MARİA VE JACKİE’NİN
AŞK ÜÇGENİNİN KARANLIK YÜZÜ
KADIKÖYLÜ KÜÇÜK SARA -64-
2003 yılındaki, babamın kaybından sonra geçirdiğimiz yaz oldukça hüzünlü ve zorlu geçmişti. Annem kendi evine dönmüş ve yanında bir yardımcı olmasına sıcak bakmadığından yalnız yaşamaya başlamıştı ama içimiz hiç rahat değildi. Çünkü hem yaşlıydı, hem de çok sık panik atak geçiren bir insandı. Nihayetinde yine böyle kırılgan günlerinden birinde ablam Venezya onu toplayıp kendi evine götürdü. Artık yeni bir dönem kapımızda bizleri bekliyordu.
O senenin Eylül ayında David yeni bir ev arayışına geçti. Ben aslında oturduğumuz evi çok sevmeme rağmen, onun ısrarları sonucunda yeni bir eve taşındık. Taşınmak kadar sevmediğim hiçbir şey yoktur. Hele evinizde yüzlerce kitap, biblo ve ıvır zıvır varsa, taşınmak bence bir cinnet haline gelir. Hazırlıklar yapıldı. Mobilyalar, perdeler falan filan derken, 14 Kasım Cuma günü telefon ve internet bağlantıları yapılacak olan yeni eve gitmek üzere evden çıkıp merdivenleri inerken, aşağı doğru uçtum. Düşerken defalarca belime ve kaburgalarıma ve dirseklerime çarptım. David beni yerden topladı ve arabaya bindirip yeni eve götürdü.
Arabadan inerken sancılarım başladı. Her adımda çığlık atıyordum. Eve girdim, bir koltuğa oturdum. Sakinleştikten sonra kalkmak isteyince kalkamadım. Her tarafım sopalarla dövülmüş gibi ağrıyordu. Çarptığım bölgeler morarmaya başlamıştı. Ertesi günü, amcamın torunu Esti Erdeniz Kohen’in oğlu Harun’un Neve Şalom Sinagogu’nda bar mitzvası olacaktı (Amcamın kızı büyük Venezya’nın torunu). Akşamı da büyük kutlamalarla gerçekleşecekti. Ablamı aradım, durumu anlattım en azından sabah törenine sinagoga kesinlikle gelemeyeceğimi söyledim. Ablam koşarak yeni eve geldi. Beni evire çevire kontrol ettikten sonra aşırı şişen dirseğime buz torbası koydu. Benim, sabah sinagog törenine gitmememi kararlaştırdık. Akşamına Allah kerimdi. Ertesi gün yine sürünerek David’le Acıbadem Hastanesi’ne giderek röntgenler çektirdim. Kırık yoktu ama sırtım, dizlerim, dirseğim içler acısıydı. Ağrı kesicilerle idare edecektim. Dönüşte yeni eve gittik ama ben oturduğum yerde duruyordum. Günlerden cumartesi idi ve tarih 15 Kasım’dı. O gün aslında bir kıyamet günüydü.
Teröristler Neve Şalom Sinagogunun ve Şişli Sinagogunun kapılarının önünde eş zamanlı patlamalar gerçekleştirmişlerdi. Hedef her ne kadar Yahudilere yönelikse de, bu patlamalarda o sırada yoldan geçen Türk vatandaşları da yaşamlarını kaybetmişlerdi. Neve Şalom Sinagogundaki patlamada o sırada güvenlik olarak kapıda duran Hay'ın arkadaşı, gencecik delikanlı Yoel Kohen Ülçer ve tam o sırada içeri girmekte olan kuzenim Tovi'nin kızı Berta Beti Sarfetti ve eşi Ahmet Özdoğan da vardı. Betika karnındaki 5 aylık erkek bebeğiyle birlikte parçalandı. Yoel, Ahmet ve etraftaki diğer kişiler sonsuzluğa karışmışlardı. Eve telefonlar yağıyordu. Hemen televizyonu açtık ve dehşetle olanları izlemeye başladık. Ben deliler gibi o sırada orada olan ablamı arıyordum. Sesi titriyordu. Kadınlar bölümündeki vitray pencere patlamış ve ablamın başına çarpmıştı. Amerikan Hastanesi'ne tomografi çektirmeye gidiyordu. Şişli Sinagogu'nda gençlik arkadaşım Tsili Rubinstein’ın annesi Anna ve kızı Annette kaldırımın üzerinde parçalanmışlardı. Daha birçok dindaşımız ve Türk vatandaşı da ölenler ve yaralananlar arasındaydı.
