MARİA VE JACKİE’NİN
AŞK ÜÇGENİNİN KARANLIK YÜZÜ
KADIKÖYLÜ KÜÇÜK SARA-65
Yıllar su gibi akıp gidiyordu. İnanır mısınız, ben de yılları kronolojik olarak karıştırmaya başladım. Hay üniversiteye giderken Roslin Pardo adında bir kızla çıkmaya başladı. Roslin, Notre De Sion’u bitirdikten sonra Marmara Üniversitesi Okul Öncesi Öğretmenliği ve İletişim Fakültesinde çift dalda okuyordu. İkisi yaşıttı. Sakin, sessiz ve dingin bir kızdı. En önemli özelliklerinden ilki dans etmeyi sevmesi ve koyu bir Betar Siyonist olmasıydı. Bence Hay’ı en çok etkileyen özelliği buydu. Gençler 2005 yılında nişanlandılar. Bir yıl sonra üniversiteyi bitirecekler ve İsrael’e aliya yapacaklardı. Hay’ın terör yüzünden ertelenen planları artık yaşama geçmeye başlamıştı. Ne yalan söyleyeyim onun adına çok seviniyordum, çünkü bir şeyi isteyip de yapamamak, dünyanın en kötü şeyidir. Bu da tecrübeyle sabittir.
2006 yılında, Büyük Ada’daki Çakır Manav Sokağı’ndaki evimizi satmış, onun yerine Maden’de, Çamlık bölgenin hemen başlangıcında bir siteden yeni bir yer almıştık. Tarih ebedi bir tekerrürdür derler, gerçekten de ilk ada evimize yerleşirken Soni aliya yapıyordu ve giderayak bize çok yardım etmişti. Bu sefer de Hay aliya yapıyordu ve o da giderayak evin döşenmesinde ve yerleşmesinde bize çok yardım etmişti. Ne diyeyim oğullarımızın hakkını ödeyemeyiz, ikisi de çok iyi ve acar çocuklardır.
Ev yerleşmesi ve veda sıkıntıları süregelirken ve İsrael’de bu defa da Lübnan Savaşı devam ederken Hay ve Roslin İsrael’e aliya yaptılar. Ama bu sefer Soni’yi gönderdiğim gibi ağlamaktan helak olmamıştım. Bunu nedenleri vardı. Hay artık 22 yaşında yetişkin bir erkekti. Soni ve Lisya onları orada kolları açık bekliyorlardı. Soni ömrü boyunca Hay’a yarı babalık etmiş bir abidir. Yanında nişanlısı vardı. Yani kesinlikle yalnız değildi. Soni henüz 18 bile değilken, bir bilinmeyene tek başına gitmişti. Hay okulu üstün başarı belgesi alarak bitirdiği için not ortalaması 90’a yakındı. İbraniceye oldukça hakimdi, bu yüzden Tel Aviv Üniversitesi’nin Güvenlik Bilimleri bölümüne master programına hemen kabul edildi. Ramat Aviv’de bir daire tutmuşlar ve bisiklet satın almışlardı. Hay üniversiteye her gün bisikletle gidiyordu ve abartmıyorum günde en az 14 saat durmaksızın ders çalışıyordu. Master’ı birincilikle bitirdi ve okul ona doktora yapması için tam burs verdi. Bu hayatta en iyi öğrendiğim şeyi bana Hay öğretti. Çok, çok, çok çalışmadan asla zirveye tırmanamazsınız. Hay bunu başardı.
2006 yılının aralık ayında çocuklar İstanbul’a evlenmeye geldiler. 24 Aralıkta Neve Şalom Sinagogu’nda güzel bir düğünle evlendiler. İşleri istediği gibi ilerliyor ve hayallerini yaşama geçiriyorlardı. Herkesin keyfi yerindeydi.
