MARİA VE JACKİE’NİN
AŞK ÜÇGENİNİN KARANLIK YÜZÜ
KADIKÖYLÜ KÜÇÜK SARA-70-
30 Kasım 2009 akşamı ilk torunumuz Guy David Yanarocak dünyaya geldikten sonra artık bütün aile yeni bir boyuta girmişti. Çocuğa bakmaya doyamıyordum. O sene 11 Aralıkta 54. yaş günümde Hanuka gecesi mumlarından bir tanesini 11 günlük torunum kollarımdayken yakmıştım. Bu da belki insana bu hayatta nasip olabilecek en güzel doğum günlerinden biriydi.
Guy doğduktan sonra artık hayatımızın eksenine o oturmuştu. Onun verdiği ilhamla “Torunuma Mektuplar” başlıklı, aslında içinde yaşam felsefesi içeren 49 mektupluk bir yazı dizisi yayınlamıştım. Hala o yazıları okuyanlardan övgüler alırım. Aslında bir gün, o mektupların kitap haline gelmesini çok istiyorum. Böylece torunlarıma anlamlı bir miras bırakmış olacağım.
https://www.salom.com.tr/arsiv/haber-73979-torunuma_ilk_mektup.html
Bir torunumuz doğduğuna göre, artık İsrael’de bir evimiz olması şart olmuştu. Hay Rishon LeTsiyon’da, Soni ise Petah Tikva’da oturuyordu. Çocuklara, gözlerine uygun bir ev ilanı çıkarsa bize haber vermelerini söyleyince, o sırada öğrenci olduğu için vakti daha geniş olan Hay, projeyi ele aldı ve kısa bir süre sonra, Rişon’da gördüğümüz bir evi satın alıp, içini restore ettirip döşedik. Ben çok mutluydum hem sık sık İsrael’e gelebilecek, hem de kimseye zahmet vermeyecektim. Aslında çocuklarımız ve eşleri tarafından sevgiyle karşılanıyorduk ama, ben kendi karakterim gereği kimseye ağırlık vermeyi sevmediğim için, David de bu girişimi olumlu karşılamıştı. Evin tamamen ayağa kalkıp döşenmesi, ustaların yavaşlığı yüzünden neredeyse 7-8 ay dürmüştü. Sonuç olarak artık ben yavrularımı evimde ağırlıyordum.
David’in Türkiye’deki iş hayatı hala yarı zamanlı bile olsa devam ettiği için, ilkbahar ve sonbahar mevsimlerinin 2'şer ayını İsrael'de, kalan zamanları ise İstanbul’da geçiriyorduk. Arada bazen bayramlar için çocuklar da İstanbul’a geliyorlardı.
Derken, büyük oğlum Soni bizlere Lisya'nın yeniden hamile olduğunu müjdeledi. Guy daha çok küçüktü, ama pek çok İsraelli genç artık kısa aralıklarla çocuk sahibi oldukları için, bu haber İsrael'deki yaşam açısından çok da değişik bir durum değildi. Genç çiftler, peş peşe doğum yapıp, birkaç sene oldukça yorucu bir tempo içinde yaşadıktan sonra çocukları aynı zamanlarda büyütüp, sonra rahat ediyorlar.
Her devrin ve jenerasyonun kendi dinamikleri var. Ben yaştakiler bu 3 pusetli genç aileleri şaşkınlıkla izlerken, genç nesil iki puset ve koca bir göbekle seyahatlere bile çıkıyorlar. Bizler bir yerlere gidebilmek için çocuklarımızı büyüklerimize bırakırdık. Biz, çocuklar kocaman olana kadar hiçbir seyahate bile gitmemiştik. Annemle babamı sıkıntıya sokmaya gönlüm razı gelmezdi. Şimdiki gençler tam tersine, biri elinde, biri sırtında, biri göbeğinde yurt dışına seyahatlere gidiyorlar. Bizim nesil ile bu nesil arasında sanki milattan önce ve sonra dercesine farklı bir yaşama biçimi var.
Neyse uzatmayayım, Lisya 1,5 aylık hamileyken, Hay ve Roslin’den hamilelik müjdesi gelmişti. Artık keyfimize payan yoktu. Bir anda torun torba sahibi oluyorduk. Guy'ın 2. Doğuımgününe 2 ay kala, 28 Eylül 2011’e denk gelen Roş Ha-şana arife sabahı, kız kardeşi Maya Sara, dünyaya geldi. Maya'nın hamilelik haberinin çabucak geldiği gibi, doğumu da bir saat kadar kısa bir süre içinde gerçekleşmişti. Heyecan içinde geçen günün ardından hastanede kalan Lisya ve Maya hariç tüm aile, bizim evde uzun bir masa etrafında kadehler kaldırmış ve Roş Ha-şana yemeği yemiştik. Maya, minicik ve cin bakışlı bir bebekti. Ailemizin ilk kızıydı.
