GÜZELLİĞİ DİLLERE DESTANDI! MISIR PRENSESİ VE İRAN KRALİÇESİ FEVZİYE’NİN YÜREK BURKAN HAYATI
KADIKÖYLÜ KÜÇÜK SARA -60-
Londra’da geçen günler gerçekten çok güzeldi. Hyde Park, Covent Garden, Marble Arch, Madame Tussaud Müzesi, Westmister Abbey, London Eye, St.Paul Katedrali Camden Place, Notting Hill, Porto Bello, Londra Köprüsü ve Big Ben, Sinagog ve Yahudi Müzesi ve geceleri gittiğimiz müzikaller ile günler kuş gibi uçtu ve eve döndük.
2000’li yılların başında artık Türk Yahudi Cemaati Avrupa Yahudi Günü’nü, İstanbul’da hayata geçirmeye başladığının ilk yılında Neve Şalom Kültür Merkezinin salonunda Erensya Sefaradi Grubu olarak bir konser vermiştik. Konser sonrası CNN Türk Televizyonu günün anlamıyla ilgili olarak bizimle ufak bir röportaj yapmış ve bu aynı gün televizyonda yayınlanmıştı. Ertesi yıl, bu sefer yine Avrupa Yahudi Günü çerçevesinde bu defa da Schneidertemple Kültür Merkezi’nde bir konser vermiştik. Sanırım 2002 yılında da Bulgaristanı’n Plovdiv şehrinden yine Avrupa Yahudi Kültür Günü için bir konser vermeye gitmiştik. Orada da gazeteciler ve TV kameraları çekim yapmışlardı. Ertesi gün Plovdiv’in yerel gazetesi olan “Maritza”nın, baş sayfasının yarısını kaplayan bir resmimleni birlikte konser haberini yayınlamışlardı.
Plovdiv çok şirin bir Bulgar şehri olup, Osmanlı döneminde adı Filibe idi. Şehrin merkezi artık çok modernleşmesine rağmen, şehrin arka ve eski bölgesi hala antilığını koruyor. Hafif yokuşlu Arnavut kaldırımlı sokakaları,Osmanlı zamanından kalmış camisi, hamamı ve hanı hala ayakta. Birkaç Türk evi, cumbalı mimarileri ile hala yaşıyorlar. O dönemin kaymakam binası mini bir müze haline getirlişmiş. Eski bölümün meydanında, sanatçılar yaptıkları eserleri sokaklarda sergiliyorlar. Etrafta otantik Bulgar lokantaları var. En çok yenen mezelerinden biri ise közlenmiş frenk biberinin içine yayılan kırmızı biber ezme peynirin fırına verildikten sonra sıcak sıcak yenen bir lezzet. Bir pastanede ise, küçükken Rum asıllı NUR Pastanesi’nden, annemin bana aldığı çikolata kuyruklu, koca kulakları olan fare pastalardı. Bunlara Bulgarca Pondikaki diyorlar. Kadıköylü küçük Sara hemen eskilerin Nur Pastanesi'ne gitti ve tabağına konan iki pondikakiyi midesine indirdi. Tabii ki önce kulaklarını ve kuyruklarını yemek şartıyla.
Biz henüz Plovdiv’de iken, İsrael’deki kuzenim Yitshak ve eşi Dalya’nın o sırada Varna’da olduklarını öğrenince ona telefon edip, Varna’ya geleceğimi söylemiştim. Varna’ya varınca şehrin tam merkezinde Odesos adlı bir otelde kalmıştık. Son derece heyecanlıydım. Anneannem Sara Krispin Sason’un ve oğlu Onkle Yosef’in yaşadıkları, kuzenlerim Yitshak ve Moşe Sasson’un doğup büyüdükleri yerleri görmek beni çok heyecanlandırıyordu. Kuzenim Altın Kum Sahilleri’nde, bir otelde kalıyordu. Otele yerleştikten sonra hemen bir taksiye binmiş onları kaldığı yere gitmiştik. Kuzenimle Bulgaristan’da buluşmak çok keyifliydi. O günü birlikte geçirmiş, sonra Varna’nın merkezine geri dönmüştük. Varna’da parklar kocaman ve yemyeşildi. İçinde asırlık ağaçlar vardı. Parkın bir köşesinde kurulan bir sahnede folklorik kıyafetlerini giymiş bir kız öğrenci grubu otantik Bulgar Halk Şarkılarını seslendiriyorlardı. İk defa gittiğim bu şehir beni çok sarmıştı. Etraf harika lokantalar, modern dükkanlar ve parklarla doluydu. Parkların içinde irili ufaklı modern bronz heykeller vardı.
