MARİA VE JACKİE’NİN
AŞK ÜÇGENİNİN KARANLIK YÜZÜ
Kadıköylü Küçük Sara-69-
2008 yılı biraz tatlı, biraz hüzünlü olarak hayatımdan geçti gitti. Artık 53 yaşındaydım. İnanır mısınız o yıllardaki doğum günlerimin eski keyifleri de kalmamıştı. Çocuklar yurt dışındaydı, babam hayatta değildi, o içimdeki küçük kızın yaşam sevinci ağır ağır, hazan güneşi parlaklığına ermişti. Sanırım o doğum günümü gazetede kutlamıştım. Pazartesi günleri gazetenin mutfak günüdür. Herkes harıl harıl işine dalmıştır ama yine de sevdiklerimizin önemli günlerini asla atlamazdık. Çay saatinde aşağıdan “Happy birthday” sesleri yükselince yukarıya mumları yanan bir doğum günü pastası önünüze geliverirdi. Alkışlar, kahkahalar, öpücükler, pastayı yemek, insana var olduğunu, kıymetli olduğunu, sevildiğini hissettirirdi. Gazetede böylesi birkaç doğum günü yaşadım ve kıymetini çok iyi bilirim. Hala gönlümde sevgi dolu o dakikalar yerli yerinde dururlar.
2009 yılına sanırım eski dostlarımız Moşe ve Dalila ile birlikte” Carpe Diem” adlı bir barda girmiştik. Güzel bir sohbet, koşulsuz bir sevgi ile geçen bir geceydi. Bu dostlarım sırtımı dayayabileceğim seçilmiş, emektar dostlardır.
2009 yılının mart ayında Roma’ya gitmeye karar verdik. Bu sefer tur organizasyonu ile değil, yalnız gidecektik. Yapmak istediklerimizi önceden tasarlamıştık. Yalnız müze ve tarihi değil, bu kez de yaşayan bugünkü Roma’yı keşfetmek istiyorduk. İlk gün İspanyol Merdivenlerine gittik. Etraf turist kaynıyordu. Merdivenlerin hemen sağında duran çok eski bir kafede. kahve içip pasta yedik. Menü kartının ilk sayfasında ünlü İngiliz şairleri Keats ve Sheley’nin bu kafenin müdavimleri olduğu yazıyordu. Dekor 18. yüzyıl dekoruydu. Mobilyalar, çay takımları, pasta vitrinleri ve dolaplar, hatta manto askılığı bile eskiydi. Böyle yerlerde kendimi hep iyi hissederim nedense. Merdivenlerin sol tarafında dükkanlar ve sanat galerileri vardı ve bir kilisenin konser ilanı uzaktan görünüyordu. Hemen girişten bilet almış o akşam konsere gitmiştik. Malum en usta opera ve operet bestecileri İtalyan’dır. Dönem kostümleri içindeki erkek ve kadın sanatçıların aryaları beni benden almıştı. “Una Fortiva Lagrima” söylenirken, zevkten yanaklarımdan aşağı süzülen gözyaşlarıma engel olamamıştım.
Roma şehrinin kendisi başlı başına bir dünya. Sanki inanılmaz bir şaheserler diyarı. Her meydan bir rüya. Navona meydanı, Trevi Çeşmesi meydanı, Panteon meydanı… bir akşam Panteon meydanındaki bir restoranda yemek yerken genç bir tenor gelip muhteşem sesiyle en bildik opera aryalarını kaldırımın üzerinde söyleyince, masalarda yemek yiyen insanlar onu ayağa kalkıp alkışlamışlardı. İlk gidişimizde vaktimiz kalmadığından, Vatikandaki Saint Pietro’nun içine girememiştik. Bina deyip geçmeyin, Roma’da içine girilen hiçbir müze veya binadan en az 3-4 saat geçirmeden dışarı çıkamazsınız, yine de bazı şeyler eksik kalır. Neyse Papalık binasını da gezip yüzlerce basamak tırmanıp en tepeye çıktığımızda David’e “kalbimizin sağlam olduğunu ispatlamış olduk” demiştim. Efor testi gibi bir şeydi çünkü.
