GÜZELLİĞİ DİLLERE DESTANDI! MISIR PRENSESİ VE İRAN KRALİÇESİ FEVZİYE’NİN YÜREK BURKAN HAYATI
KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA -61-
2002 yılının ilk ayları, GKD’de geçmişti. Oradaki tiyatro grubu arkadaşlarımla birlikte “Hayat Yaşamaya Değer” adlı oyunu sahneye koymuştuk. Bu kez oyuncu değildim, oyunu yönetiyordum. Aramıza birkaç dernek gencini de almıştık. Bunlar yan rollerdi ama, oyuna baharat gibi lezzet katıyorlardı. Çok keyifli ve çok yoğun çalışmalar sonucu sahneye konan oyun oldukça çok beğeni toplamıştı. Sahne dekoru için, evden bir yığın objeyi her oyun sırasında derneğe taşırdık. Tatlı ve hoş anılardı. O kış, ayrıca bir de Barcelona seyahati yapmıştık.
Barcelona kendine özgü bir İspanya kenti. İspanyanın Katalunya bölgesinde. Halkı kendini Katalan olarak niteliyor, hatta aralarında Katalanca konuşuyorlar. Kente damgasını vuran da mimar Antonio Gaudy. Gaudy, Barcelona’yı Barcelona yapan olağanüstü bir sanatçı / mimar. Şehrin her tarafında onun imzasını taşıyan muhteşem binalar var. Ayrıca Guel Parkı, içindeki yollar ve seramik banklar, dev kertenkele heykeli, şehrin içindeki La Piedrera binası, La Sagrada Famiglia Kilisesi, Yahudi mahallesi ve El Call sokağı ve sinagogu, La Rambla Caddesi, Chritobal Colone (Kolomb) Anıtı, Akvaryumu ve niceleri. Her birinin detaylarını görmek ve incelemek, günlerinizi alabilir. Barcelona’dayken iki kere de şehrin dışına çıkıp, Gerona, Figueres ve ayrıca otobüse binip Andorra’ya gitmiştik.
Andorra bağımsız bir prenslik ülkesi. Pirene Dağları arasındaki vadilerden oluşuyor. Minicik bir yer. Eski bölümü “Barry Antic” çok eski bir mahalle ve içinde dairesel Saat Kulesi bulunan Romanesque Santa Colana Katedrali var. Kayak merkezleri olan ve vergiden bağımsız serbest gümrüksüz alışverişi teşvik eden alışveriş merkezleri, kuyumcular ve şık butikleriyle, boylu boyunca uzayıp giden Meritxeli Caddesi, oranın yaşam alanı. Orası sonu gelmeyen bir çarşı gibi.
Gerona ortaçağda Yahudilerin yüzlerce yıl yaşadıkları ve kovuluş fermanı ile terk etmek zorunda kaldıkları bir şehir. Orası buram buram Yahudi tarihi ile dolu bir yer. Ayrıca önemli din bilgini ve düşünürü Nahmanides’in (1194-1270) -“RANBAM”, ”Rabi Moşe ben Nahum” veya Bonastruc Ça Porta” adlarını taşıyan çok ünlü Yahudi din bilgini- şehri. Orada “PATRONAT CALL DE GİRONA” adlı ”Yahudi Tarihi Müzesi”, labirent gibi loş ve eski ortaçağ mahalleleri, eski Yahudi birimleri ile tarihi şehir. Aslında o yerin hakkının verilmesi için en az iki gün lazım ama yine de oralara gidebildiğim için kendimi iyi hissederim.
Figueres şehri ise ünlü sürrealist ressam Salvador Dali’nin doğduğu ve daha sonra ömrünün son yıllarını tamamladığı bir bölge. Oradaki Salvador Dali Müzesi muhteşem. İçinde onun en ikonik eserlerini barındırıyor. Dudak biçimindeki kırmızı kanepesi orada sergileniyor. Binanın dış cephesi de masal gibi. Bir kaleyi andıran binanın burçları dev yumurtalar şeklinde tasarlanmış. Adamın evi de, müzesi de kendi gibi uçuk ve orijinal. Garajında siyah arabası bile duruyor.
Barcelona seyahatinden sonra, dönüşte çok uzun zaman oralarda gördüğüm sanatsal binalar ve eserler gözlerimin önünden gitmemişti. O yıllar sık sık, fakat kısa süreli seyahatler yapıyorduk. Sanırım o yılın sonbaharında Hollanda, Luxembourg ve Belçika’ya gitmiştik. Bu gezide de tur grubunda tesadüfen karşımıza Viki ve İbrahim Özsezikli çifti çıkmıştı. Onlarla turun serbest günlerinde birlikte gezerdik.