Düğünden sonra David’le Bosna-Hersek seyahatine çıkmıştık. Orası çok ilginç bir yer. Çok sene geçti tabii ki ama, o zamanlar fazla gelişmiş bir ülke değildi. Sırpların Müslümanlara uyguladıkları katliamın anıları hala taptazeydi. Yollar boyunca her iki yanda yeni Müslüman mezarlıkları vardı. Taşlar yepyeni ve yüzlerce idi. Mezarlar irili ufaklı ve gam yüklüydü. Binalarda kurşun delikleri vardı. Her taraf yoksulluk kokuyordu. Orası adeta eski bir Osmanlı kasabası gibiydi. Yol boyunca Osmanlı döneminden kalmış camiler, kervansaraylar, Türk kahvesi ve nargile içilen kahveler vardı. El örgüsü hakiki yünden örülmüş şahane kıyafetler vardı. David oradan otantik bir yün manto almamda çok ısrar etmişti. Yemekleri lezzetliydi. “Cevapi” adlı kebapları İskender kebabını andırıyordu. Ama yoğurdu manda sütünden imal edildiğinden çatalla ve kesilerek yeniyordu. Üzerine içilen ince belli bardaklarda ikram edilen çay veya Türk kahvesiyle kendinizi memlekette hissediyordunuz. Oranın Müslümanları Boşnaktı ve iyi Türkçe konuşuyorlardı. Boşnaklar aslında Osmanlı idaresine girdikten sonra Müslümanlığı kabul etmiş Hıristiyan bir topluluktu. O yüzden çoğu sarışın ve mavi gözlüydü. Orada bir Yahudi Müzesi vardı. Daha ziyade Holokost Müzesi demek daha doğru olur. Bosna Yahudilerinin çoğu zaten Holokost’ta yok edilmişlerdi. Oranın bir diğer özelliği de 1. Dünya Savaşı’nın başlangıcını temsil eden Avusturya- Macaristan Veliahtı Frannz Ferdinand ve eşi Sofia'nın orada suikaste uğrayıp öldürülmeleriydi. Gavrilo Princip adındaki Sırp gencin tabancasından çıkan kurşun 1. Dünya Savaşı’nın fitilini ateşlemişti. Hükümet binası artık bir müze haline getirilmişti. Gezinin ikinci günü Mostar Köprüsü'ne gitmiştik. Altından gürül gürül akan suların üzerindeki köprüden geçmek gerçekten ilginçti. Sonra o ırmağın kenarındaki şelalenin ve sonbahar yapraklarının arasında Türk kahvesi içmiştik.
Turun 3. gününde ise günü birlik, Hırvatistan’ın Dubrovnik şehrine gitmiştik. Dubrovnik aslında bir güne sığmaz, esas hakkını vermek için en az üç gün kalmak lazım. Şehrin Venedik işi surları çok haşmetliydi. Burada sokaklar hep yokuşlu. Bu yokuşlu sokakların birinde Yahudi cemaati ve sinagogu vardı. Çok hakkını vererek olmasa, da yine de ziyaret ettik. Bu şehirde dünyanın en eski eczanesi var. Üstelik o dönemlerde kullanılan kaplar, kavanozlar ve araç gereçler de mükemmel bir şekilde korunmuş. Yemek yediğimiz yer, dalgaların kayaları hunharca dövdüğü bir kıyının kenarındaydı. Sepetler içinde sundukları, elimden daha iri Jumbo karidesler hala gözümün önünde.
Karşıdan İtalya’nın Bari sahilleri görünüyordu. Oraya eskiden gelen insanlar 40 gün boyunca kocaman bir binada tutulurlar ve tam 40 gün sonra, sağlam raporu alarak şehre giriş yaparmış. Karantina Latince 40 anlamına geliyor. Yani böylece bu kelimenin gerçek anlamını ve uygulanışını da orada öğrenmiş olduk. Orada bulunan Hırvatistan Müzesi’ni de gezdik. Orada da son etnik savaşın acı gerçekleri sergileniyordu.