Maya’dan tam 5 hafta sonra, 3 Kasım 2011’de oğlumuz Hay ile Roslin'in kızı Sary dünyaya geldi. Roslin çok uzun saatler süren bir doğum sürecinin en sonlarındayken, artık yorgunluk ve meraktan bitap düşmüş olan ben, nasıl oldu bilmiyorum başımı doğum odasından içeri soktum. Sary o anda göbeğinden uzanan kordonuyla, çok açık eflatun bir renkte annesinin karnından dışarıya çıktı. Bunlar 1-2 dakika içinde oluvermişti ve orada heykel gibi bakakalmıştım. Sary’ yi eline alan ebe onu ters çevirdi, göbek bağını kesti, çocuk pembeleşti ve azıcık ağladı. Onu kanlı bir şekilde bezlere sardılar, diğer ebe anne ile ilgilenirken Sary’yi tutan ebe bana baktı ve “sen kimsin?”diye sordu. Ben İbranice “savta”(büyükanne) dedim. Kadının beni dışarı kovacağını sanırken, o bana “gel” dedi ve bebeği paket gibi kucağıma verip beni oturttu. Çocuk hızlı hızlı ve derin nefesler alıyordu. Yüzü gözü kan ve yağ içindeydi. Zavallıcık uzun yol koşusu yapmış gibi çok yorgundu. Ebe bana gülümseyerek baktı ve “mazaltov” dedi. Ben mutluluktan ağlıyordum. Ana rahminden çıkıp, babaannesinin kucağına verilen ilk bebek Sary idi galiba. Hele bu çağda. Oğlum o halimizle resmimizi çekmişti. Dışarı çıktığımda sersemlemiş bir haldeydim. Daha sonra akşamüstü, tekrar hastaneye gittiğimizde Sary annesinin kucağında yıkanmış, paklanmış, tertemiz koca yanaklı bir kız bebek olarak sakin sakin uyuyordu. Yanakları o kadar tombuldu ki, ağzı ve minicik burnu noktacık gibi görünüyordu.
Aylar geçiyor ve bebekler hızla büyümeye devam ediyorlardı. Biz aralıklı olarak gelip 2'şer ay kalıp dönüyorduk. Türkiye'de olduğumuz zamanlarda, her gün skype ile görüşüyorduk. Ben artık yazları adaya gitmek istemiyordum. Evimizi kiralamıştık, biz de İstanbul’da isek Fenerbahçe semtindeki İstanbul Yelken Kulübü’nün havuzuna gidiyorduk. David'in abisi Hayim ve eltim Ester'le orada birlikte hoşça vakit geçiriyorduk, ama benim aklım fikrim çocuklarımda ve torunlarımdaydı. Ablam da, annemin 2012 yılındaki ölümünden tam 2 ay sonra eşiyle İsrael’e aliya yapmıştı.
O zamanlar, İstanbul’da geçen aylarım, özellikle ilk sene bana çok ağır gelmişti. Ellerimi uzatınca sanki boşluğu tutuyordum. Aynı zamanda annemi ve ablamı kaybetmiştim sanki. Tanrı uzun ömür versin ablam tabii ki hayattaydı ama ben ona dokunamıyordum. Ben ömrümün hiçbir döneminde onlardan uzak yaşamamıştım, ilk defa yapayalnız, bir hazan yaprağı gibi boşluğa savrulmuştum. Kadıköylü küçük Sara’nın “Lale Devri” artık bitmişti. Artık koşulsuz şımarabileceğim anam, babam yoktu. Sevgili ablam da uzaklardaydı. O güzelim bebekleri de bilgisayarın ekranından görüp tatmin olmaya çalışıyordum.
David elinden geldiğince hayatımıza renk vermeye çalışıyordu. Onun annesi de artık çok rahatsızdı. O yüzden, İstanbul’da geçirdiğimiz zamanlar gri renklerdeydi. Sık sık birkaç günlük seyahatlere çıkıyorduk. Portekiz, Madrid, Malta, Kıbrıs, Sicilya, Venedik, Palma de Mallorca, Balkan ülkeleri, Belgrad, Stokholm, Finlandiya, Talin, Riga, Münih, Salzburg, yeniden Viyana, Budapeşte ve Prag, Paris, Marsilya, Nice, Monaco, Cannes, St.Tropez, Bratislava ve Dresden hep o zamanlar içinde yaptığımız seyahatlerdi. Bazılarına iki veya üçüncü kez gidiyorduk. İsveç’in başkenti Stokholm ve Letonya’nın başkenti Riga inanılmaz güzeldi. Üzerimdeki etkileri hala gitmedi. Fırsatım olsa tekrar gitmek isterdim.
