hatta bazı eleştirmenler, bazı kitaplarını Sartre için yazdığını bile öne sürmüşlerdir.
CENNETTE SORUN
De Beauvoir ve Sartre’ın ortaklığı ve alışılmamış ilişkisi, hem sosyal hem de profesyonel yaşamlarının merkezine sıkı sıkıya bağlı olan sosyal çevrede çok fazla dikkatleri üzerine çekti. Paris entellektüel topluluğunun bir parçası içinde bulundukları koşullar, uyumlu bir cephe sunmak için, şiddetle hissedilen bir baskı yarattı.
Akademisyenler ve gazeteciler genellikle de Beauvoir acı verici kıskançlık nöbetlerini alenen maskelemekle suçluyorlar. İçsel duygusal yaşamı belirsiz olsa da, hem Sartre’ın hem de Beauvoir’ın çok daha genç kadın partnerlere maruz kaldığı manipülatif, çoğu zaman dürüst olmayan ve tartışmaya açık bir şekilde acımasız muamele ettikleri açık.
TEHLİKELİ İLİŞKİLER
Örneğin, de Beauvoir’dan 14 yaş küçük olan, 16 yaşındaki Bianca Bienenfeld’i ele alalım. İki kadın ilişkilerine başladıktan kısa bir süre sonra, de Beauvoir sevgilisini Sartre ile tanıştırdı. Sartre Bienenfeld’i baştan çıkarmayı kendine görev edindi. Üçü arasında romantik bir ilişki yaşandıktan sonra, de Beauvoir, Sartre’a buna son vermesini istedi, o da aniden genç kıza bir mektup yazarak bunu yaptı.
Yahudi olan Bianca Bienenfeld, daha sonra Fransa’nın Nazi işgalinden kıl payı kurtuldu. Ne Sartre ne de Beauvior onu bulmaya çalışmadı.
Bianca daha sonra “Sartre’a Mektuplar”ı okuduğunda ve ikilinin kendisine takındığı saygısız tonu gördüğünde ”sapkınlıkları Sartre’ın uysal ve yumuşak dış görünüşünün ve Kunduz’un ciddi ve sade görünümünün altında dikkatle gizlenmişti. Aslında, ’tehlikeli ilişkiler’in sıradan bir versiyonunu oynuyorlardı” demiştir.
FETİH İÇİN İŞTAH
Bienenfeld uç bir örnek olabilir ama Sartre sıra dışı biri değildi. Aslında 1.53 cm.lik boyu ile Sartre, belki de bu eksikliğin nedeniyle, tümü kadın olan daha genç romantik umutları, aşktan ziyade bir fetih olarak görme eğilimindeydi. Aylarca, hatta yıllarca, onları kendisiyle olmaya ikna etmek için harcardı ve ardından ‘Kunduz’ u bu ayrıntılarla eğlendirmeye başladı.
Sartre, metreslerini birbirlerinden habersiz tutmaya çalışırken, yakınında olduklarından emin olmak için onların kirasını öderdi. De Beauvoir bazen aldatılanlar arasındaydı, bazen de aldatmada onun suç ortağıydı.
Kendi adına da, de Beauvoir, daha tutkulu görünüyordu ve yaşadığı ilişkilerin daha uzun vadeli olması eğilimindeydi. On yıllık ”Transatlantik Aşk Mektupları”nı paylaştığı Amerikalı romancı Nelson Algren vardı ve ona ”sevgili kocası” diye hitap ediyordu. 1954 yılında yayınladığı “The Mandarins” adlı romanında hafif örtülü bir karakteri o canlandırıyordu.
Hatta 1950’lerin büyük bölümünde Fransız film yapımcısı Claude Lanzmann ile yaşadı. Ama bunlar onun erkeklerle olan ilişkileriydi.
Aynı cinsiyetten ortaklıklar söz konusu olduğunda, de Beauvior daha sömürücü olma eğilimindeydi. Örneğin daha önce anlatılan ile geçen acı verici ilişki ve 17 yaşındaki bir öğrenci olan Natalie Sorokine ile, de Beauvoir’ın öğretmenlik lisansına mal olan bir ilişki yaşanmıştı.