2007 yılının yazında Rusya’ya seyahate gitmiştik. Moskova ve St. Petersburg’a. Moskova benim için romanlarda çok okuduğum ve hakkında çok şeyler bildiğim bir şehirdi. Biz gittiğimizde artık orası özgür ve dehşet saçan bir ülke halinde tabii ki değildi. Mesela Kremlin Sarayı’nın bulunduğu Kızıl Meydan’da artık AVM’ler açılmış, içinde Mc Donalds, Kentucky Fried Chicken ve Sbarro gibi yabancı markalı lokantalar dolup taşıyordu. Herkesin elinde kırmızı metalden Coca-Cola kutusu vardı ve bu manzara çok ironikti. Şıklık ve sefalet yan yanaydı. 1917 devriminden sonra hayatları aşağı giden birkaç kuşak eski püskü elbiseleri ile etrafta dolanırken, korkusuz ve özgür nesil bu yeni modern hayatın tadını çıkartıyorlardı. Kızıl Meydan’daki oyuncak görünüşlü Korkunç İvan’ın Kilisesi içine girdiğinizde karanlık, daracık ve groteskti. Yani dıştaki şenlikli görünüşünün yanında içinde ahşap ikonlar ve daracık merdivenler vardı. Kızıl Meydan’ın tam ortasındaki Lenin heykelinin yerinde yeller esiyordu. Dükkanlarda çok şık ve pahalı giysiler satılıyordu. Biz bir tekneye binerek Moskva Nehri'ni dolaşırken şehrin en önemli parklarını, manastır ve kiliselerini görebiliyorduk. Kiliselerin kubbelerinin hepsi de soğan biçiminde altın rengi kubbelerle kaplıydı. İnsanları, özellikle erkekler oldukça kaba ve genellikle hep sarhoştular. Ellerindeki bira şişelerini bitirince yolun ortasında bıraktıkları şişeleri gerilerinde bırakarak, sendeleyerek uzaklaşıyorlardı. Sanırım kendilerine yeni bir şişe alkol almaya gidiyorlardı. Kadınlar, genç kızlar ve küçük çocuklar çok güzeldi. Hepsi sarışın ve mavi gözlüydü. Bebeklerin Tanrısal güzellikleri vardı.
Bir gün “Arbat” adlı bir semte gitmiştik. Arbat oranın Ortaköy’ü gibiydi. Her tarafından sanat fışkırıyordu. Benim gibi bir sanat düşkünü için orası cennet gibiydi. Nereye bakacağımı şaşırmıştım. Bazı dükkanlar sadece papier mache eserler satıyorlardı. Güzelliklerinden başım dönüyordu. Diğer bir mağazada makinede işlenmiş ünlü sanatçıların goblen tabloları vardı. Orada kendimden geçtim ve Alphonse Mucha’nın bir goblenini aldım. Takılar, çanak, çömlek, el işi kahve tepsileri, fincanlar derken ve tam hızımı alamazken, bereket David beni durdurabildi. Orada yolun karşısında karşımıza dev gibi amfora çıkmıştı. Pencereleri ve kapısı vardı. Bu amfora kocaman bir ev gibiydi. Merakla içine girdik ve oranın bir Gürcistan Lokantası olduğunu öğrendik. Lokantanın zemini kalın bir camdı altında renga renk balıklar yüzüyordu. Tavanda telgraf telleri vardı ve gerçek serçeler bu tellere konmuş cıvıldaşıp uçuyorlardı. O akşam için oraya rezervasyon yaptırmıştık. Yemekler Gürcü usulüydü, şarap harikaydı ve tenor sesli bir üçlü müzik grubu Gürcü şarkıları söylüyorlardı. Kuşlar uçuşurken, renkli balıklar ayaklarınızın altından geçiyorlardı. Yaşantımın müstesna gecelerinden biriydi. Moskova’nın metro istasyonları başlı başına sanat kokuyorlardı. Her istasyonun tavanları farklı freskler ve tablolarla bezenmişti. Bazılarında Lenin halka hitap ediyordu. Bazılarında gürbüz Rus gençleri ellerinde orak çekiçleri ile başak demetlerini devşiriyorlardı. Metrolarla yer altına inmek için en az 300 basamaklı ve cehennemi hızla inip çıkan yürüyen merdivenlere biniliyordu. Merdivenlerde yüzlerce kişi vardı. Moskova Metrosu dünyanın en eski metrolarından biriydi.