Şalom gazetesi yazarlığım devam ediyordu. Eğer İsrael’de isem yazılarımı e-mail ile gönderiyordum. Yazı yazmak artık benim için ekmek gibi, su gibi elzemdi. Hiçbir şey yapmak istemesem bile, yazı yazarken yaşadığımı hissediyordum. Tanrı’ya şükürler olsun ki, bu aşkım kaybetmemiştim.
2013 yılının Ağustos ayında kayınvalidem Korin’i kaybetmiştik. Birbirimizi çok severdik. Onu her zaman sevgi ve özlemle anarım. Hiç kalbimi kırmamış, tam tersine haksız olduğum bazı zamanlarda bile benim yanımda olmuş, oğluna çıkışmıştı. Son derece asil, iyi yürekli ve soylu bir insandı. Ruhu şad olsun. Artık David’le bu ülkedeki son vazifelerimizi de bitirdiğimiz için daha fazla aliya meselesinden bahsetmeye başlamıştık. David hala ikircikliydi ama sonra ülkede antisemitzm iyice yükselip, onun işleri de sekteye uğramaya başladığı zaman, evimizi satmaya karar verdik. Evi istediğimiz fiyata satamadığımız için de süreç uzuyor, David gitmeyi göze alamıyordu.
Gün geldi, devran döndü, çocuklar artık hızla büyüyorlar ve bebekliklerinin son demlerine geliyorlardı. Üçü de, henüz 1. Yaşlarına gelmeden yuvaya gitmeye başlamışlardı. Oradayken David’le haftanın bir günü yuvalarına gider, onları alırdık. Hepsi de çok şekerdi. Türkçeyi, şahane değilse bile anlayıp konuşuyorlardı. İsrael’de olduğumuz dönemlerde Cuma akşamları ve cumartesi günleri hep beraber olurduk. David gitar çalar, onlar şarkı söyleyip dans ederlerdi. Gösteriler yaparlar, biraz daha büyüdüklerinde koridorda top oynarlardı. Ev bıcır bıcır kuş sesleriyle dolardı sanki. İstanbul’a döndüğümüzde kendimi o cıvıltıların olmadığı evde sudan çıkmış balık gibi hissediyordum.
Nihayet 2017’nin ilkbaharında artık yılın sonunda aliya yapmaya karar verdik. Konsolosluğa gittik ve aliya dosyamızı açtık. Bu hayatımın 3. aliya dosyasıydı. İçimden dudak büküyordüm, ama belli etmiyordum. Ben yine bir son dakika kazığı yiyecektim muhakkak, tıpkı 1974, 1980 dosyalarının kapandığı gibi. Nedir ki bu sefer galiba makus talihimi yeniyordum. O yazın sonunda eşyalar paketlendi, İsrael’e götürülecek şeyler konteynırlara konuldu. Şans eseri olarak üst kattaki komşu bir aile, eve talip oldular. İnanmayacaksınız ama konuştuktan 3 gün sonra ev satılmıştı. Adadaki ev kirada kalmaya devam edecekti. Ne derseniz deyin, çok isteseniz bile memleket değiştirmek çok zor bir iş. O evin derdest olması, atılan, satılan ve ayrılan şeyler, günlük rutinlere, alışkanlıklara, hatta her sabah kapıcının bıraktığı Hürriyet Gazetesini neskafe eşliğinde okuyamamaktan başlayarak, yine gönlünce çok sevdiğin dostlarını, akrabalarını, arkadaşlarını geride bırakmak o kadar kolay değil. Hele artık yaşınızı başınızı almışsanız çok daha zor. Gençken bu işlerin yapılması daha kolay diyorum, ama bir de gencecik yaşta baba ocağını bırakıp bir hayat kurmak için oğlanlara sormak lazım. Bence yine de valizini ve az birikmiş anılarını alıp hayatını yeni bir yerde kurmak çok daha kolay olsa gerek diye düşünüyorum. Ama yıllar ağır bir manto gibi üzerine iyicene yerleşmişken, onu üzerinden sıyırıp yeni bir yaşama başlayıp, adapte olmak yaman bir iş. Sakın şikayet ettiğimi sanmayın, tam tersine her gün Tanrı’ya teşekkür ediyorum.