O gün dehşet dolu bir gündü. 99 depreminde hayatını kaybeden amcamın oğlu Tovi ve eşi Ceni’nin kızları 5 aylık hamile Betika ve eşi Ahmet de bu olayın kurbanı olmuşlardı. Soni, Israel televizyonundan canlı yayına davet edilmiş, tanık olarak patlama sırasında Neve Şalom Sinagogu'nda olan ablam Venezya'yı telefon görüşmesiyle yayına çıkartmış, Türkiye’den gelen haberleri orada muhabirlere İbranice aktarıyordu. Beti'nin kaybını bizden önce öğrenmiş ve telefon ederek bana bildirmişti. Ablamın tetkiklerinde bir şey çıkmadığından evine gönderilmişti ama, korkudan ve acıdan uyuşmuş gibiydi. Ben de bir gün önce merdivenlerden aşağı uçmasaydım, belki de sinagogda havaya uçacaktım. Bunun da bir yazgı olduğunu düşünüyorum.
16 Kasım akşamı Venezya’nın gelini Jale’nin doğum sancıları tutmuş ve Amerikan Hastanesi'nde bir kız bebek dünyaya getirmişti. Ari'nin kızı LAL, ablamın ilk torunu, anneminse ilk torun çocuğu idi. Annem bu sevinci tadabilmişti. Babam ise ölüm döşeğinde sadece bebeğin haberini alabilmişti. Karışık duygular içindeydik. Bir tarafımız Lal için gülerken, bir tarafımız Beti için ağlıyordu. Tıpkı Sonilerin düğününde olduğu gibi, sabah Tovi’nin cenazesi kalkmış, öğleden sonra Soniler evlenmişti. Tarih yine kendini tekrarlıyordu. Depremde anne ve baba, bu olayda ise kızları ve damatları ölmüştü. Ahmet’in cenazesi Erenköy Galip Paşa Camisinde yapılmıştı. Cenazeden ağlayarak çıkıp, hastaneye Jale ve Lal'i görmeye gitmiştik. Venezya ve ben bebeğin tadını, sevincini yeterince yaşayamıyorduk. 18 Kasım'da Ulus Aşkenaz Musevi Mezarlığında terörde hayatlarını kaybeden Yahudi dindaşlarımızın cenazesi vardı. Ben ömrümde böylesine karanlık, kalabalık ve yürekleri kanatan bir cenaze töreni görmemiştim. Polisler ve korumalar kuş uçurtmuyorlardı. O denli kalabalıktı ki, tarif etmem olanaksız. Herkes karalar içindeydi. Sevgili Betikamız, Yoel, 8 yaşındaki minik Anette ve anneannesi Anna, ve diğer dindaşlarımızın defin töreninde acı arşa yükseliyordu. Kulaklarım uğulduyor, acıdan göğsüm sıkışıyordu. Kaybedilen evlatların ailelerini düşünmek bile beni benden alıyordu. Bu nasıl bir lanetti? Bu nasıl bir zulümdü? Bu satırları yazarken içimde kara bir kuş çırpınıyor. Her şeye kadir olan Tanrı’mızın cennetine ulaştıklarına gönülden inanmaya gayret ediyorum.
Bu acıların içinde sonunda yeni eve taşındık. Evi yaşanır hale getirmek birkaç ayımızı almıştı. Artık hayatımızda pembe beyaz pamuk helvası, masmavi gözleri ve upuzun kirpikleriyle Lal vardı. Ablama onu getirdikleri zaman koşarak evlerine gider, bebeğin kokusunu içime çekerdim. Bazen taksiye annem ve ablamla birlikte biner, onların oturduğu eve giderdik. Annesi bankacı olduğundan çalışıyordu ve bebek evde bakıcısıyla kalıyorduk. Annem Lal’i kucağına alır ona şarkılar söylerdi. O da mavi mavi anneme bakıp gülümserdi.