Aynı yıllarda ekim ayında bir Venedik seyahati yapmıştık. Bu seyahatte tesadüfen Beki Ruso ve Sami Kumru çiftiyle karşılaşmıştık. Bazı programlarımızı birlikte yapıyorduk. Mesela bir gün kanalları dolaşmak üzere birlikte gondola binmiştik. Sonra birlikte gittiğimiz bir restoranda risotto yemiştik. Diğer bir gün ise yine birlikte Venedik Getto’suna gitmiştik. Her tarafını gezdikten sonra, eski Sefarad Sinagogu’na gitmiş ve Şabat Arvit duasına katılmıştık. Beki Ruso ile birlikte kadınların bölümü olan 'azara’da oturmuş, yüksek kafeslerin arasından aşağıyı izlemiştik. Çıkışta bir Yahudi pastanesinden büyükçe şekerli biskoçolar almış, oturduğumuz bir cafede, espresso eşliğinde biskoçoları yerken gözlerimiz yaşlanmıştı. Aldığımız tatlar ve kokular, bizi çocukluğumuzun akşamüstü kahvesi saatlerine götürmüştü. O gece daha evvel biletlerini aldığımız büyük ve antik bir kilisede Vivaldi’nin 4 Mevsim Konçertosunu dinlemiştik. Venedik tılsımlı bir yer. Bir gün tekrar dönmek üzere yola çıkmıştık.
Turun diğer ayaklarından bir tanesi Verona şehriydi. Verona Shakespeare’nin yazdığı Romeo ve Jülyet adlı eserinin geçtiği şehirdir. Orada ziyaret ettiğimiz Jülyet’in evi çok romantikti. Bahçesinde Jülyet’in bronz bir heykeli vardı. İncecik belli, narin kızın heykelinde öne çıkmış belirgin olan göğsünü okşamak meğerse bir adetmiş, bundan ötürü göğsü altın gibi parıldıyordu. Koral rengi ev ve meşhur balkonu insanı hayal alemine sürüklüyordu. Şehir meydanında Mussolini’nin meşhur balkon konuşmasını yaptığı hükümet binası vardı. Ayrıca her yıl yapılan Verona Müzik Festivalinin meşhur anfiteatrosunu da ziyaret etmiştik.
Turun son durağı Floransa’ydı. Bu oraya ikinci gidişimizdi. Floransa tipik bir Rönesans şehridir. Anlatmakla bitmez. Bu sefer şehrin farklı yerlerini görmeye gayret etmiştik. Şehir halkı çok şık ve rafine insanlardı. İtalyanca konuşmalar ve dialektleri bile soyluydu. Oradaki son günümüzde Dante’nin evinin yanındaki Dante Kilisesi'nde bir org konseri dinlemiştik. Müzik o kadar ilahi ve etkileyiciydi ki, kendimi ortamın ve müziğin akışına bırakmış zamanın içinde eriyip akmıştım.
Yıllarını çok net hatırlamamakla birlikte, çok şükür hala gittiğimiz bu olağanüstü seyahatler gözümden hiç silinmediler. 2002 yılının Haziran ayında Hay artık 11. sınıftayken, İsviçre seyahatine çıkmıştık. Önce Zürih’e inmiştik. Zürih çok şık, çok ciddi ve çok bakımlı bir İsviçre şehriydi. Bu şehirde Almanca konuşuluyordu. Geniş ve lüks caddeler,yol boyunca sık sık karşınıza çıkan heykellerin ağzından fışkıran su çeşmeleriyle, bankalar ve meşhur saat markalarını satan dükkanlarla doluydu. Parklar müthişti. Yüksek gotik manastırlarla bezenmişti. Gittiğimiz Monster Kilisesi’nde Marc Chagall’in vitraylarıyla her taraf bezeliydi. İlginç bir biçimde, bu vitraylarda hep Tora’dan alınmış sahneler vardı. Zürih’teki müze de çok değerli eserlere sahipti. Müzede Herman Hesse’nin dönemsel edebiyat sergisi vardı. Sergide onun el yazmaları ve kitapları sergileniyordu. Özellikle SİDDARTHA adlı kitabından seçilmiş bazı cümleler büyük panolarda kendi el yazısı ile sergileniyordu.