Orada gördüğüm en enteresan müze Borodin Savaşı Müzesiydi. Borodin Savaşı bilindiği gibi Napoleon ordularının, General Kutusof’un komutanlığında yenildiği savaşın adıdır. Vitrinlerin önünden sırasıyla geçerken savaşı adım adım takip edebiliyordunuz. Patlayan ateşler, barut kokuları, yanan samanların kokusu ve dumanı, yerde yatan yaralı ve vurulmuş askerlerin acı içinde yerde yatışları. Napoleon’un çadırı önünde elleri arkasında kavuşturulmuş, çaresizlik voltaları atması… size nasıl anlatsam? Sanki savaşın dehşeti içindeydiniz ve bütün dehşetiyle onu hissediyordunuz. Oradan dışarı çıktığımda kafamı bu güne geri getirmek bayağı vaktimi almıştı.
Bir gün tren istasyonundan bilet alarak St. Petersburg’a doğru yola çıktık. Tren 4 kişilik kompartımanlardan oluşuyordu ve ranza şeklinde yatılıyordu. Yol bütün gece sürdü ve sabah, Sovyet döneminde adı Leningrad olan ve Sovyetlerin dağılması sonunda yeniden St. Petersburg (Sankt Petersburg) adıyla anılmaya başlamıştı. Şehir Moskova’dan çok farklıydı. Sovyet Devrimi sırasında ve sonrasında eski Çarlık Rusya’sının esamesinin bile okunmadığı Moskova şehrinin aksine hiçbir zarara uğratılmamıştı.
Caddeler geniş ve iç açıcıydı. Sovyetler öncesi art noveau binalar hala ayakta duruyorlardı. En önemli caddesinin adı Nevsky caddesiydi. Çarlığın yazlık sarayı olan Hermitage Sarayı bütün haşmetiyle yükseliyordu. Orası artık dünyaca ünlü bir müze haline getirilmişti. İçeri girebilmek için kuyruklarda en az 1-2 saat beklemek zorundasınız. Ama değiyor mu? Evet. Orası inanılmaz bir yer. Dünyada ne kadar değerli, tarihi, kıymetli eşyalar varsa, malakit ve lapis lazuli taşından ve mermerden sütunlar varsa, sanki hepsi orada. Ünlü ressamların tablo galerilerinin haddi hesabı yok. Romanof ailesinin mücevherleri, taçları, asaları, kılıçları, hanımların paha biçilmez mücevheratlarının haddi hesabı yok. Enfiye kutuları, değerli mobilyalarla döşenmiş odalar, paha biçilmez halılar, piyanolar, yüzlerce merdiven, odalardaki şömineler, kıyafetler, kostümler, Faberge Kuyumcusunun eserleri olan kıymetli taşlarla bezenmiş paskalya yumurtaları, binlerce kitapla bezenmiş kütüphaneler, biblolar, porselen insan portreleri. Ben yoruldum. O gün zaten o kadar çok yoruldum ki, bakmaktan gözlerim yoruldu. Beynim yandı. Bacaklarıma kara sular indi. Yorgunlukla bir kahve içerken Romanof ailesi ile ilgili bir kitaba daldım. David de bana Rafaello’nun meleklerinin resmi olan bir şemsiye armağan etti. Sonra yarı baygın çıktığımız parkta Rus bir köylü kadının sattığı Piroşki isimli patatesli sıcacık böreklerinden yedik.
Jackie Kennedy ve Maria Callas, Marilyn Monroe olmasaydı, 29 Mayıs 1962’de New York’taki Maddison Square Garden’daki JFK Gala konserinde kesinlikle tanışacaklardı.
Bu, Başkan John F. Kennedy’nin 45. doğum günü kutlamalarının olduğu bir geceydi. Bu gecenin en önemli sanatçı konuğu, Milano’dan o gece için uçakla ABD’ye gelen opera yıldızı soprano Maria Callas’tı. Ancak akşama kayda değer bir şekilde katılmayan bir kişi başkanın eşi Jackie idi.
Marilyn Monroe’nun şarkı söylemeye davet edildiğini ve kendisinin, kocasının Monroe ile olan aşk ilişkisini bilen Jackie, film yıldızının Ulusal Televizyonda başkanı sesli olarak baştan çıkarırken, küçük düşürülmek istememişti.
Jackie’nin yokluğunda, Marilyn cinsel içerikli ve artık kötü şöhrete sahip ”Doğum günün kutlu olsun bay başkan” –Happy Birthday Mr. Presedent- yorumunu ulusa salmakta özgürdü.