Sanırım 2004 yılının ekim ayında Almanya’ya seyahate gitmiştik. Önceleri çok direnmiş ve Almanya’ya gitmeyi hiç istememiştim. Sonunda David’in ısrarlarına dayanamadım ve oraya gittik. Önce Frankfurt’a gitmiştik. Gerçekten olağanüstü güzel bir memleket olan Almanya’nın her bir şehri diğerinden güzeldi. Frankfurt am Main eskiden Yahudilerin oturduğu en muteber semt olduğundan, oradaki yollarda yürürken onları hüzünle anmıştık. İkinci gittiğimiz şehirse Berlin’di. Berlin şehrini, romanlarda çok okuduğumdan, hep bildik isimlere ve yerlere rastlıyordum. Unter der Linden Caddesi şehrin en görkemli caddesiydi. Caddenin iki tarafında yüzlerce ıhlamur ağacı yan yana yol boyunca uzanıyorlardı. Yolda yürürken burnunuza ıhlamur rayihaları doluyordu. Caddenin en sonunda Brandenburg Kapısı vardı ve muhteşemdi. O sene tam bu yerin önünde Holokost Anıtı inşa ediliyordu. Brandenburg kapısını geçince hemen yanında parlamento binası Reichtag ve yıkılmış Berlin duvarının kalıntıları vardı.
Berlindeki büyük sinagogu ve yeni yapılan Yahudi müzesini görmüştük. Müthişti. Eskiden Yahudi mezarlığı olan bir alanda çocuk parkı yapılmış sadece parkın bir köşesinde emansipasyonun lideri Moses Mendelsohn’un mezarı duruyordu.
Kurfuerstendamm Caddesi'nde bir kafede kahve içerken, okuduğum romanların romantizmini hissediyordum. Postdamm’a gitmiş ve müttefik liderlerinin toplandığı ve Hitler sonrası Almanya’sının kaderinin çizildiği köşkü görmüştük. Her taraf parklarla doluydu. Güzel giyimli şık insanlar köpeklerini bu parklarda gezdiriyorlardı. Her yeri sarı ve turuncu yapraklarla bezenmişti. Almanya’da sonbahar inanılmaz bir güzellik sergiliyordu. Şehirler arasında İCE (Buz) isimli dev gibi, sessiz ve konforlu trenlerle seyahat ediyorduk. Gittiğimiz üçüncü şehir Köln’dü. Köln küçük ama çok şık bir şehirdi. En önemli yeri katedraliydi. Çok görkemli ve gotik bir katedraldi. O gün Pazar günüydü ve David’in Bonn’da oturan amcasının oğlu David (Joseph) Kohen (Yanarocak), bizi otelimizden arabasıyla alıp kendi şehri olan Bonn’a götürmüştü. David’in, Eli Kohen Yanarocak adlı amcasının küçük oğlu olan David, 18 yaşından itibaren yaşamını orada sürdürüyordu. O gün o kadar mutluydu ki, sürekli olarak David’e sarılıp öpüyor, bıcır bıcır sohbet ediyordu. Bize Bonn’u gezdirdi, bir nehir kenarında yemek yedik, sonra Almanya’nın en meşhur dükkanlarından Kaupfhoff’a gittik. Orayı, Orhan Pamuğun “Kar” isimli romanında okuyup öğrenmiştim. Oradan kırık krem renginde, içi kuzu kürklü bir deri kaban almıştım. Kuzen David bizi daha sonra Beethoven’in müze haline getirilmiş evine götürmüş, orada uzun bir zaman kalmıştık. Daha sonra da Frankfurt’ta Goethe’nin evini gezmiştik. Bunlar beni müthiş heyecanlandırıyordu. Çünkü ben sanatı ve tarihi çok seven bir insanım.
Ben Almanya’da iken annem zatüree olmuştu. Dönüşümde hastalığı hala geçmemişti ama tehlikeyi atlatmıştı. İstanbul’a onun durumunu öğrenmek için kaç kere telefon ettiğimi hatırlamıyorum. Köln’den trenle yeniden Berlin’e dönmüş, sonra da uçağa binip İstanbul’a uçmuştuk.
İnişli çıkışlı, neşeli ve hüzünlü duygular arasında zamanlarımızı geçiriyorduk.
Jackie Kennedy ve Maria Callas, Marilyn Monroe olmasaydı, 29 Mayıs 1962’de New York’taki Maddison Square Garden’daki JFK Gala konserinde kesinlikle tanışacaklardı.