Hollanda’nın en önemli şehri Amsterdam’dır. Amsterdam güzel bir şehirdi. Aynı Venedik gibi orası da tipik bir kanal şehriydi. Amstell Nehrinin iskelelerinden binilen motorlarla, nehrin kanalları arasında gezinip, rehberin eşliğinde şehrin tümünü görebiliyordunuz. O kanallarda tekne evler vardı. Bazı insanlar teknelerde yaşarlar. Teknenelerin pencerelerinde, gerçek ev gibi dantel perdeler ve çiçek saksıları vardı. Binaların hepsi tarihiydi ve çok iyi korunuyorlardı. Portekiz sinagogu, Anne Frank’ın evi, Van Gogh Müzesi ziyaret ettiğimiz yerler arasındaydı. Amsterdam’daki kraliyet sarayının tam karşısından girilen Red Light Sokağı gerçek bir seks mahallesiydi. Binaların girişlerindeki vitrinlerde olağanüstü güzelliğe sahip fahişeler kendilerini vitrinlerde pazarlıyorlardı. Tiyatro binalarında, seks gösterileri sunuluyordu. Gerçekten cinselliğin bu kadar estetik sunulduğu bir yeri bir daha görmedim diyebilirim. Amsterdam’da uyuşturucu, içki ve cinsellik içeren her türlü satış ve gösteri serbest. Sanırım bu yüzdendir ki şehirde bu uğurda cinayetler işlenmiyor. Şehrin içinde suç unsuru sayılmadığı için ve herkesin elinin altında erişilebilir olduğu için, şehir kan ve cinayet kokmuyor. Yollar bisikletlerle dolu. Devlet yöneticileri bile işlerine bisikletle gidiyor. Neredeyse herkes mükemmel İngilizce ve Almanca konuşuyor. Oradan günlük turlarla Rotterdam’a, Delpht’e, La Hay, ve Madurodamm’a gitmiştik.
Rotterdam aşağı doğru kayan pencereli binalar ve şık caddeleri ve limanı ile, çok pırıltılı bir şehir. Parklarındaki nehirlerin kopmuş damarları olan derelerde yeşil başlı alaca renkli ve bembeyaz ördekler ailece yüzüyorlar. Delpht şehri mavi beyaz porselenlerin yapıldığı bir küçük bölge. Bütün şehirde mavi beyaz porselen atölyeleri ve satış mağazaları var. Maduradamm, Avrupa’nın ilk minyatür şehrinin yapıldığı park. Savaşta oğullarını toplama kampında kaybeden Curacao’lu Madura ailesinin, Holokost’tan sonra oğullarının anısına yaptırdıkları bir minyatür şehir. Amsterdamı’n bütün şehrini, havaalanı dahil olmak üzere, tüm önemli binalarıyla birlikte küçücük boyutlarda örneğin 1 metre veya 1.20 cm yüksekliğinde yapmışlar. Orada gezerken kendinizi Lilliput Ülkesindeki Gulliver olarak hissedebilirsiniz. La Hay şehri ise başkent, esas krallık sarayı, bakanlıklar ve elçilikler orada. Hepsi de yüzlerce yıl önce inşa edilmiş muhteşem konutlar. La Hay’ın dışındaki bir mandırada dünyaca meşhur Hollanda peynirlerinin yapımını anlatan çiftçiler, tahta sabolarıyla dolaşıp bize peynirler hakkında bilgiler vermişlerdi. Hollanda, pastoral, sakin, mutlu bir ülke.
a
Gittiğimiz ikinci ülke ise Lüksemburg’du. Orası da zengin, huzurlu ve düzenli minik bir prenslik. Pazar gününe denk geldiğinden bütün dükkanlar kapalı olsa da, şehir meydanındaki tüm güzel lokantalar açıktı. Pazar ayininden katedralden çıkan şık aileler, büyükten küçüğe hep birlikte Pazar günü öğle yemeği için buraları doldurmuştu. Her ailenin yaşlılarının yanı sıra, mama sandalyelerinde oturan güzel bebekler ve aileleri, bir tablo kadar güzellik saçıyorlardı. Büyük şehir meydanının ara sokaklarında sayısız Türk dönercileri vardı. Hepsinin sahibi ve çalışanları Türk’tü. Orada yemek yemiştik. David dönerleri görünce başka yerde yemek istememişti. Orada olduğumuz iki gün boyunca hava o kadar soğuktu ki donduğumu hatırlıyorum.