Aliya yapmadan bir hafta evvel Soni, sanki hayatımızdaki bir sayfanın resmen kapanıyor olmasından dolayı duyduğu duygu yoğunluğu ile 4 günlüğüne İstanbul’a geldi. Kimbilir bir daha burada ne zaman birlikte olabiliriz diyerek, 4 gün birlikte İstanbul’da adeta turısitçilik oynadık, gezdik, doyasıya birlikte olduk.
Böylece 20 Kasım 2017 tarihinde uçağa yeniden bindik ve gerçekten o gün aliya yaptık. Bir ay sonra 62 yaşında olacaktım ama, ”balık ne zaman tutulsa tazedir” denir ya, ben de bu yaşımdaki çocukluk hayallerime kavuşmuştum. Evraklar tamamlandı, yeni belgelerimizi aldık ve İsrael’li olarak ilk defa çocuklarımız tarafından karşılandık. Guy artık 7 yaşındaydı ve David’e sarıldıktan sonra. tam yarım saat onun omuzunda hiç konuşmadan yatmıştı. Kızlar minik taylar gibi zıplaşıyorlardı. Onlar olayı kavrayamıyorlardı ama Guy enikonu etkilenmiş ve çok mutlu olmuştu. Soni’nin açtığı kapıdan hepimiz peş peşe artık buraya girebilmişik.
Arabalarla hemen bizim eve geldik. Benim için eve geliş normaldi. Zaten kaç yıllık evimdi. Oğlanlar mutluydular. Nihayet bütün aile bir araya resmen gelmişti. Soni Aliya yaptıktan tam 22, Hay Aliya yaptıktan tam 11 yıl sonra. Dile kolay, bunlar zaten birkaç bin kelimelik yazılara sığmaz.
Burası aslında bize zor gelmedi, her şey normaldi. 8 ay ulpana gittik. Ben bile inanamıyorum, ama okuma yazma öğrendik. Epeyi şey biliyoruz ama, çok mükemmel olduğu söylenemez. Her işimizi kendimiz görebiliyoruz. Sadece bürokratik işleri ve doktor randevularını oğlanlar ayarlıyor. Gerisini biz az İbranice ve çok İngilizce ile hallediyoruz. Zaten bütün çevremiz Türk kökenli arkadaş ve dostlarla dolu. Buradaki “İtahdut Yotsei Turkiya – Türkiyeliler Birliği” adlı derneğin üyesiyiz. Ben derneğin internet sitesinde yazılar yazıyorum. Bazen arkadaşlarla evlerimizde veya cafelerde toplanırız. Bundan ayrı Bnei Brit Derneği'ne de üye olduk. Orada farklı zamanlarda birkaç konferans verdim. Birkaç Ladino kuruluşundan gelen davetlerle David’le birlikte Erensya Sefaradi şarkılarımızı söyledik. Bazı Ladino radyo programlarına davet edidik. Ladino sohbetler edip müzik yaptık. Covid-19 salgını ile birlikte hayatlarımız tepe taklak oldu. Yaşam tatsızlaştı ve ağır oldu. Eskisi kadar çok görüşemesek de, çocuklarımızla aynı gökler altında olduğumuzu bilmek bile beni mutlu ediyor. Bu dönemde hem vaktimizi daha kaliteli geçirmek, hem de bunalmamak için 1.5 yıl boyunca evde, kendi imkanlarımızla 'Her şarkının bir hikayesi var' isimli bir facebook programı çektik. Her seferinde Erensya Sefaradi'ye ait ve David'in Türkçe şarkılarının hikayelerini anlattık, şarkılar söyledik, eğlendik. Ardından da benim 'Biz kadınlar' kitabından hayat hikayelerini canlandırdığım bir dizi program daha çektik. Hay'ın teknik destekleri sayesinde hiç aksatmadan bu çalışmaları tamamladık.
https://www.facebook.com/syanarocak/posts/3459257827463138
Türkiye’yi özlüyor muyuz? Elbette, doğup büyüdüğümüz, kültürünü ve adetlerini aldığımız, yediğimiz güzel ve özel yiyeceklerinin tadını özlemliyoruz. Ben en çok fırından çıkan sıcacık çıtır ekmeği, David ise ramazan pidesini özlüyor. Ben kitapçıları çok özlüyorum. Torbalar dolusu kitap alıp eve neşeyle döndüğüm günleri, Şalom’cu arkadaşlarımla yediğimiz öğle yemeklerini, David'in ailesini, canım kuzenim Aşer’ikomu, sevgili dostum, ciğer parem Yusuf Altıntaş’ı, canım yeğenim Rinuş’umu çoook özlüyorum.