İKONİK AMA KUSURLU
Simone de Beauvoir ve Jean Paul Sartre’ın romantik hayatlarına ve ortaklıklarına geriye dönüp baktığımızda bir şey öğrenebilirsek, o da inanılmaz bir zekanın ve dünyayı değiştiren bir çalışmanın insanı kusursuz kılmadığıdır. Nedir ki birbirlerine duydukları sevgi, bu aşka bulaşan birçok kişinin başına gelen zarar kadar yadsınamaz.
Yine de Beauvoir’ın yaşamında ve yazılarında gündeme getirdiği pek çok soru arasında sayılabilir: Cinsiyetçi ve baskıcı toplumsal beklentilerden arınmış olduğunda, aşk nasıl görünür?
“Biz bir tür gibiydik ve ilişkimiz böyle devam edecekti: Ama farklı insanlarla karşılaşmalardan elde edilen geçici zenginlikleri tamamen telafi edemezdi. ”Simone de Beauvoir, Sartre ile olan ilişkisi üzerine yazdığı “Kalmaya Geldi” adlı kitabı ilk olarak 1943 yılında” L’invite” adıyla Fransa’da yayınlandı. Otobiyografik, felsefi roman, de Beauvoir’ın Jean-Paul Sartre ile açık ilişkisine dayanıyordu ve II.Dünya Savaşı’ndan hemen önce ve sırasında geçiyor.
Romanın ana karakteri Françoise, de Beauvoir’ın kendisine dayanmaktadır ve Pierre, ince örtüler ardındaki Sartre’dır. Daha genç olan kadın Xaviere, bir “menage a trois” (üçlü amel) oluşturmak üzere hayatlarına girer. Xaviere, Olga ve Wanda Kosakiewicz kız kardeşlerin karışımıdır.
Roman özgürlük, bağımsızlık, cinsellik ve diğer temaları araştırıyor. Aşk ve karmaşık ilişkilerin sınanmalarına ve sıkıntılarına ek olarak, hikaye, de Beauvoir ve Sartre’ın benimsediği felsefe olarak Varoluşçuluğun unsurlarını içerir. Bu felsefenin merkezinde, özgür irade, seçim ve kişisel sorumluluk yoluyla yaşamın ve benliğin anlamını bulmak vardır.
“She Came To Stay”, 1954’e kadar İngilizce tercümesiyle ABD’de yayınlanmadı. Bu noktada, de Beauvoir, kendisini tanımlayacak olan kitabıyla tanınıyordu. -İkinci Cins- “La Deuxieme Sex” ilk basıldığı günden beri feminist bir klasik olarak ilan edildi
Simone de Beauvoir’ın “İkinci Cins” adlı kitabı yayınlandığı zaman, eleştirmenler-çoğunlukla erkek eleştirmenler-arasında fırtına kopardı.” Fransız savaş döneminin en iyilerinden biri olan ve Sartre’ın “Mide Bulantı”sına rakip olan en orijinal varoluşçu roman olan 1943 orijinal Paris baskısına davetlisiniz” diye yaygaralar kopardılar.
Simone de Beauvoir’ın neşteri, katman katman keserken asla tereddüt etmez. Çizgileri dramatik olsa da asla aşırıya kaçmamıştır; onun insanları hayatta olması gerektiği gibi nefes alır ve konuşur.
Tema doğrudan felsefeden gelse de, hiçbir duyguyu kenara atmaz ve felsefeyi yaşayan insanlara ve sahnelere aktarmak bir yazarın deneyebileceği en zor problemdir. Gürültücü erkek eleştirmenler şimdi ikinci kez, bu kez romancı Simone de Beauvoir’a bakmalıdırlar.
Simone de Beauvoir; 1908 yılında Paris’te doğdu. Öğrenciyken ünlü yazar ve düşünür J.P.Sartre ile tanıştı, bir daha birbirlerinden hiç ayrılmadılar. Bir süre felsefe öğretmenliği yaptı. 1943’te yayınlanan ve büyük ilgi gören “Konuk Kız” romanıyla yazarlığa başladı. Çeşitli roman, deneme ve inceleme kitapları yazdı. Dünyanın pek çok yerini gezdi. 1954’te “Mandarinler” adlı romanıyla “ Goncourt Ödülü’nü,1975’te “Uluslararası Kudüs Ödülü”nü aldı. Kadın bağımsızlığı ve insan hakları için yılmadan savaştı. Feminist ve hümanist bir yazar olarak tanındı. 14 Nisan 1986 yılında Paris’te öldü.