Bu, Başkan John F. Kennedy’nin 45. doğum günü kutlamalarının olduğu bir geceydi. Bu gecenin en önemli sanatçı konuğu, Milano’dan o gece için uçakla ABD’ye gelen opera yıldızı soprano Maria Callas’tı. Ancak akşama kayda değer bir şekilde katılmayan bir kişi başkanın eşi Jackie idi.
Marilyn Monroe’nun şarkı söylemeye davet edildiğini ve kendisinin, kocasının Monroe ile olan aşk ilişkisini bilen Jackie, film yıldızının Ulusal Televizyonda başkanı sesli olarak baştan çıkarırken, küçük düşürülmek istememişti.
Jackie’nin yokluğunda, Marilyn cinsel içerikli ve artık kötü şöhrete sahip ”Doğum günün kutlu olsun bay başkan” –Happy Birthday Mr. Presedent- yorumunu ulusa salmakta özgürdü.
New York köşe yazarı Dorothy Kilgallen tepkileri özetledi. ”Görünüşe göre Marilyn, 40 milyon Amerikalının önünde başkanla sevişiyormuş”. Sahnesinin alınmasına alışık olmayan Maria Callas bile Marilyn Monroe’nun onun rolünü çaldığını kabul etmek zorunda kaldı.
Maria Callas ve Jackie Kennedy hiç tanışmadılar. Oysa ikisi de yaldızlı jet sosyetenin iki ayrı önemli kişisiydi. Başlangıçta sadece yolları hiç kesişmedi. Daha sonraki yıllarda, her ikisi de Yunan denizcilik milyarderi Aristotle Onassis ile alenen yakınlaştıklarında bilinçli olarak birbirlerinden kaçındılar.
1974’te çekilen bir Barbara Walters televizyon çekiminde, Jackie hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, Maria buz gibi bir soğuklukla ”Onu tanımıyorum, onunla hiç tanışmadım.” dedi. Daha sonra konuyu değiştirdi.
Jacqueline Kennedy ve Maria Callas 1920’lerin Manhattan’ında dünyaya geldiler. Maria 23’te, Jackie 29’da doğmuşlardı. Ancak yaşam şartları taban tabana zıttı. Jackie, borsacı ’Black Jack’ Bouvier ve İrlanda kökenli bir sosyetik olan Janet Lee’nin kızı olarak zenginlik ve ayrıcalık içinde doğdu. Babası ona hayrandı ve ondan sık sık “bir erkeğin sahip olacağı en güzel kızı” olarak bahsediyordu.
Ondan 6 yıl önce doğan Maria, Yunan göçmenler George ve Evangelia Kalegeropoulos’un ikinci kızıydı. Aile ABD’ne göç ettikten sonra soyadlarını Callas olarak değiştirmişlerdi.
Maria, Jackie’nin aksine istenmeyen bir çocuktu. Annesi bir erkek bebek bekliyordu, yeni doğan bebeğinin kız olduğunu görünce, ilk dört gün ona bakmayı reddetti.
Jackie New York’ta seçkin bir özel okula gitti ve tatillerini Hamptons’ta ata binerek geçirdi. Edebiyat ve dillerde mükemmeldi. Maria yerel devlet okuluna gittiği Queens ilçesindeki bir eczanenin üzerindeki küçük bir apartman dairesinde büyüdü. Henüz beş yaşındayken olağanüstü bir sesi olduğu ortaya çıktı.
Ortak noktaları ise ikisinin de ebeveynlerinin mutsuzluğu ve sonuç olarak boşanmalarıydı. Anne ve babası ayrıldıklarında, annesi Maria ve kız kardeşini Yunanistan’a geri götürdü. Jackie ve kız kardeşi Lee ise Conneticut’taki yatılı okula gönderildi.
Ancak 24 yaşından itibaren hayatları benzerlik göstermeye başladı. O zamana kadar muhabir olarak çalışan Jackie, John Kennedy adlı hevesli ve atılgan bir politikacı ile tanıştırıldı. İrlanda asıllı, hırslı, zengin Boston’lu bir ailenin oğluydu. Kısa sürede evlendiler ve 10 yıldan kısa bir süre içinde, 32 yaşına gelen Jackie, Amerika’nın first lady’si olarak Beyaz Saray’da yaşamaya başladı.
Bu arada Maria Yunanistan’da Atina Konservatuarı’nda yıllarını şan eğitimi alarak geçirmişti. Sonuç olarak da Opera de Verona’da rol almak üzere iken, henüz 24 yaşındayken zengin bir İtalyan iş adamı olan Giovanni Batista Meneghini ile nişanlandı. Adam ondan 26 yaş büyüktü. Birkaç yıl içinde evlendiler ve kocası Maria’nın menajeri oldu.