New York köşe yazarı Dorothy Kilgallen tepkileri özetledi. ”Görünüşe göre Marilyn, 40 milyon Amerikalının önünde başkanla sevişiyormuş”. Sahnesinin alınmasına alışık olmayan Maria Callas bile Marilyn Monroe’nun onun rolünü çaldığını kabul etmek zorunda kaldı.
Maria Callas ve Jackie Kennedy hiç tanışmadılar. Oysa ikisi de yaldızlı jet sosyetenin iki ayrı önemli kişisiydi. Başlangıçta sadece yolları hiç kesişmedi. Daha sonraki yıllarda, her ikisi de Yunan denizcilik milyarderi Aristotle Onassis ile alenen yakınlaştıklarında bilinçli olarak birbirlerinden kaçındılar.
1974’te çekilen bir Barbara Walters televizyon çekiminde, Jackie hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, Maria buz gibi bir soğuklukla ”Onu tanımıyorum, onunla hiç tanışmadım.” dedi. Daha sonra konuyu değiştirdi.
Jacqueline Kennedy ve Maria Callas 1920’lerin Manhattan’ında dünyaya geldiler. Maria 23’te, Jackie 29’da doğmuşlardı. Ancak yaşam şartları taban tabana zıttı. Jackie, borsacı ’Black Jack’ Bouvier ve İrlanda kökenli bir sosyetik olan Janet Lee’nin kızı olarak zenginlik ve ayrıcalık içinde doğdu. Babası ona hayrandı ve ondan sık sık “bir erkeğin sahip olacağı en güzel kızı” olarak bahsediyordu.
Ondan 6 yıl önce doğan Maria, Yunan göçmenler George ve Evangelia Kalegeropoulos’un ikinci kızıydı. Aile ABD’ne göç ettikten sonra soyadlarını Callas olarak değiştirmişlerdi.
Maria, Jackie’nin aksine istenmeyen bir çocuktu. Annesi bir erkek bebek bekliyordu, yeni doğan bebeğinin kız olduğunu görünce, ilk dört gün ona bakmayı reddetti.
Jackie New York’ta seçkin bir özel okula gitti ve tatillerini Hamptons’ta ata binerek geçirdi. Edebiyat ve dillerde mükemmeldi. Maria yerel devlet okuluna gittiği Queens ilçesindeki bir eczanenin üzerindeki küçük bir apartman dairesinde büyüdü. Henüz beş yaşındayken olağanüstü bir sesi olduğu ortaya çıktı.
Ortak noktaları ise ikisinin de ebeveynlerinin mutsuzluğu ve sonuç olarak boşanmalarıydı. Anne ve babası ayrıldıklarında, annesi Maria ve kız kardeşini Yunanistan’a geri götürdü. Jackie ve kız kardeşi Lee ise Conneticut’taki yatılı okula gönderildi.
Ancak 24 yaşından itibaren hayatları benzerlik göstermeye başladı. O zamana kadar muhabir olarak çalışan Jackie, John Kennedy adlı hevesli ve atılgan bir politikacı ile tanıştırıldı. İrlanda asıllı, hırslı, zengin Boston’lu bir ailenin oğluydu. Kısa sürede evlendiler ve 10 yıldan kısa bir süre içinde, 32 yaşına gelen Jackie, Amerika’nın first lady’si olarak Beyaz Saray’da yaşamaya başladı.
Bu arada Maria Yunanistan’da Atina Konservatuarı’nda yıllarını şan eğitimi alarak geçirmişti. Sonuç olarak da Opera de Verona’da rol almak üzere iken, henüz 24 yaşındayken zengin bir İtalyan iş adamı olan Giovanni Batista Meneghini ile nişanlandı. Adam ondan 26 yaş büyüktü. Birkaç yıl içinde evlendiler ve kocası Maria’nın menajeri oldu.
Ardından ünü çığ gibi büyüdü, 30’lu yaşlarının başında, Maria Callas operanın first lady’si olarak selamlanıyordu.