İsviçre şimdiye kadar gittiğimiz en pahalı ülkeydi. İngiltere solda sıfır kalmıştı. En pahalı içki içme suyuydu. Eşim “şampanya iç ama, su içme diyordu”. Ama ne yazık ki ben tipik bir su canavarıyım. David “uçak parasına yakın su parası harcadık” diye dalga geçiyordu. Orada en çok sevdiğim şey Sprüngli adlı pastaneden Truffle pasta yemekti. Çaktırmadan her gün bir tanesini zevkle mideme indirmiştim. İkinci şehrimiz Zürih tren istasyonundan binip gittiğimiz Cenevre şehriydi. Cenevre’de sadece Fransızca konuşuluyordu. Burası kültürel olarak daha yumuşak bir görünüşe sahipti. Leman Gölü ve çevresi çok şık ve tarihiydi. Gölün kenarındaki teknelere binip Leman Gölünü çevreleyen bütün tarihi köşkleri ve tarihi binaları anlatan rehberi kulaklıklarla dinleye biliyordunuz. Gölün kenarındaki Hotel De La Paix, Avusturya-Macaristan Kraliçesi Sissi’nin konakladığı ve oteli önünde bir anarşist öğrenci tarafından bıçaklanıp öldürüldüğü yer vardı. Tam o yerde kraliçenin bir heykeli vardı. İncecik belli, biblo kadar güzel Sissi (Elizabeth) ne yazık ki hayatını böyle trajik bir şekilde kaybetmişti. Cenevre’nin her yeri pırıl pırıl ve çok güzeldi. Parklarda okul öğrencilerinin, yıl sonu konserlerini dinleyebiliyorduk. Merkezdeki büyük katedralde muhteşem bir Bach konseri dinlemiştik.
Cenevre’den bindiğimiz trenle bu sefer de Luganoy’a varmıştık. Lugano tipik bir İtalyan şehri gibiydi ve sadece İtalyanca konuşuluyordu. Çok özeldi. Geniş şehir meydanında post modern heykeller vardı. Yarım suratlar, iç içe geçmiş aşk kokan kafalar, boşluğa uzatılmış ayaları boş olan eller, bir bankta oturmuş, kafasız bir erkek heykeli… ilk gittiğimiz gün oradaki Fenikülere binmiş, Lugano’nun yükseltilerine çıkmıştık. Lugano Gölünün kenarındaki Ship a-Hoy adlı teknelere binip tüm Lugano’yu gölün içinden çepeçevre görmüştük. Lugano, şık, huzurlu bir refah beldesiydi. Bir pazar günü otelimizden çıkıp, yol aşağı doğru meyillenen Ouchy caddesinden aşağı inmiş ve sonunda limana varmıştık. Oradan bindiğimiz bir tekneyle Evian kasabasına gitmiştik. Karşıdan yükselen Sion Dağları görünüyordu. Tam limanda bir müze vardı. O gün ayrıca bir de kişisel sergi açılışı da vardı. Müzeye gittik, sergide ve müzede geçen iki saat zarfında kendimizi unuttuk. Aslında düşündüğüm zaman Avrupa’nın her tarafı, irili ufaklı tüm şehirleri, kendi içlerinde sanat ve tarih barındırır. Avrupa bitip tükenmeyen bir su kaynağı gibidir. Lugano’dan trene binip yeniden Zurih’e döndük. Oradan da uçağa binip istanbula geri dönmüştük.
O yaz Ulus Özel Musevi Lisesi’nde Hay’ın diploma töreni olmuştu. Lisya ve Soni de İsrael’den diploma töreni için İstanbul’a gelmişlerdi. Soni çok heyecanlıydı. Kardeşi diplomasını alırken sevinç gözyaşları yanaklarından aşağı süzülüyordu. Açıkça söylemem gerekirse Soni’nin, Hay’ın üzerindeki hakkı inkar edilemez. Altı buçuk yaş araları olduğu ve Soni’nin doğuştan gelen olgunluğu, Hay’ın büyümesi sırasında çok etkili olmuştur. Hay bizden ziyade, Soni’den daha çok çekinirdi ve ona farklı bir önem yüklerdi.
O gün yanımızda tabii ki sevgili aile dostumuz Yusuf Altıntaş ve özellikle lise yıllarında büyük bir özveri ve sevgiyle Hay'a matematik çalıştıran, onu çok korktuğu ve kabusu olan matematikle mücadelede yanlız bırakmayan dünürümüz, Violet ve Yusuf da vardı. Onlar, bizim ufaklığın gün gün büyümesine ve gelişmesine şahit olduğuklarından, şimdi cüppesi ve kepiyle karşısında duran delikanlıdan gözlerini alamıyorlardı. Hay okulunda çok iyi özelliklere sahip olmuştu. Felsefe ve tarih onu kendi derinliklerine çekmişti. Çok iyi İngilizce ve mükemmele yakın İbranice konuşabiliyordu ve artık İsrael’e gidip aliya yapmaya hazırdı. Zaten Kudüs İbrani Üniversitesinden kabulünü almıştı. Nasıl söylesem Hay’ın diploma töreninde artık çok duygusal değildim. Sanki aynı filmi yeniden görecektim ama içimde soru işaretleri ve telaş yoktu. Çünkü Soni 18 değilken oraya gittiğinde bir bilinmeyene gidiyordu ve bir anne olarak bunu sindirmeye çalışmak hiç kolay değildi. Oysa Hay, abisinin kanatları altına gidiyordu. Oraya o kadar çok gitmişti ki, kendini İsrailli hissediyordu. Her yıl mesleki stajlar için bazı İsrailli profesörlerin yanında staj yapardı. Bu iki aylık ziyaretlerin, bir ayında Soni’lerin evinde kalırdı. Dört bir yanda tanışıklıkları vardı. Yani benim duygularım, sadece minik burunlu tatlı Hay Eytan’ın evimizde yaratacağı boşluk ve özlem olacaktı. Gerisi için hiç sıkıntılı değildim. Aslında yaşam yolunda insan tecrübeleri, acıları ve özlemleriyle yüzlerce kere pişip yanıyor zaten.