Coronadan önce David’le sanırım 3-4 kez İstanbul ve Bodrum’a gitmiştik. Artık otelde kalıyoruz. Bütün arkadaşlarım ve canlarımızla buluşuyoruz. Ama orada en son aralık 2019’ da okul arkadaşım Behiye’nin oğlunun düğünü için gittiğimiz İstanbul’a, hemen arkasından başlayan pandemi yüzünden bir daha hiç gitmedik. Hatta ülkeden dışarı adım bile atmadık. Sadece bu sene ekim ayında, 45. evlilik yılı kutlaması için Eilat’a gidip dört gün kaldık.
Arada çok hüzünlü, acı zamanlar yaşadık. Ablamın kocası, eniştem Niso Altaras uzun zaman süren hastalığını yenemeyerek, Temmuz 2020’de yaşama veda etti. Çok acı günler yaşandı. Ablacığım 50 yıllık eşini kaybetti. Dile kolay. Her zaman sükûnetine hayranlık duyduğum ablam, her zamanki olumlu tutumuyla yaşantısını vakur bir biçimde sürdürüyor.
Bu arada büyük torunumuz Guy artık 12 yaşında. Bu sene 7. sınıfta. Çok başarılı bir öğrenci. Matemetik aşığı. Bu yaşından Bar İlan Üniversite'sinin bir programına kabul edildi, keyifle ve başarıyla devam ediyor. En büyük hayali mucit olmak ve uzay bilimini öğrenmek. Hayal gücü ve yaratıcılığı çok kuvvetli, çok güzel resim yapıyor. Sıcacık, duygusal bir oğlancık. Hem küçük yaştan taktığı gözlüğü ve perçeleriyle, hem de duygusallığıyla bana Soni'nin küçüklüğünü hatırlatıyor. Buluştuğumuzda sıkıca sarılması ve başını omuzuma koyması var ya, ömre bedel.
Kızkardeşi Maya 10 yaşında, ceylan gibi uzun bacaklı, ipek gibi upuzun saçlı ve kapkara gözlü, çok zeki bir kız. Bu sene 5. sınıfa gidiyor. O da çok çalışkan bir öğrenci. Çok özgür ruhlu, çok sosyal, kafasına koyduğunu yapan bir kız. Müthiş bir müzik kulağı ve ipek gibi bir sesi var. Geçtiğimiz aylarda bir huzur evi için düzenlediğimiz iki konserde sahneye çıkıp, Guy ve Soni ile öyle güzel şarkılar söylediler ki. Bazen onu benim küçüklüğüme benzetiyorlar. Ne yalan söyleyeyim, bu beni çok mutlu ediyor.
https://www.youtube.com/watch?v=orWIRZ_VrME
Hay ile Roslin'in kızı Sary de 10 yaşında, o da 5, sınıfta. Onun çok elastiki bir bedeni var. Mükemmel dans ediyor hip hop dans okuluna gidiyor. Sarıya yakın upuzun saçları, şelale gibi gür ve uzun. İpek yanaklı, minik burunlu bir baby face. Onun da dersleri çok iyi. Bize daha yakın oturdukları için haftanın bazı günleri okuldan sonra bize geliyor. O da çok sosyal, bizde olduğu zamanlarda bazen arkadaşlarıyla plan yapıp onlarla buluşuyor, bazen de bizimle vakit geçiriyor. İnsanın içini açan, sessiz sakin bir melek gibi.
Velhasıl kelam geldik Kadıköy’lü Küçük Sara’nın son satırlarına. Artık 66 yaşındayım. Kadıköylü Sarika artık Savta Sara oldu. İçimdeki küçük, coşkulu, noel ağacı gibi parıltılı Kadıköylü küçük Sara hala bana göz kırparak gülümsüyor, ama seneler akıp gittikçe, hayaller, tutkular, ihtiraslar yerini daha mütevazı isteklere bırakmak zorunda bırakıyor insanı. Mesela torunların asker olduklarını görebilmek, mezuniyetlerini görmek , belki düğünlerinde bulunmak, gönlümdeki birkaç kitabı yayınlayabilmek…
Çocuklarım ve aileleri, eşim, ablacığım ve tüm sevdiklerimle bize biçilen ömrü sağlık ve huzurla geçirebilmek. Epeyi uzun bir zamandır birlikteydik. Kendimi sizlere açtım, kah eğlendim, kah kahırlandım. Ama yine de size bir sır vereyim, hayat yaşamaya değer.