Bir gün trenle Pisa şehrine gittik. Eğri,sembolik Pisa Kulesi’ni, tabiki her şehirde olmazsa olmaz katedral ve tarihi yerlerini gördük. Orada çok güzel çantacı dükkanları vardı. Oradan üzerinde ressam Gustav Klimt’in “Öpücük” tablosunun baskısını taşıyan bir çanta almıştım. Bir Klimt hayranı olarak, bu çantamı yıllarca zevkle kullanmıştım. Avrupa’nın her yerinden sanat ve tarih fışkırıyor. Hele biraz da bu konuları derinden biliyorsanız, orada her gününüz bayram lezzetine dönüşür.
Diğer bir gün de yine trene binip Milano’ya gitmiştik. Önce Duomo meydanındaki katedrale girdik, ardından üstü camlarla kaplı pasajını geçtikten sonra karşımıza La Scala Operası binası ve Leonardo da Vincin’in anıtı çıktı. La Scala ücret karşılığında gezilebiliyor. Gişeden bilet alıp içeriye girdik. “La Scala” ne demek? sanat mabedi. Oralardan kimler gelmiş, kimler geçmiş, en yakın tarihten bildiklerimiz Maria Callas, Leyla Gencer, Caruso, Mario Lanza, Pavorotti ve niceleri. Yan koridorlarda sahne kostümleri, ünlü operacıların kişisel eşyaları, opera afişleri, kitaplar, opera cd’leri vardı. Dünya gözüyle bunları görebilmek, o anın zevkini çıkarıp, anı dağarcığımıza onları kaydedebilmek çok güzel bir ayrıcalık. Milano’nun Monte Napoleone Caddesinde gezdik. Leonardo da Vinci’nin ”Son Yemek” freskinin bulunduğu şapele gittik. Çok istememe rağmen, vaktimiz olmadığı için Como gölüne gidemedik.
Roma’da TrasTevere semtinde büyük Roma Sinagogu ve Yahudi mahallesi var. Bir Pazar günü oraya gittik. Türlü güvenlik aşamasından geçtikten sonra sinagoga girdik. Gerçekten çok görkemliydi, birkaç yıl önce silahlı ve bombalı saldırıya uğradıktan sonra, güvenlik, İstanbul sinagoglarını aratmayacak kadar titiz ve dikkatliydi. Paltolarımız ve çantalarımız dahil, her şeyimizi elimizden almışlardı. Sinagogun yanında Yahudi Müzesi vardı. İçinde her Yahudi’nin aşina olduğu antika dini objeler sergileniyordu. Diğer bir kapıdan girilen başka bir salonda da henüz birkaç ay önce 26 yaşında yaşamını kaybeden Yahudi-İngiliz şarkıcı Amy Winehouse’un kıyafetleri sergileniyordu. Amy’nin babası, hatırasını yaşatmak için, kızının kıyafetlerini dönemsel olarak Yahudi kuruluşlarında sergiliyordu. Kızın incecik bedeninin ölçülerindeki alçı mankenler, vitrinler içinde onun mini, parıltılı, günlük veya sahne kıyafetlerini gözler önüne seriyordu. Geriden gelen hafif müzikle onun sesini ve şarkılarını dinleyebiliyorduk. Çocukluğuna ve ilk gençliğine ait fotoğraflarla dolu panolar duvarlarda sergileniyordu. Benim gibi duygusal bir insan olarak, bu iç parçalayıcı bir şeydi, yanlış bir evliliğin onu getirdiği uyuşturucu batağındaki bu gencecik, harika sesli kız yok olmuştu. Boynundan hiç çıkarmadığı 6 köşeli Magen David kolyesi de bir vitrinde sergileniyordu.
Sinagogdan ayrılınca Yahudi mahallesinde yürüdük. Eski tip bir pastaneden Pan D’espnya Ebraik aldık (Yahudi pandispanyası), bir Yahudi’nin işlettiği bir kafede espresso kahve ile birlikte pandispanyayı yedik. Hemen yanındaki Yahudi süper markette, kaşer damgalı yiyecekler, şarküteri yiyecekleri ve özellikle İsrael’den ithal edilmiş, Osem’in malları, şarapları ve Kvutsat Yavne turşu kavanozları vardı. Ne derseniz deyin, biz Yahudiler dünyanın her tarafında aynıyız. Damak zevkleri, gelenekler, dini kurallar kanımıza işlemiş. Bu mahallelerde kendini evde hissediyorsun.