Jean Paul Sartre; 1905 yılında Paris’te doğdu. Ünlü Fransız yazar ve düşünürüdür. Felsefi içerikli romanlarının yanı sıra, her yönüyle kendine özgü olarak geliştirdiği Varoluşçu Felsefesiyle de (Existentialism Philosophy) yer etmiş, bunların yanında “Varoluşçu Marksizm” şekillendirmesi ve siyasetteki etkinlikleriyle 20. yüzyıla damgasını vuran düşünürlerden biri olmuştur. Sartre, bir anlatıcı, denemeci, romancı, filozof, eylemci olarak yalnızca Fransız aydınlarının temsilcisi olmakla kalmamış, özgün bir entelektüel tanımlamasının da temsilcisi olmuştur. 1928 yılında Simone de Beauvoir ile tanıştı. Kendilerini ve yaşamdaki duruşlarını simgeleyen bir ortak yaşamı, Sartre’ın ölümüne kadar sürdürdüler.
Sartre, 1964 yılında kendisine verilmek istenen Nobel Edebiyat Ödülünü geri çevirmiş, bu sayede bu ödülü ilk reddeden kişi olmuştur. Bunun hem yapıtlarına, hem de politik konumuna zarar vereceğini düşünmüştür. Politik etkinlikleri giderek yoğunlaşmış ve iç dönüşümleriyle birlikte şekillenmiştir. 1968 olayları Sartre’ın kendi fikirlerini ve geleneksel entelektüel konumlarını da sorguladığı bir dönem olmuştur. Sovyetlerin Prag’a müdahalesinin ve Fransa’daki öğrenci hareketlerinin üzerine, teorik, politik alanı yeniden değerlendirmeye başlamış, 1973’de Liberation Gazetesini kurmuştur.
1974 yılında Sartre’ın gözleri büyük oranda görmez oldu. Bu nedenle politik etkinlikleri yavaşladı, ancak her zaman yine de Batı’nın Doğu üzerindeki baskılarına karşı etkinliklerde bulundu ve insan hakları konusunda her zaman duyarlı oldu. Bu tutumuyla, aydınların yeri ve rolü konusunda hem teorik, hem de pratik bir örnek oluşturdu.
Öte yandan siyasal aktifliğinin onun edebi ve felsefi yönünü gölgelediği söylenemez. Sartre her şeyden önce kendisinden iyi bir edebiyatçı ve yetkin bir filozof olarak söz ettirmeyi başardı. 15 Nisan 1980’de Paris’te öldüğünde, geride felsefe ve edebiyat açısından büyük değerde metinler bıraktı. Kendi varoluşçu felsefesini işlediği yapıtları başlıca; Özgürlüğün Yolları, Bulantı, Gizli Oturum, Kirli Eller, Sözcükler, Duvar olarak belirtilebilir.
Kaynak:https://www.literaryladiesguidance.com/literary-musings/simone-de-beauvior-and-jean-paul-sartre-aexistential-love-story/
wikipedia
İngiltere’den bağımsızlığını elde eden Mısır’ın ilk Kralı I. Fuad ve kendisinden 26 yaş küçük olan ikinci eşi Nazlı Sabri’nin aylardır beklediği gün gelmişti. 1921’in 5 Kasım sabahında İskenderiye’de dünyaya gözlerini açan Fevziye bebek dillere destan güzelliğiyle adını tüm dünyaya duyuracaktı. Daha sonra Mısır kralı olacak I.Faruk’tan sonra gelen dört kız kardeşin en büyüğüydü. Doğduğu günden beri sıkı bir eğitim sürecinden geçti, sarayda yabancı bakıcılar tarafından büyütüldü. Üniversite okumak için İsviçre’ye gitmeden önce, sarayda yabancı dil ve müzik dersleri aldı. Arapçaya ek olarak akıcı bir şekilde Fransızca ve İngilizce de konuşabiliyordu. İsviçre’ye gittiğinde yolu İran Şahı Rıza Pehlevi’nin oğlu Muhammed Rıza Pehlevi ile kesişecekti. Üstelik Pehlevi onun hayatının dönüm noktalarından birinde başrolde olacaktı. İsviçre’den ülkesine döndükten sonra, alınan bir kararla hayatı altüst oldu. 18 yaşına kadar mutluluk içinde geçen ömrünün geri kalanında Fevziye’yi acı dolu günler bekliyordu.