Daha yaşanacak nice yıllar var önümüzde, yeter ki sağlıkla, sevgiyle, saygıyla, mutluluk ve huzurla olsun, birlikte olsun...
- SON -
Jackie Kennedy ve Maria Callas, Marilyn Monroe olmasaydı, 29 Mayıs 1962’de New York’taki Maddison Square Garden’daki JFK Gala konserinde kesinlikle tanışacaklardı.
Bu, Başkan John F. Kennedy’nin 45. doğum günü kutlamalarının olduğu bir geceydi. Bu gecenin en önemli sanatçı konuğu, Milano’dan o gece için uçakla ABD’ye gelen opera yıldızı soprano Maria Callas’tı. Ancak akşama kayda değer bir şekilde katılmayan bir kişi başkanın eşi Jackie idi.
Marilyn Monroe’nun şarkı söylemeye davet edildiğini ve kendisinin, kocasının Monroe ile olan aşk ilişkisini bilen Jackie, film yıldızının Ulusal Televizyonda başkanı sesli olarak baştan çıkarırken, küçük düşürülmek istememişti.
Jackie’nin yokluğunda, Marilyn cinsel içerikli ve artık kötü şöhrete sahip ”Doğum günün kutlu olsun bay başkan” –Happy Birthday Mr. Presedent- yorumunu ulusa salmakta özgürdü.
New York köşe yazarı Dorothy Kilgallen tepkileri özetledi. ”Görünüşe göre Marilyn, 40 milyon Amerikalının önünde başkanla sevişiyormuş”. Sahnesinin alınmasına alışık olmayan Maria Callas bile Marilyn Monroe’nun onun rolünü çaldığını kabul etmek zorunda kaldı.
Maria Callas ve Jackie Kennedy hiç tanışmadılar. Oysa ikisi de yaldızlı jet sosyetenin iki ayrı önemli kişisiydi. Başlangıçta sadece yolları hiç kesişmedi. Daha sonraki yıllarda, her ikisi de Yunan denizcilik milyarderi Aristotle Onassis ile alenen yakınlaştıklarında bilinçli olarak birbirlerinden kaçındılar.
1974’te çekilen bir Barbara Walters televizyon çekiminde, Jackie hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, Maria buz gibi bir soğuklukla ”Onu tanımıyorum, onunla hiç tanışmadım.” dedi. Daha sonra konuyu değiştirdi.
Jacqueline Kennedy ve Maria Callas 1920’lerin Manhattan’ında dünyaya geldiler. Maria 23’te, Jackie 29’da doğmuşlardı. Ancak yaşam şartları taban tabana zıttı. Jackie, borsacı ’Black Jack’ Bouvier ve İrlanda kökenli bir sosyetik olan Janet Lee’nin kızı olarak zenginlik ve ayrıcalık içinde doğdu. Babası ona hayrandı ve ondan sık sık “bir erkeğin sahip olacağı en güzel kızı” olarak bahsediyordu.
Ondan 6 yıl önce doğan Maria, Yunan göçmenler George ve Evangelia Kalegeropoulos’un ikinci kızıydı. Aile ABD’ne göç ettikten sonra soyadlarını Callas olarak değiştirmişlerdi.
Maria, Jackie’nin aksine istenmeyen bir çocuktu. Annesi bir erkek bebek bekliyordu, yeni doğan bebeğinin kız olduğunu görünce, ilk dört gün ona bakmayı reddetti.
Jackie New York’ta seçkin bir özel okula gitti ve tatillerini Hamptons’ta ata binerek geçirdi. Edebiyat ve dillerde mükemmeldi. Maria yerel devlet okuluna gittiği Queens ilçesindeki bir eczanenin üzerindeki küçük bir apartman dairesinde büyüdü. Henüz beş yaşındayken olağanüstü bir sesi olduğu ortaya çıktı.
Ortak noktaları ise ikisinin de ebeveynlerinin mutsuzluğu ve sonuç olarak boşanmalarıydı. Anne ve babası ayrıldıklarında, annesi Maria ve kız kardeşini Yunanistan’a geri götürdü. Jackie ve kız kardeşi Lee ise Conneticut’taki yatılı okula gönderildi.
Ancak 24 yaşından itibaren hayatları benzerlik göstermeye başladı. O zamana kadar muhabir olarak çalışan Jackie, John Kennedy adlı hevesli ve atılgan bir politikacı ile tanıştırıldı. İrlanda asıllı, hırslı, zengin Boston’lu bir ailenin oğluydu. Kısa sürede evlendiler ve 10 yıldan kısa bir süre içinde, 32 yaşına gelen Jackie, Amerika’nın first lady’si olarak Beyaz Saray’da yaşamaya başladı.