Roma’nın benim için kendine özgü kutsal bir hatırası var. Yine bir Pazar sabahı 11 sularında, Roma’nın dış bir mahallesinde bir semt pazarındayız. Ben gittiğim her yabancı şehirde pazarlara gitmeye bayılırım. Türkiye’deki diğer şehirlerinde bile. Pazarlarda şehirlerin gerçek demografisini tanımak fırsatını bulursunuz. Satıcılar, müşteriler daha hakikidir. Oralardan ufak tefek alışverişler yapmaya bayılırım. İşte bir seyyar çorapçı tezgahının önündeyiz. Satıcı sanırım çok esmer bir Asyalı genç. Bende çocukluğumdan beri çözemediğim bir çorap merakı vardır. Ama yalnız kendim için değil, sevdiğim herkes için. Evimde yeni alınmış çorap poşetleri bulunur. İkide bir oğullarıma, eşlerine çıkarıp çorap hediye ederim. Aldım elime çorapları, David için çorap bakıyorum. Davidin telefonuna bir mesaj gelmiş. İsrael’den Soni’den . Mesajda”BİZ HAMİLEYİZ” diye yazıyor. David mesajı bana gösterdi ama olayı tam kavrayamadığı belli. Ben sevinçten ağlamaya başladım. Soni eşi Lisya’nın hamile olduğunu müjdeliyordu. Satıcı çocuk elimdeki pamuklu çoraplara bakıp neden ağladığımı anlayamadı tabii ki. Ben çorapları bıraktım, David’e sarıldım. David çorapları aldı, parasını verdi ve biz sevinçle uzaklaştık. Satıcı çocuk çok ağladığım için David’in çorapları aldığını sandı her halde. O anları hatırladıkça hala gülerim.
Kendimi gerçek anlamda mutlu hissediyordum. Artık babaanne olacaktım. Tanrı izin vermiş ve bu mutluluğu yaşamamız için bizi sevindirmişti. O gün her şey gözüme çok güzel görünüyordu. Hemen Soni’ye telefon ettik. Arkadan Lisya’yı aradık. Sevinçten hem ağlıyor, hem gülüyordum. Güzel günlerin bizi beklediğini hissediyordum. Tanrı’ya teşekkür ediyordum. Roma’dan eve sevinçle döndük. Önce en yakın aile bireyleriyle sevincimizi paylaştık. Daha sonra artık hep beraber gelecek olan bebeğe odaklandık. Bir süre sonra erkek bebek geleceğini öğrendik. Her şey yolundaydı. Ağustos ayında Lisya ve Soni İsrael’den geldiler ve bebek için faşadura (bez kesne) kutlaması yapıldı. Faşadurayı dünürüm Violet organize etti. Burgazada Kulübünde tören yapıldı. Herkes çok mutluydu. İlk torun heyecanı hepimizi sarmıştı. Akraba ve dostlarımız yanımızdaydı. Bazen hayat insanın gözüne çok parlak ve ışıltılı geliyor. Faşadura töreninden kısa bir süre sonra Sonil’er geri döndüler ve ben çılgın bir bebek alışverişine başladım. Kıyafet bir yana bebek oyuncaklarına dadanmıştım. Göztepedeki Barker Kitapevinden alınmadık bebek oyuncağı kalmamıştı. Tabii ki dünürüm Violet de saatte 120 km. hızla alışveriş ediyordu. Yüreklerimiz yolda olan bebek için çarpıyordu.
Ve 30 Kasım 2009 tarihinde akşam saat 11’de torunumuz Guy David doğdu. Doğum odasının kapısında kimler kimler vardı. David, ben, Hay’lar, Pardo’lar, yeğenim Ari, Lisya’nın teyzesi ve eniştesi, Nifusiler, doğum olur olmaz gelen Soni ve Lisya'nın arkadaşı Roni, hepimiz ilk ağlamayı duyunca, ağlaşarak öpüşmeye ve kahkahalar atmaya başladık. Artık ben bir granmama, babaanne oluştum. Artık herkes yeni unvanlar almıştı. Dede, anneanne, büyükbaba, amca gibi.
Artık hayatımızda yepyeni bir sayfa açılmıştı. Guy David sayfası…
Jackie Kennedy ve Maria Callas, Marilyn Monroe olmasaydı, 29 Mayıs 1962’de New York’taki Maddison Square Garden’daki JFK Gala konserinde kesinlikle tanışacaklardı.