Ardından ünü çığ gibi büyüdü, 30’lu yaşlarının başında, Maria Callas operanın first lady’si olarak selamlanıyordu.
Callas ve Kennedy, kendi kamusal kişiliklerini yaratma konusunda içgüdüsel bir yeteneğe sahiptiler. Jackie ideal “başkanlık eşi” imajını yarattı. Chanel ve Dior’dan giyindiği, kusursuz bir kağıt bebek ikonu oldu. Zahmetsiz bir imajın sahibi oldu.
Akşam yemeklerinden sonra, dünyaca ünlü müzisyenlerin çaldığı Beyaz Saray’da düzenlenen gala gecelerinde, Avrupa dillerine olan hakimiyetiyle konuklarını etkiledi. Aynı zamanda Jackie, cephenin arkasında evlat kayıpları yaşadı, kocasının sürekli olarak onu aldatmasının üzüntüsünü hiç belli etmedi ve çok güçlü bir profil sergiledi.
Çocukluğundan beri aşırı kilolu olan Maria da yeni kişiliğini icat etmeye koyuldu. 1953’ te 36 kg. verdi ve Audrey Hepburn tarzında güzel giyimli bir moda ikonu olarak ortaya çıktı. Jackie gibi, Maria da pek çok dili akıcı olarak konuşabiliyordu. O da bildiklerini birleştirerek, kendine özgü krallara layık bir aksanla konuşuyordu. Kendine yarattığı imajla sadece sahnelerin divası değil, kaprisleri, talepleri ve konser iptalleri ile gazetelerde manşet oluyordu.
Maria Callas, 1957’de Venedik’teki bir partide Yunan Denizcilik patronu milyarder iş adamı Aristotle Onassis ile tanıştırıldı. Birkaç hafta içinde, Maria ve kocasını Akdeniz gezisi için özel yatında kendisine katılmaya davet etti.
Onassis operayla zerre kadar ilgilenmiyordu, o aslında değerli ve ünlü insan koleksiyoncusuydu. Bu yat gezisi davetini, Maria şarkıcılık kariyeri ile çok meşgul olduğunu söyleyerek reddetti. Ancak sonunda Christina yatında Sir Winston ve Lady Churchill ile yapılacak olan tatil davetini kabul etti. Gemiden ayrıldığında Meneghini ile olan evliliği bitmişti. Oysa Onassis’in Tina isimli bir karısı ve iki çocuğu vardı.
Maria, Onassis tarafından baştan çıkarılmış, sesini ihmal etmesine ve bir zamanlar muhteşem opera kariyerine aniden son vermesine neden olacak bir dünyanın içine çekilmişti.
1963’te Onassis, Jackie Kennedy ile benzer bir fırsatçı taktik hazırladı. Oğlu Patrick’in henüz iki günlükken öldüğünü ve Jackie’nin delice bir yas içinde olmasını fırsat bilerek, onu iyileşmesi için Christina yatıyla yapılacak bir gemi yolculuğuna davet etti. Nedir ki, uzun zamandır birlikte olduğu Maria Callas bu seyahate dahil edilmemişti. Bunun yerine Onassis, onu Paris’te, onun için satın aldığı görkemli bir dairede bıraktı.
Üç ay sonra Kennedy Dallas’ta suikaste kurban gittiğinde dünya şoka girdi. Onassis elinden geldiğince Jackie’ye desteğini sunarak ona kol kanat germeyi sürdürdü.
JFK’nin ölümünden sonra, Jackie, kocasının erkek kardeşi Robert Kennedy ile teselli buldu ve onun başkanlık kampanyalarına destek verdi. Ancak Haziran 1968’de, onun da başkanlık seçimleri kampanyasında Los Angeles’te vurularak öldürülmesi sonunda Jackie paniğe kapıldı. Sırada kendi çocuklarının olduğu sanrısına kapılmıştı.
Onassis’in evlenme ve onu koruma teklifini kabul ederek, ona özel adası olan Scorpion’u, Olympic Havayolları şirketini ve muazzam servetini emrine verdi. Jackie arzuladığı güvenliği elde ederken, Onassis en büyük ödülü, dünyanın en ünlü kadınını almıştı. Düğün o kasım ayında bir tanıtım haberiyle patladı. Bu konu hakkında hiçbir haberi olmayan Maria, düğün haberini, Paristeki muhteşem evinde tek başına televizyonu izlerken öğrendi.