Callas ve Kennedy, kendi kamusal kişiliklerini yaratma konusunda içgüdüsel bir yeteneğe sahiptiler. Jackie ideal “başkanlık eşi” imajını yarattı. Chanel ve Dior’dan giyindiği, kusursuz bir kağıt bebek ikonu oldu. Zahmetsiz bir imajın sahibi oldu.
Akşam yemeklerinden sonra, dünyaca ünlü müzisyenlerin çaldığı Beyaz Saray’da düzenlenen gala gecelerinde, Avrupa dillerine olan hakimiyetiyle konuklarını etkiledi. Aynı zamanda Jackie, cephenin arkasında evlat kayıpları yaşadı, kocasının sürekli olarak onu aldatmasının üzüntüsünü hiç belli etmedi ve çok güçlü bir profil sergiledi.
Çocukluğundan beri aşırı kilolu olan Maria da yeni kişiliğini icat etmeye koyuldu. 1953’ te 36 kg. verdi ve Audrey Hepburn tarzında güzel giyimli bir moda ikonu olarak ortaya çıktı. Jackie gibi, Maria da pek çok dili akıcı olarak konuşabiliyordu. O da bildiklerini birleştirerek, kendine özgü krallara layık bir aksanla konuşuyordu. Kendine yarattığı imajla sadece sahnelerin divası değil, kaprisleri, talepleri ve konser iptalleri ile gazetelerde manşet oluyordu.
Maria Callas, 1957’de Venedik’teki bir partide Yunan Denizcilik patronu milyarder iş adamı Aristotle Onassis ile tanıştırıldı. Birkaç hafta içinde, Maria ve kocasını Akdeniz gezisi için özel yatında kendisine katılmaya davet etti.
Onassis operayla zerre kadar ilgilenmiyordu, o aslında değerli ve ünlü insan koleksiyoncusuydu. Bu yat gezisi davetini, Maria şarkıcılık kariyeri ile çok meşgul olduğunu söyleyerek reddetti. Ancak sonunda Christina yatında Sir Winston ve Lady Churchill ile yapılacak olan tatil davetini kabul etti. Gemiden ayrıldığında Meneghini ile olan evliliği bitmişti. Oysa Onassis’in Tina isimli bir karısı ve iki çocuğu vardı.
Maria, Onassis tarafından baştan çıkarılmış, sesini ihmal etmesine ve bir zamanlar muhteşem opera kariyerine aniden son vermesine neden olacak bir dünyanın içine çekilmişti.
1963’te Onassis, Jackie Kennedy ile benzer bir fırsatçı taktik hazırladı. Oğlu Patrick’in henüz iki günlükken öldüğünü ve Jackie’nin delice bir yas içinde olmasını fırsat bilerek, onu iyileşmesi için Christina yatıyla yapılacak bir gemi yolculuğuna davet etti. Nedir ki, uzun zamandır birlikte olduğu Maria Callas bu seyahate dahil edilmemişti. Bunun yerine Onassis, onu Paris’te, onun için satın aldığı görkemli bir dairede bıraktı.
Üç ay sonra Kennedy Dallas’ta suikaste kurban gittiğinde dünya şoka girdi. Onassis elinden geldiğince Jackie’ye desteğini sunarak ona kol kanat germeyi sürdürdü.
JFK’nin ölümünden sonra, Jackie, kocasının erkek kardeşi Robert Kennedy ile teselli buldu ve onun başkanlık kampanyalarına destek verdi. Ancak Haziran 1968’de, onun da başkanlık seçimleri kampanyasında Los Angeles’te vurularak öldürülmesi sonunda Jackie paniğe kapıldı. Sırada kendi çocuklarının olduğu sanrısına kapılmıştı.
Onassis’in evlenme ve onu koruma teklifini kabul ederek, ona özel adası olan Scorpion’u, Olympic Havayolları şirketini ve muazzam servetini emrine verdi. Jackie arzuladığı güvenliği elde ederken, Onassis en büyük ödülü, dünyanın en ünlü kadınını almıştı. Düğün o kasım ayında bir tanıtım haberiyle patladı. Bu konu hakkında hiçbir haberi olmayan Maria, düğün haberini, Paristeki muhteşem evinde tek başına televizyonu izlerken öğrendi.