Belçika’nın başkenti Brüksel ise çok güzel, fakat çok formel bir şehir. Yine şehrin tam merkezindeki büyük meydan, çok tarihi. Çepeçevre katedral, kiliseler ve eski, özellikle art noveau binalarla süslü. Binaların ön yüzlerinde heykeller fışkırıyor Alt katların ve girişlerin çoğu cafe ve çikolata dükkanları. Belçika çikolataları birer ziynet gibi pahalı ve müthiş lezzetli. Kafelerde oturulduğuna baş döndürücü güzel kahve, çikolata ve kremalı pastaların rayihaları ile kendinizi mutlu hissetmemeniz olası değil. Benim gibi bir çikolata canavarı için zevkten ölmemek çok zor. Zaten beni kitap, klasik müzik ve çikolata ile çok çabuk tavlayabilirsiniz. Bunun yanında, edebiyat ve tarih bilgisiyle bezenmiş, ince ve kıvrak bir zekanız varsa, beni benden alabilirsiniz.
Belçika böylesi özelliklere çokça sahip, çok gelişmiş bir ülke. İnsanları zarif, terbiyeli, meydanın tam arka paraleli harika balık ve deniz ürünleri ile meşhur restoranlarla dolu. Orada bir çeşme olan ve çişini yapan çocuk heykeli var. Bu arsız küçük oğlan heykel, bütün gün küçü pipisi ile etrafını suluyor. Bu heykel Brüksel’in sembolü. Pırıl pırıl bronzdan yapılmış. Avrupa Birliği Merkez Binası da orada.
Bence Belçika’nın en güzel şehirlerinden biri, Brugge. Oraya trenle gitmiştik. Orada 800 yıllık evler var. Sokaklardan tarih ve renk fışkırıyor. Yollar yemyeşil çiçekler içinde. Parklarının içinden dereler akıyor. Ördek aileleri şen şakrak yüzüyorlar. Katedralin önünde rengarenk ponponlar ve püsküllerle süslenmiş at arabaları, turistleri bindirip şehir turu yaptırıyorlar. Her şey o kadar güzel ki nereye bakacağınızı şaşırıyorsunuz. Bütün binalar tarihi. Hepsi 1200 ila 1400’lü yıllarda inşa edilmişler. Tam bir ortaçağ şehri. Tarihi Belediye Binasının bazı büyük salonları halka açık. Duvarlarında yüzlerce yağlı boya tablo var. Orada uzun bir süre yaşamış olan Hollanda’lı, Flaman Rönesans ressamı Pyotr Brueghel’in (1525-1564) tabloları da var. Bu ressamın tablolarının tümüne yakını peyzaj çalışmaları ve köy betimlemelerinden oluşmuştur.
Bu seyahatler gerçekten çok güzel ülkeleri içine alan gezilerdi. Sanırım o zamanlar bütün gün yol tepecek kadar gücümüz kuvvetimiz de vardı. Gece otele vardığımızda, nasıl yorgun bir şekilde deliksiz bir uyku uyuduğumuzu söylemeye gerek yoktur sanırım.
İngiltere’den bağımsızlığını elde eden Mısır’ın ilk Kralı I. Fuad ve kendisinden 26 yaş küçük olan ikinci eşi Nazlı Sabri’nin aylardır beklediği gün gelmişti. 1921’in 5 Kasım sabahında İskenderiye’de dünyaya gözlerini açan Fevziye bebek dillere destan güzelliğiyle adını tüm dünyaya duyuracaktı. Daha sonra Mısır kralı olacak I.Faruk’tan sonra gelen dört kız kardeşin en büyüğüydü. Doğduğu günden beri sıkı bir eğitim sürecinden geçti, sarayda yabancı bakıcılar tarafından büyütüldü. Üniversite okumak için İsviçre’ye gitmeden önce, sarayda yabancı dil ve müzik dersleri aldı. Arapçaya ek olarak akıcı bir şekilde Fransızca ve İngilizce de konuşabiliyordu. İsviçre’ye gittiğinde yolu İran Şahı Rıza Pehlevi’nin oğlu Muhammed Rıza Pehlevi ile kesişecekti. Üstelik Pehlevi onun hayatının dönüm noktalarından birinde başrolde olacaktı. İsviçre’den ülkesine döndükten sonra, alınan bir kararla hayatı altüst oldu. 18 yaşına kadar mutluluk içinde geçen ömrünün geri kalanında Fevziye’yi acı dolu günler bekliyordu.