Bu, Başkan John F. Kennedy’nin 45. doğum günü kutlamalarının olduğu bir geceydi. Bu gecenin en önemli sanatçı konuğu, Milano’dan o gece için uçakla ABD’ye gelen opera yıldızı soprano Maria Callas’tı. Ancak akşama kayda değer bir şekilde katılmayan bir kişi başkanın eşi Jackie idi.
Marilyn Monroe’nun şarkı söylemeye davet edildiğini ve kendisinin, kocasının Monroe ile olan aşk ilişkisini bilen Jackie, film yıldızının Ulusal Televizyonda başkanı sesli olarak baştan çıkarırken, küçük düşürülmek istememişti.
Jackie’nin yokluğunda, Marilyn cinsel içerikli ve artık kötü şöhrete sahip ”Doğum günün kutlu olsun bay başkan” –Happy Birthday Mr. Presedent- yorumunu ulusa salmakta özgürdü.
New York köşe yazarı Dorothy Kilgallen tepkileri özetledi. ”Görünüşe göre Marilyn, 40 milyon Amerikalının önünde başkanla sevişiyormuş”. Sahnesinin alınmasına alışık olmayan Maria Callas bile Marilyn Monroe’nun onun rolünü çaldığını kabul etmek zorunda kaldı.
Maria Callas ve Jackie Kennedy hiç tanışmadılar. Oysa ikisi de yaldızlı jet sosyetenin iki ayrı önemli kişisiydi. Başlangıçta sadece yolları hiç kesişmedi. Daha sonraki yıllarda, her ikisi de Yunan denizcilik milyarderi Aristotle Onassis ile alenen yakınlaştıklarında bilinçli olarak birbirlerinden kaçındılar.
1974’te çekilen bir Barbara Walters televizyon çekiminde, Jackie hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, Maria buz gibi bir soğuklukla ”Onu tanımıyorum, onunla hiç tanışmadım.” dedi. Daha sonra konuyu değiştirdi.
Jacqueline Kennedy ve Maria Callas 1920’lerin Manhattan’ında dünyaya geldiler. Maria 23’te, Jackie 29’da doğmuşlardı. Ancak yaşam şartları taban tabana zıttı. Jackie, borsacı ’Black Jack’ Bouvier ve İrlanda kökenli bir sosyetik olan Janet Lee’nin kızı olarak zenginlik ve ayrıcalık içinde doğdu. Babası ona hayrandı ve ondan sık sık “bir erkeğin sahip olacağı en güzel kızı” olarak bahsediyordu.
Ondan 6 yıl önce doğan Maria, Yunan göçmenler George ve Evangelia Kalegeropoulos’un ikinci kızıydı. Aile ABD’ne göç ettikten sonra soyadlarını Callas olarak değiştirmişlerdi.
Maria, Jackie’nin aksine istenmeyen bir çocuktu. Annesi bir erkek bebek bekliyordu, yeni doğan bebeğinin kız olduğunu görünce, ilk dört gün ona bakmayı reddetti.
Jackie New York’ta seçkin bir özel okula gitti ve tatillerini Hamptons’ta ata binerek geçirdi. Edebiyat ve dillerde mükemmeldi. Maria yerel devlet okuluna gittiği Queens ilçesindeki bir eczanenin üzerindeki küçük bir apartman dairesinde büyüdü. Henüz beş yaşındayken olağanüstü bir sesi olduğu ortaya çıktı.
Ortak noktaları ise ikisinin de ebeveynlerinin mutsuzluğu ve sonuç olarak boşanmalarıydı. Anne ve babası ayrıldıklarında, annesi Maria ve kız kardeşini Yunanistan’a geri götürdü. Jackie ve kız kardeşi Lee ise Conneticut’taki yatılı okula gönderildi.
Ancak 24 yaşından itibaren hayatları benzerlik göstermeye başladı. O zamana kadar muhabir olarak çalışan Jackie, John Kennedy adlı hevesli ve atılgan bir politikacı ile tanıştırıldı. İrlanda asıllı, hırslı, zengin Boston’lu bir ailenin oğluydu. Kısa sürede evlendiler ve 10 yıldan kısa bir süre içinde, 32 yaşına gelen Jackie, Amerika’nın first lady’si olarak Beyaz Saray’da yaşamaya başladı.
Bu arada Maria Yunanistan’da Atina Konservatuarı’nda yıllarını şan eğitimi alarak geçirmişti. Sonuç olarak da Opera de Verona’da rol almak üzere iken, henüz 24 yaşındayken zengin bir İtalyan iş adamı olan Giovanni Batista Meneghini ile nişanlandı. Adam ondan 26 yaş büyüktü. Birkaç yıl içinde evlendiler ve kocası Maria’nın menajeri oldu.