Jackie ile Onassis’in evliliği en başından beri bir felaketti. Onassis, ”Jackie gibi para harcayabilen biriyle hiç tanışmamıştım” diyordu. Evliliklerinin sadece ilk yılında 1,5 milyon dolar harcadı. Çoğunlukla evlerini yeniden dekore etti. En pahalı modaevlerinden alış veriş ederek gardrobunu baştan aşağı yeniledi.
Onassis’in birkaç hafta içinde Maria Callas ile ilişkisine yeniden başladığı herkes tarafından bilinmekte. İlk başta anlaşılır bir şekilde harap olan Maria onu görmeyi reddetti. Ancak, Onassis’in Mercedes Coupe’sini apartmanının ön kapısına çarpmakla tehdit ettiğinde, sonunda yumuşadı.
Onassis’in şoförü Yaikinto Rossa,”Ölümüne kadar her ay bir araya geldiler” dedi. ”Gerçek şu ki Maria Callas, Onassis’in tek gerçek aşkıydı. Hiç evlenmemiş olsalar da onun gerçek karısıydı.”
Jackie Amerika’ya döndü ama Kennedy ile Callas arasındaki rekabet yoğun olarak devam etti. Dünya basını, Onassis ve Callas’ın Paris’teki Maxim’s de iki kişilik romantik bir akşam yemeği yerken görüntüleri yayınladığında, Jackie hemen Boston’dan uçağa bindi ve iki gece sonra Onassis ile aynı restoranda yemek yerken fotoğraflandı. Bu Callas’a karşı, kasıtlı bir meydan okumaydı.
Jackie ile evliliğinin son yıllarında Onassis, Maria'ya yaptığı ihanetini büyük bir hata olarak görmeye başladı. Ağır hasta olduğunu öğrendiğinde, avukatlarına Jackie’ye karşı boşanma davası açmalarını söyledi. Bunu tipik Onassis tarzında yaptı-bu ona kalacak serveti azaltmak için, zina yaptığını ispatlamak için- özel detektifler tuttu. Bu Jackie’nin sürekli takip edilmesi anlamına geliyordu. Ancak Onassis, Jackie’den boşanamadı. Bunu yapamadan önce, hayati hastalığının yüzünden Paris’te bir hastaneye kaldırıldı. Jackie onun yanında değildi. Bunun yerine Aspen’a kayak yapmaya gitti. Ama Maria Callas’ın başucuna kabul edilmemesi talimatını bırakmayı da ihmal etmedi.
Callas aslında Onassis’i ölüm döşeğinde ziyaret etti. Bir servis asansörüyle gizlice odasına çıkarıldı ve komada yatarken bir saat onunla oturdu. Bu onun son vedasıydı. Onassis birkaç gün sonra öldü.
Onassis’in vasiyetinde karısının servetindeki payını en aza indirildiği bildirildi ancak Jackie buna itiraz etti.
Onassis’in kızı Christina, uzayan ve kamuoyuna açık hukuk savaşından kaçınmak için Jackie’ye 26 milyon dolarlık tam ve nihai bir ödeme yapmayı kabul etti. Maria Callas’a hiçbir şey kalmadı.
1975’te Onassis’in ölümünden sonra, sesi kesilen Maria, Paris’teki dairesinde münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Fotoğraflarla ve hatıralarla çevrili, şanlı geçmişinde yaşayan bir opera sanatçısı Norma Desmond ile oturur eski kayıtlarını dinlerdi. İki yıl sonra, 16 Eylül 1977 sabahı Callas, yatak odasının zemininde kalp krizinden yaşamın kaybetti ve ölü olarak bulundu. Maria veda ettiğinde sadece 53 yaşındaydı.
Jackie, yayıncılık alanında yeni bir kariyere başladı ve elmas satıcısı Maurice Tempelsman ile yeni bir aşk buldu. 1994 yılında 64 yaşındayken kanserden öldü.
Hem Jackie hem de Maria, milyonlar tarafından zamanlarının ikonları olarak hatırlanırken, bir zamanlar
dünyanın en zengin adamı olan Aristotle Onassis, bu olağanüstü dramdaki rolüyle hatırlanmaktadır.