İRAN ŞAHININ OĞLUYLA EVLENMEYİ KABUL ETTİ
1900’lü yılların ilk yarısında, İran Şahı Rıza Pehlevi kendisine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ü örnek alıyordu. Atatürk’ün inkılapları ve ileri görüşlülüğü, İran Şahı Pehlevi’nin ülkesinde yapacağı atılımlar için her zaman rehberlik etmişti. Atatürk yaptıkları bir görüşmede, Pehlevi’ye, Ortadoğu'da iki güçlü ülkenin bir akrabalık bağı kurmasının bölge için çok iyi sonuçlar verebileceğini söylemişti. O dönem Ortadoğu'da, 1.Faruk yönetimindeki Mısır hızla gelişiyor ve modernleşiyordu. İran Şahı Pehlevi, işlerin pek iyi gitmediği ülkesi için Mısır ile akrabalık kurmanın mantıklı olabileceğini düşünerek Veliahtı Muhammed Rıza Pehlevi’ye bu fikri açıkladı.
Genç prens, babasının düşüncesine sıcak bakınca, Mısır prenseslerinin fotoğrafları genç veliahta gösterildi. Aslında İranlı bir kıza aşık olan veliaht prens, Mısır prensesi Fevziye’yi bir İngiliz dergisinin kapağında görünce onunla evlenmek istedi. O sırada eğitimini tamamlayıp ülkesine dönen, daha sonradan güzelliği nedeniyle ‘Asya Venüsü’ lakabıyla tanınacak olan Fevziye ise sıkıcı bulduğu saray hayatına uyum sağlamaya çalışıyor ve hayatını değiştirebilecek hayaller kuruyordu.
MISIR PRENSESİ İRAN KRALİÇESİ OLDU
İki ülke arasındaki hazırlıklar iki tarafın da onayıyla hemen başlatıldı, Muhammed Rıza ve Fevziye düğünden önce birbirlerini sadece nişan töreninde görmüşlerdi. Eğitimli ve dünyalar güzeli prensesin hayatı artık değişiyordu. Mısırın son prensesi ve İran’ın ilk imparatoriçesi Fevziye ve Muhammed Rıza, 40 gün 40 gece süren törenlerle 15 Mart 1939’da Kahire’de Abdeen Sarayı’nda evlendi. Prenses Fevziye’nin acıklı günleri işte tam da bu evlilikle başladı.
Çiftin çocukları, evliliklerinden yaklaşık bir buçuk yıl sonra dünyaya geldi. Takvimler 27 Ekim 1940’ı gösterdiğinde, Fevziye ve Veliaht Muhammed Rıza Pehlevi, Şehnaz adını verdikleri kız çocuklarını kucaklarına aldı. Evliliğin mimarı olan İran Şahı baba Rıza Pehlevi ise saltanatının son yılındaydı. Minik Şehnaz henüz 11 aylıkken, Prens Muhammed Rıza Pehlevi, babasının tahttan çekilmesiyle İran Şahı oldu. Takip eden yılda Kraliçe Fevziye’nin İngiliz fotoğrafçı Cecil Beaton tarafından çekilen fotoğrafı, dönemin ünlü haber dergisi ‘Life’ın 21 Eylül 1942 tarihli sayısının kapağı oldu.
KIZ ÇOCUK DOĞURDUĞU İÇİN SEVİLMİYORDU
Tüm gözler onun üzerindeydi ancak Fevziye mutlu değildi. Ortadoğu’nun en gelişmiş kentlerinden biri olan Kahire’den sonra Tahran, ’Asya Venüsü’ne hiç de cazip gelmiyordu. Şehrin yolları toprak, binalar ve evler demode, Gülistan Sarayı ise büyük bir villadan ibaretti. Kraliçenin İran’ın iklimine alışamaması nedeniyle sağlığının bozulması ve Şah’ın başka kadınları alenen Gülistan Sarayı’na getirerek kendisini aldatması gibi sebepler evliliğin bitmesi için aslında yeterliydi. Üstelik dillere destan güzelliği ve hüzünlü bakışlarıyla herkesi büyüleyen Fevziye, erkek yerine bir kız çocuğu doğurması nedeniyle, sarayda ve saray dışında da sevilmiyordu. Kayınvalidesi ve görümceleri ona çok kötü davranıyorlardı. Bu sıkıntılı günlerin ardından boşanmaya karar verdi. Takvimler 1945’i gösterdiğinde boşanmak için başlatacağı işlemlerin yeterli olacağını düşünüyordu. Ancak hesap edemediği çok önemli bir şey vardı.