İRAN ŞAHININ OĞLUYLA EVLENMEYİ KABUL ETTİ
1900’lü yılların ilk yarısında, İran Şahı Rıza Pehlevi kendisine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ü örnek alıyordu. Atatürk’ün inkılapları ve ileri görüşlülüğü, İran Şahı Pehlevi’nin ülkesinde yapacağı atılımlar için her zaman rehberlik etmişti. Atatürk yaptıkları bir görüşmede, Pehlevi’ye, Ortadoğu'da iki güçlü ülkenin bir akrabalık bağı kurmasının bölge için çok iyi sonuçlar verebileceğini söylemişti. O dönem Ortadoğu'da, 1.Faruk yönetimindeki Mısır hızla gelişiyor ve modernleşiyordu. İran Şahı Pehlevi, işlerin pek iyi gitmediği ülkesi için Mısır ile akrabalık kurmanın mantıklı olabileceğini düşünerek Veliahtı Muhammed Rıza Pehlevi’ye bu fikri açıkladı.
Genç prens, babasının düşüncesine sıcak bakınca, Mısır prenseslerinin fotoğrafları genç veliahta gösterildi. Aslında İranlı bir kıza aşık olan veliaht prens, Mısır prensesi Fevziye’yi bir İngiliz dergisinin kapağında görünce onunla evlenmek istedi. O sırada eğitimini tamamlayıp ülkesine dönen, daha sonradan güzelliği nedeniyle ‘Asya Venüsü’ lakabıyla tanınacak olan Fevziye ise sıkıcı bulduğu saray hayatına uyum sağlamaya çalışıyor ve hayatını değiştirebilecek hayaller kuruyordu.
MISIR PRENSESİ İRAN KRALİÇESİ OLDU
İki ülke arasındaki hazırlıklar iki tarafın da onayıyla hemen başlatıldı, Muhammed Rıza ve Fevziye düğünden önce birbirlerini sadece nişan töreninde görmüşlerdi. Eğitimli ve dünyalar güzeli prensesin hayatı artık değişiyordu. Mısırın son prensesi ve İran’ın ilk imparatoriçesi Fevziye ve Muhammed Rıza, 40 gün 40 gece süren törenlerle 15 Mart 1939’da Kahire’de Abdeen Sarayı’nda evlendi. Prenses Fevziye’nin acıklı günleri işte tam da bu evlilikle başladı.
Çiftin çocukları, evliliklerinden yaklaşık bir buçuk yıl sonra dünyaya geldi. Takvimler 27 Ekim 1940’ı gösterdiğinde, Fevziye ve Veliaht Muhammed Rıza Pehlevi, Şehnaz adını verdikleri kız çocuklarını kucaklarına aldı. Evliliğin mimarı olan İran Şahı baba Rıza Pehlevi ise saltanatının son yılındaydı. Minik Şehnaz henüz 11 aylıkken, Prens Muhammed Rıza Pehlevi, babasının tahttan çekilmesiyle İran Şahı oldu. Takip eden yılda Kraliçe Fevziye’nin İngiliz fotoğrafçı Cecil Beaton tarafından çekilen fotoğrafı, dönemin ünlü haber dergisi ‘Life’ın 21 Eylül 1942 tarihli sayısının kapağı oldu.
KIZ ÇOCUK DOĞURDUĞU İÇİN SEVİLMİYORDU
Tüm gözler onun üzerindeydi ancak Fevziye mutlu değildi. Ortadoğu’nun en gelişmiş kentlerinden biri olan Kahire’den sonra Tahran, ’Asya Venüsü’ne hiç de cazip gelmiyordu. Şehrin yolları toprak, binalar ve evler demode, Gülistan Sarayı ise büyük bir villadan ibaretti. Kraliçenin İran’ın iklimine alışamaması nedeniyle sağlığının bozulması ve Şah’ın başka kadınları alenen Gülistan Sarayı’na getirerek kendisini aldatması gibi sebepler evliliğin bitmesi için aslında yeterliydi. Üstelik dillere destan güzelliği ve hüzünlü bakışlarıyla herkesi büyüleyen Fevziye, erkek yerine bir kız çocuğu doğurması nedeniyle, sarayda ve saray dışında da sevilmiyordu. Kayınvalidesi ve görümceleri ona çok kötü davranıyorlardı. Bu sıkıntılı günlerin ardından boşanmaya karar verdi. Takvimler 1945’i gösterdiğinde boşanmak için başlatacağı işlemlerin yeterli olacağını düşünüyordu. Ancak hesap edemediği çok önemli bir şey vardı.