Ardından ünü çığ gibi büyüdü, 30’lu yaşlarının başında, Maria Callas operanın first lady’si olarak selamlanıyordu.
Callas ve Kennedy, kendi kamusal kişiliklerini yaratma konusunda içgüdüsel bir yeteneğe sahiptiler. Jackie ideal “başkanlık eşi” imajını yarattı. Chanel ve Dior’dan giyindiği, kusursuz bir kağıt bebek ikonu oldu. Zahmetsiz bir imajın sahibi oldu.
Akşam yemeklerinden sonra, dünyaca ünlü müzisyenlerin çaldığı Beyaz Saray’da düzenlenen gala gecelerinde, Avrupa dillerine olan hakimiyetiyle konuklarını etkiledi. Aynı zamanda Jackie, cephenin arkasında evlat kayıpları yaşadı, kocasının sürekli olarak onu aldatmasının üzüntüsünü hiç belli etmedi ve çok güçlü bir profil sergiledi.
Çocukluğundan beri aşırı kilolu olan Maria da yeni kişiliğini icat etmeye koyuldu. 1953’ te 36 kg. verdi ve Audrey Hepburn tarzında güzel giyimli bir moda ikonu olarak ortaya çıktı. Jackie gibi, Maria da pek çok dili akıcı olarak konuşabiliyordu. O da bildiklerini birleştirerek, kendine özgü krallara layık bir aksanla konuşuyordu. Kendine yarattığı imajla sadece sahnelerin divası değil, kaprisleri, talepleri ve konser iptalleri ile gazetelerde manşet oluyordu.
Maria Callas, 1957’de Venedik’teki bir partide Yunan Denizcilik patronu milyarder iş adamı Aristotle Onassis ile tanıştırıldı. Birkaç hafta içinde, Maria ve kocasını Akdeniz gezisi için özel yatında kendisine katılmaya davet etti.
Onassis operayla zerre kadar ilgilenmiyordu, o aslında değerli ve ünlü insan koleksiyoncusuydu. Bu yat gezisi davetini, Maria şarkıcılık kariyeri ile çok meşgul olduğunu söyleyerek reddetti. Ancak sonunda Christina yatında Sir Winston ve Lady Churchill ile yapılacak olan tatil davetini kabul etti. Gemiden ayrıldığında Meneghini ile olan evliliği bitmişti. Oysa Onassis’in Tina isimli bir karısı ve iki çocuğu vardı.
Maria, Onassis tarafından baştan çıkarılmış, sesini ihmal etmesine ve bir zamanlar muhteşem opera kariyerine aniden son vermesine neden olacak bir dünyanın içine çekilmişti.
1963’te Onassis, Jackie Kennedy ile benzer bir fırsatçı taktik hazırladı. Oğlu Patrick’in henüz iki günlükken öldüğünü ve Jackie’nin delice bir yas içinde olmasını fırsat bilerek, onu iyileşmesi için Christina yatıyla yapılacak bir gemi yolculuğuna davet etti. Nedir ki, uzun zamandır birlikte olduğu Maria Callas bu seyahate dahil edilmemişti. Bunun yerine Onassis, onu Paris’te, onun için satın aldığı görkemli bir dairede bıraktı.
Üç ay sonra Kennedy Dallas’ta suikaste kurban gittiğinde dünya şoka girdi. Onassis elinden geldiğince Jackie’ye desteğini sunarak ona kol kanat germeyi sürdürdü.
JFK’nin ölümünden sonra, Jackie, kocasının erkek kardeşi Robert Kennedy ile teselli buldu ve onun başkanlık kampanyalarına destek verdi. Ancak Haziran 1968’de, onun da başkanlık seçimleri kampanyasında Los Angeles’te vurularak öldürülmesi sonunda Jackie paniğe kapıldı. Sırada kendi çocuklarının olduğu sanrısına kapılmıştı.
Onassis’in evlenme ve onu koruma teklifini kabul ederek, ona özel adası olan Scorpion’u, Olympic Havayolları şirketini ve muazzam servetini emrine verdi. Jackie arzuladığı güvenliği elde ederken, Onassis en büyük ödülü, dünyanın en ünlü kadınını almıştı. Düğün o kasım ayında bir tanıtım haberiyle patladı. Bu konu hakkında hiçbir haberi olmayan Maria, düğün haberini, Paristeki muhteşem evinde tek başına televizyonu izlerken öğrendi.