Bu arada Maria Yunanistan’da Atina Konservatuarı’nda yıllarını şan eğitimi alarak geçirmişti. Sonuç olarak da Opera de Verona’da rol almak üzere iken, henüz 24 yaşındayken zengin bir İtalyan iş adamı olan Giovanni Batista Meneghini ile nişanlandı. Adam ondan 26 yaş büyüktü. Birkaç yıl içinde evlendiler ve kocası Maria’nın menajeri oldu.
Ardından ünü çığ gibi büyüdü, 30’lu yaşlarının başında, Maria Callas operanın first lady’si olarak selamlanıyordu.
Callas ve Kennedy, kendi kamusal kişiliklerini yaratma konusunda içgüdüsel bir yeteneğe sahiptiler. Jackie ideal “başkanlık eşi” imajını yarattı. Chanel ve Dior’dan giyindiği, kusursuz bir kağıt bebek ikonu oldu. Zahmetsiz bir imajın sahibi oldu.
Akşam yemeklerinden sonra, dünyaca ünlü müzisyenlerin çaldığı Beyaz Saray’da düzenlenen gala gecelerinde, Avrupa dillerine olan hakimiyetiyle konuklarını etkiledi. Aynı zamanda Jackie, cephenin arkasında evlat kayıpları yaşadı, kocasının sürekli olarak onu aldatmasının üzüntüsünü hiç belli etmedi ve çok güçlü bir profil sergiledi.
Çocukluğundan beri aşırı kilolu olan Maria da yeni kişiliğini icat etmeye koyuldu. 1953’ te 36 kg. verdi ve Audrey Hepburn tarzında güzel giyimli bir moda ikonu olarak ortaya çıktı. Jackie gibi, Maria da pek çok dili akıcı olarak konuşabiliyordu. O da bildiklerini birleştirerek, kendine özgü krallara layık bir aksanla konuşuyordu. Kendine yarattığı imajla sadece sahnelerin divası değil, kaprisleri, talepleri ve konser iptalleri ile gazetelerde manşet oluyordu.
Maria Callas, 1957’de Venedik’teki bir partide Yunan Denizcilik patronu milyarder iş adamı Aristotle Onassis ile tanıştırıldı. Birkaç hafta içinde, Maria ve kocasını Akdeniz gezisi için özel yatında kendisine katılmaya davet etti.
Onassis operayla zerre kadar ilgilenmiyordu, o aslında değerli ve ünlü insan koleksiyoncusuydu. Bu yat gezisi davetini, Maria şarkıcılık kariyeri ile çok meşgul olduğunu söyleyerek reddetti. Ancak sonunda Christina yatında Sir Winston ve Lady Churchill ile yapılacak olan tatil davetini kabul etti. Gemiden ayrıldığında Meneghini ile olan evliliği bitmişti. Oysa Onassis’in Tina isimli bir karısı ve iki çocuğu vardı.
Maria, Onassis tarafından baştan çıkarılmış, sesini ihmal etmesine ve bir zamanlar muhteşem opera kariyerine aniden son vermesine neden olacak bir dünyanın içine çekilmişti.
1963’te Onassis, Jackie Kennedy ile benzer bir fırsatçı taktik hazırladı. Oğlu Patrick’in henüz iki günlükken öldüğünü ve Jackie’nin delice bir yas içinde olmasını fırsat bilerek, onu iyileşmesi için Christina yatıyla yapılacak bir gemi yolculuğuna davet etti. Nedir ki, uzun zamandır birlikte olduğu Maria Callas bu seyahate dahil edilmemişti. Bunun yerine Onassis, onu Paris’te, onun için satın aldığı görkemli bir dairede bıraktı.
Üç ay sonra Kennedy Dallas’ta suikaste kurban gittiğinde dünya şoka girdi. Onassis elinden geldiğince Jackie’ye desteğini sunarak ona kol kanat germeyi sürdürdü.
JFK’nin ölümünden sonra, Jackie, kocasının erkek kardeşi Robert Kennedy ile teselli buldu ve onun başkanlık kampanyalarına destek verdi. Ancak Haziran 1968’de, onun da başkanlık seçimleri kampanyasında Los Angeles’te vurularak öldürülmesi sonunda Jackie paniğe kapıldı. Sırada kendi çocuklarının olduğu sanrısına kapılmıştı.