BAŞINA GELECEKLERDEN HABERSİZDİ
Kızı Şehnaz’ı alıp Kahire’ye dönmeye karar verdi. Kocasi Şah Pehlevi, eşinin bu isteğine karşı çıkmamış ve kabul etmişti. Fevziye ummadığı bu kabulden sonra çok sevinmiş ve mutlu olmuştu. Fakat işler hiç de Fevziye’nin düşündüğü gibi kolay değildi. Kraliçe olduğu İran’dan, prenses olduğu Mısır’a dönmek istiyordu.
Kızıyla birlikte uçağa binen ‘Asya Venüsü’ artık Kahire uçuşunun başlamasını bekliyordu. Şah kızıyla uzun uzun vedalaşmıştı. Uçak henüz kalkmadan Şah arabasının içinde hala pistteydi. Protokol Şefi’ni uçağa göndererek kızı Şehnaz’ı son bir kez öpebilmesi için izin istedi. Fevziye kızını muhafıza verdi ve kızının, babası Şah’la son bir kez vedalaşması için gitmesine izin verdi.
FİLM GİBİ SAHNE
Minik Şehnaz uçaktan inince uçağın kapıları hızla kapatıldı ve Şah Pehlevi’nin emriyle Fevziye, kızı olmadan Kahire’ye yola çıkarıldı. Kocasının kurduğu tuzağı çok geç fark eden ve durumdan hiç şüphelenmeyen Fevziye’nin kızıyla yaşadığı yıllar süren ayrılığı işte bu film gibi sahneyle başladı. Uçakta haykırdı, kendini yerlere attı. Pilota geri dönmesi için yalvardı. Fakat emir kesindi. Şahın emrine kimse karşı gelemezdi. Kızı olmadan Kahire’de mutsuz günler geçirmeye devam eden Fevziye, kendisine büyük acı yaşatan kocası Muhammed Rıza Pehlevi’den resmi olarak ancak 17 Kasım 1948’de boşanabildi. Şah Pehlevi, Fevziye’den boşandıktan sonra önce Süreyya Bahtiyari ile, sonra ise Farah Diba ile evlendi.
KIZINA HASRET KALDI AMA PES ETMEDİ
Prenses Fevziye Fuad, Şah’tan boşandıktan beş ay sonra 28 Mart 1949’da Kahire’deki Kubbe Sarayın’da Çerkez asıllı diplomat ve 1. Faruk’un yaveri İsmail Şirin ile evlendi. Çiftin bir kızı ve bir oğlu oldu. 1952’de ağabeyi Kral Faruk tahttan indirilip sürgüne gönderilince, cumhuriyet ilan edildi ve kraliyet ailesi ülke dışına çıktı. Ancak ailesinin aksine Fevziye doğup büyüdüğü Mısırda kalmayı tercih etti.Kalan ömrünü İskenderiye ve Kahire’de geçirdi. 1994’te eşi, 2009’da ise kızı Nadia öldü. Dünyalar güzeli Mısır prensesi Fevziye’nin ihtişamlı hayatı, böyle hazin bir biçimde sona erdi.
Henüz 6 yaşındayken yollarının ayrıldığı kızı Şehnaz’la yıllar sonra İsviçre’de bir araya geldi. Kızı Şehnaz annesine mesafeliydi. Kızı onunla bir bağ oluşturmaya hevesli değildi. İkili birkaç kez buluşmalarına rağmen soğukluk ortadan kalkmadı. Fevziye bu durumu kabullenmek zorunda kaldı. Yaşadığı büyük hasret ve acıya rağmen hiçbir zaman pes etmedi
Fevziye yaşadığı zorluklara rağmen kararlı duruşu ve güçlü karakteriyle günümüzde de birçok kadına ilham kaynağı olmayı sürdürüyor.
Fevziye 2 Temmuz 2013 tarihinde Mısır’ın İskenderiye şehrinde, 92 yaşındayken hayata veda etti.
Çocukları: İran prensesi Şehnaz Pehlevi. Ardeşir Zahidi ile evlendi ve Zahra Mahnaz adında bir kızı oldu,
İkinci eşinden; Nadia Şirin, Hüseyin Şirin Efendi.
Kaynak: Wikipedia