BAŞINA GELECEKLERDEN HABERSİZDİ
Kızı Şehnaz’ı alıp Kahire’ye dönmeye karar verdi. Kocasi Şah Pehlevi, eşinin bu isteğine karşı çıkmamış ve kabul etmişti. Fevziye ummadığı bu kabulden sonra çok sevinmiş ve mutlu olmuştu. Fakat işler hiç de Fevziye’nin düşündüğü gibi kolay değildi. Kraliçe olduğu İran’dan, prenses olduğu Mısır’a dönmek istiyordu.
Kızıyla birlikte uçağa binen ‘Asya Venüsü’ artık Kahire uçuşunun başlamasını bekliyordu. Şah kızıyla uzun uzun vedalaşmıştı. Uçak henüz kalkmadan Şah arabasının içinde hala pistteydi. Protokol Şefi’ni uçağa göndererek kızı Şehnaz’ı son bir kez öpebilmesi için izin istedi. Fevziye kızını muhafıza verdi ve kızının, babası Şah’la son bir kez vedalaşması için gitmesine izin verdi.
FİLM GİBİ SAHNE
Minik Şehnaz uçaktan inince uçağın kapıları hızla kapatıldı ve Şah Pehlevi’nin emriyle Fevziye, kızı olmadan Kahire’ye yola çıkarıldı. Kocasının kurduğu tuzağı çok geç fark eden ve durumdan hiç şüphelenmeyen Fevziye’nin kızıyla yaşadığı yıllar süren ayrılığı işte bu film gibi sahneyle başladı. Uçakta haykırdı, kendini yerlere attı. Pilota geri dönmesi için yalvardı. Fakat emir kesindi. Şahın emrine kimse karşı gelemezdi. Kızı olmadan Kahire’de mutsuz günler geçirmeye devam eden Fevziye, kendisine büyük acı yaşatan kocası Muhammed Rıza Pehlevi’den resmi olarak ancak 17 Kasım 1948’de boşanabildi. Şah Pehlevi, Fevziye’den boşandıktan sonra önce Süreyya Bahtiyari ile, sonra ise Farah Diba ile evlendi.
KIZINA HASRET KALDI AMA PES ETMEDİ
Prenses Fevziye Fuad, Şah’tan boşandıktan beş ay sonra 28 Mart 1949’da Kahire’deki Kubbe Sarayın’da Çerkez asıllı diplomat ve 1. Faruk’un yaveri İsmail Şirin ile evlendi. Çiftin bir kızı ve bir oğlu oldu. 1952’de ağabeyi Kral Faruk tahttan indirilip sürgüne gönderilince, cumhuriyet ilan edildi ve kraliyet ailesi ülke dışına çıktı. Ancak ailesinin aksine Fevziye doğup büyüdüğü Mısırda kalmayı tercih etti.Kalan ömrünü İskenderiye ve Kahire’de geçirdi. 1994’te eşi, 2009’da ise kızı Nadia öldü. Dünyalar güzeli Mısır prensesi Fevziye’nin ihtişamlı hayatı, böyle hazin bir biçimde sona erdi.
Henüz 6 yaşındayken yollarının ayrıldığı kızı Şehnaz’la yıllar sonra İsviçre’de bir araya geldi. Kızı Şehnaz annesine mesafeliydi. Kızı onunla bir bağ oluşturmaya hevesli değildi. İkili birkaç kez buluşmalarına rağmen soğukluk ortadan kalkmadı. Fevziye bu durumu kabullenmek zorunda kaldı. Yaşadığı büyük hasret ve acıya rağmen hiçbir zaman pes etmedi
Fevziye yaşadığı zorluklara rağmen kararlı duruşu ve güçlü karakteriyle günümüzde de birçok kadına ilham kaynağı olmayı sürdürüyor.
Fevziye 2 Temmuz 2013 tarihinde Mısır’ın İskenderiye şehrinde, 92 yaşındayken hayata veda etti.
Çocukları: İran prensesi Şehnaz Pehlevi. Ardeşir Zahidi ile evlendi ve Zahra Mahnaz adında bir kızı oldu,
İkinci eşinden; Nadia Şirin, Hüseyin Şirin Efendi.
Kaynak: Wikipedia