Onassis’in evlenme ve onu koruma teklifini kabul ederek, ona özel adası olan Scorpion’u, Olympic Havayolları şirketini ve muazzam servetini emrine verdi. Jackie arzuladığı güvenliği elde ederken, Onassis en büyük ödülü, dünyanın en ünlü kadınını almıştı. Düğün o kasım ayında bir tanıtım haberiyle patladı. Bu konu hakkında hiçbir haberi olmayan Maria, düğün haberini, Paristeki muhteşem evinde tek başına televizyonu izlerken öğrendi.
Jackie ile Onassis’in evliliği en başından beri bir felaketti. Onassis, ”Jackie gibi para harcayabilen biriyle hiç tanışmamıştım” diyordu. Evliliklerinin sadece ilk yılında 1,5 milyon dolar harcadı. Çoğunlukla evlerini yeniden dekore etti. En pahalı modaevlerinden alış veriş ederek gardrobunu baştan aşağı yeniledi.
Onassis’in birkaç hafta içinde Maria Callas ile ilişkisine yeniden başladığı herkes tarafından bilinmekte. İlk başta anlaşılır bir şekilde harap olan Maria onu görmeyi reddetti. Ancak, Onassis’in Mercedes Coupe’sini apartmanının ön kapısına çarpmakla tehdit ettiğinde, sonunda yumuşadı.
Onassis’in şoförü Yaikinto Rossa,”Ölümüne kadar her ay bir araya geldiler” dedi. ”Gerçek şu ki Maria Callas, Onassis’in tek gerçek aşkıydı. Hiç evlenmemiş olsalar da onun gerçek karısıydı.”
Jackie Amerika’ya döndü ama Kennedy ile Callas arasındaki rekabet yoğun olarak devam etti. Dünya basını, Onassis ve Callas’ın Paris’teki Maxim’s de iki kişilik romantik bir akşam yemeği yerken görüntüleri yayınladığında, Jackie hemen Boston’dan uçağa bindi ve iki gece sonra Onassis ile aynı restoranda yemek yerken fotoğraflandı. Bu Callas’a karşı, kasıtlı bir meydan okumaydı.
Jackie ile evliliğinin son yıllarında Onassis, Maria'ya yaptığı ihanetini büyük bir hata olarak görmeye başladı. Ağır hasta olduğunu öğrendiğinde, avukatlarına Jackie’ye karşı boşanma davası açmalarını söyledi. Bunu tipik Onassis tarzında yaptı-bu ona kalacak serveti azaltmak için, zina yaptığını ispatlamak için- özel detektifler tuttu. Bu Jackie’nin sürekli takip edilmesi anlamına geliyordu. Ancak Onassis, Jackie’den boşanamadı. Bunu yapamadan önce, hayati hastalığının yüzünden Paris’te bir hastaneye kaldırıldı. Jackie onun yanında değildi. Bunun yerine Aspen’a kayak yapmaya gitti. Ama Maria Callas’ın başucuna kabul edilmemesi talimatını bırakmayı da ihmal etmedi.
Callas aslında Onassis’i ölüm döşeğinde ziyaret etti. Bir servis asansörüyle gizlice odasına çıkarıldı ve komada yatarken bir saat onunla oturdu. Bu onun son vedasıydı. Onassis birkaç gün sonra öldü.
Onassis’in vasiyetinde karısının servetindeki payını en aza indirildiği bildirildi ancak Jackie buna itiraz etti.
Onassis’in kızı Christina, uzayan ve kamuoyuna açık hukuk savaşından kaçınmak için Jackie’ye 26 milyon dolarlık tam ve nihai bir ödeme yapmayı kabul etti. Maria Callas’a hiçbir şey kalmadı.
1975’te Onassis’in ölümünden sonra, sesi kesilen Maria, Paris’teki dairesinde münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Fotoğraflarla ve hatıralarla çevrili, şanlı geçmişinde yaşayan bir opera sanatçısı Norma Desmond ile oturur eski kayıtlarını dinlerdi. İki yıl sonra, 16 Eylül 1977 sabahı Callas, yatak odasının zemininde kalp krizinden yaşamın kaybetti ve ölü olarak bulundu. Maria veda ettiğinde sadece 53 yaşındaydı.
Jackie, yayıncılık alanında yeni bir kariyere başladı ve elmas satıcısı Maurice Tempelsman ile yeni bir aşk buldu. 1994 yılında 64 yaşındayken kanserden öldü.
Hem Jackie hem de Maria, milyonlar tarafından zamanlarının ikonları olarak hatırlanırken, bir zamanlar
dünyanın en zengin adamı olan Aristotle Onassis, bu olağanüstü dramdaki rolüyle hatırlanmaktadır.