Jackie ile Onassis’in evliliği en başından beri bir felaketti. Onassis, ”Jackie gibi para harcayabilen biriyle hiç tanışmamıştım” diyordu. Evliliklerinin sadece ilk yılında 1,5 milyon dolar harcadı. Çoğunlukla evlerini yeniden dekore etti. En pahalı modaevlerinden alış veriş ederek gardrobunu baştan aşağı yeniledi.
Onassis’in birkaç hafta içinde Maria Callas ile ilişkisine yeniden başladığı herkes tarafından bilinmekte. İlk başta anlaşılır bir şekilde harap olan Maria onu görmeyi reddetti. Ancak, Onassis’in Mercedes Coupe’sini apartmanının ön kapısına çarpmakla tehdit ettiğinde, sonunda yumuşadı.
Onassis’in şoförü Yaikinto Rossa,”Ölümüne kadar her ay bir araya geldiler” dedi. ”Gerçek şu ki Maria Callas, Onassis’in tek gerçek aşkıydı. Hiç evlenmemiş olsalar da onun gerçek karısıydı.”
Jackie Amerika’ya döndü ama Kennedy ile Callas arasındaki rekabet yoğun olarak devam etti. Dünya basını, Onassis ve Callas’ın Paris’teki Maxim’s de iki kişilik romantik bir akşam yemeği yerken görüntüleri yayınladığında, Jackie hemen Boston’dan uçağa bindi ve iki gece sonra Onassis ile aynı restoranda yemek yerken fotoğraflandı. Bu Callas’a karşı, kasıtlı bir meydan okumaydı.
Jackie ile evliliğinin son yıllarında Onassis, Maria'ya yaptığı ihanetini büyük bir hata olarak görmeye başladı. Ağır hasta olduğunu öğrendiğinde, avukatlarına Jackie’ye karşı boşanma davası açmalarını söyledi. Bunu tipik Onassis tarzında yaptı-bu ona kalacak serveti azaltmak için, zina yaptığını ispatlamak için- özel detektifler tuttu. Bu Jackie’nin sürekli takip edilmesi anlamına geliyordu. Ancak Onassis, Jackie’den boşanamadı. Bunu yapamadan önce, hayati hastalığının yüzünden Paris’te bir hastaneye kaldırıldı. Jackie onun yanında değildi. Bunun yerine Aspen’a kayak yapmaya gitti. Ama Maria Callas’ın başucuna kabul edilmemesi talimatını bırakmayı da ihmal etmedi.
Callas aslında Onassis’i ölüm döşeğinde ziyaret etti. Bir servis asansörüyle gizlice odasına çıkarıldı ve komada yatarken bir saat onunla oturdu. Bu onun son vedasıydı. Onassis birkaç gün sonra öldü.
Onassis’in vasiyetinde karısının servetindeki payını en aza indirildiği bildirildi ancak Jackie buna itiraz etti.
Onassis’in kızı Christina, uzayan ve kamuoyuna açık hukuk savaşından kaçınmak için Jackie’ye 26 milyon dolarlık tam ve nihai bir ödeme yapmayı kabul etti. Maria Callas’a hiçbir şey kalmadı.
1975’te Onassis’in ölümünden sonra, sesi kesilen Maria, Paris’teki dairesinde münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Fotoğraflarla ve hatıralarla çevrili, şanlı geçmişinde yaşayan bir opera sanatçısı Norma Desmond ile oturur eski kayıtlarını dinlerdi. İki yıl sonra, 16 Eylül 1977 sabahı Callas, yatak odasının zemininde kalp krizinden yaşamın kaybetti ve ölü olarak bulundu. Maria veda ettiğinde sadece 53 yaşındaydı.
Jackie, yayıncılık alanında yeni bir kariyere başladı ve elmas satıcısı Maurice Tempelsman ile yeni bir aşk buldu. 1994 yılında 64 yaşındayken kanserden öldü.
Hem Jackie hem de Maria, milyonlar tarafından zamanlarının ikonları olarak hatırlanırken, bir zamanlar
dünyanın en zengin adamı olan Aristotle Onassis, bu olağanüstü dramdaki rolüyle hatırlanmaktadır.