Jackie ile Onassis’in evliliği en başından beri bir felaketti. Onassis, ”Jackie gibi para harcayabilen biriyle hiç tanışmamıştım” diyordu. Evliliklerinin sadece ilk yılında 1,5 milyon dolar harcadı. Çoğunlukla evlerini yeniden dekore etti. En pahalı modaevlerinden alış veriş ederek gardrobunu baştan aşağı yeniledi.
Onassis’in birkaç hafta içinde Maria Callas ile ilişkisine yeniden başladığı herkes tarafından bilinmekte. İlk başta anlaşılır bir şekilde harap olan Maria onu görmeyi reddetti. Ancak, Onassis’in Mercedes Coupe’sini apartmanının ön kapısına çarpmakla tehdit ettiğinde, sonunda yumuşadı.
Onassis’in şoförü Yaikinto Rossa,”Ölümüne kadar her ay bir araya geldiler” dedi. ”Gerçek şu ki Maria Callas, Onassis’in tek gerçek aşkıydı. Hiç evlenmemiş olsalar da onun gerçek karısıydı.”
Jackie Amerika’ya döndü ama Kennedy ile Callas arasındaki rekabet yoğun olarak devam etti. Dünya basını, Onassis ve Callas’ın Paris’teki Maxim’s de iki kişilik romantik bir akşam yemeği yerken görüntüleri yayınladığında, Jackie hemen Boston’dan uçağa bindi ve iki gece sonra Onassis ile aynı restoranda yemek yerken fotoğraflandı. Bu Callas’a karşı, kasıtlı bir meydan okumaydı.
Jackie ile evliliğinin son yıllarında Onassis, Maria'ya yaptığı ihanetini büyük bir hata olarak görmeye başladı. Ağır hasta olduğunu öğrendiğinde, avukatlarına Jackie’ye karşı boşanma davası açmalarını söyledi. Bunu tipik Onassis tarzında yaptı-bu ona kalacak serveti azaltmak için, zina yaptığını ispatlamak için- özel detektifler tuttu. Bu Jackie’nin sürekli takip edilmesi anlamına geliyordu. Ancak Onassis, Jackie’den boşanamadı. Bunu yapamadan önce, hayati hastalığının yüzünden Paris’te bir hastaneye kaldırıldı. Jackie onun yanında değildi. Bunun yerine Aspen’a kayak yapmaya gitti. Ama Maria Callas’ın başucuna kabul edilmemesi talimatını bırakmayı da ihmal etmedi.
Callas aslında Onassis’i ölüm döşeğinde ziyaret etti. Bir servis asansörüyle gizlice odasına çıkarıldı ve komada yatarken bir saat onunla oturdu. Bu onun son vedasıydı. Onassis birkaç gün sonra öldü.
Onassis’in vasiyetinde karısının servetindeki payını en aza indirildiği bildirildi ancak Jackie buna itiraz etti.
Onassis’in kızı Christina, uzayan ve kamuoyuna açık hukuk savaşından kaçınmak için Jackie’ye 26 milyon dolarlık tam ve nihai bir ödeme yapmayı kabul etti. Maria Callas’a hiçbir şey kalmadı.
1975’te Onassis’in ölümünden sonra, sesi kesilen Maria, Paris’teki dairesinde münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Fotoğraflarla ve hatıralarla çevrili, şanlı geçmişinde yaşayan bir opera sanatçısı Norma Desmond ile oturur eski kayıtlarını dinlerdi. İki yıl sonra, 16 Eylül 1977 sabahı Callas, yatak odasının zemininde kalp krizinden yaşamın kaybetti ve ölü olarak bulundu. Maria veda ettiğinde sadece 53 yaşındaydı.
Jackie, yayıncılık alanında yeni bir kariyere başladı ve elmas satıcısı Maurice Tempelsman ile yeni bir aşk buldu. 1994 yılında 64 yaşındayken kanserden öldü.
Hem Jackie hem de Maria, milyonlar tarafından zamanlarının ikonları olarak hatırlanırken, bir zamanlar
dünyanın en zengin adamı olan Aristotle Onassis, bu olağanüstü dramdaki rolüyle hatırlanmaktadır.