İngiltere’den bağımsızlığını elde eden Mısır’ın ilk Kralı I. Fuad ve kendisinden 26 yaş küçük olan ikinci eşi Nazlı Sabri’nin aylardır beklediği gün gelmişti. 1921’in 5 Kasım sabahında İskenderiye’de dünyaya gözlerini açan Fevziye bebek dillere destan güzelliğiyle adını tüm dünyaya duyuracaktı. Daha sonra Mısır kralı olacak I.Faruk’tan sonra gelen dört kız kardeşin en büyüğüydü. Doğduğu günden beri sıkı bir eğitim sürecinden geçti, sarayda yabancı bakıcılar tarafından büyütüldü. Üniversite okumak için İsviçre’ye gitmeden önce, sarayda yabancı dil ve müzik dersleri aldı. Arapçaya ek olarak akıcı bir şekilde Fransızca ve İngilizce de konuşabiliyordu. İsviçre’ye gittiğinde yolu İran Şahı Rıza Pehlevi’nin oğlu Muhammed Rıza Pehlevi ile kesişecekti. Üstelik Pehlevi onun hayatının dönüm noktalarından birinde başrolde olacaktı. İsviçre’den ülkesine döndükten sonra, alınan bir kararla hayatı altüst oldu. 18 yaşına kadar mutluluk içinde geçen ömrünün geri kalanında Fevziye’yi acı dolu günler bekliyordu.
İRAN ŞAHININ OĞLUYLA EVLENMEYİ KABUL ETTİ
1900’lü yılların ilk yarısında, İran Şahı Rıza Pehlevi kendisine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ü örnek alıyordu. Atatürk’ün inkılapları ve ileri görüşlülüğü, İran Şahı Pehlevi’nin ülkesinde yapacağı atılımlar için her zaman rehberlik etmişti. Atatürk yaptıkları bir görüşmede, Pehlevi’ye, Ortadoğu'da iki güçlü ülkenin bir akrabalık bağı kurmasının bölge için çok iyi sonuçlar verebileceğini söylemişti. O dönem Ortadoğu'da, 1.Faruk yönetimindeki Mısır hızla gelişiyor ve modernleşiyordu. İran Şahı Pehlevi, işlerin pek iyi gitmediği ülkesi için Mısır ile akrabalık kurmanın mantıklı olabileceğini düşünerek Veliahtı Muhammed Rıza Pehlevi’ye bu fikri açıkladı.
Genç prens, babasının düşüncesine sıcak bakınca, Mısır prenseslerinin fotoğrafları genç veliahta gösterildi. Aslında İranlı bir kıza aşık olan veliaht prens, Mısır prensesi Fevziye’yi bir İngiliz dergisinin kapağında görünce onunla evlenmek istedi. O sırada eğitimini tamamlayıp ülkesine dönen, daha sonradan güzelliği nedeniyle ‘Asya Venüsü’ lakabıyla tanınacak olan Fevziye ise sıkıcı bulduğu saray hayatına uyum sağlamaya çalışıyor ve hayatını değiştirebilecek hayaller kuruyordu.
MISIR PRENSESİ İRAN KRALİÇESİ OLDU
İki ülke arasındaki hazırlıklar iki tarafın da onayıyla hemen başlatıldı, Muhammed Rıza ve Fevziye düğünden önce birbirlerini sadece nişan töreninde görmüşlerdi. Eğitimli ve dünyalar güzeli prensesin hayatı artık değişiyordu. Mısırın son prensesi ve İran’ın ilk imparatoriçesi Fevziye ve Muhammed Rıza, 40 gün 40 gece süren törenlerle 15 Mart 1939’da Kahire’de Abdeen Sarayı’nda evlendi. Prenses Fevziye’nin acıklı günleri işte tam da bu evlilikle başladı.
Çiftin çocukları, evliliklerinden yaklaşık bir buçuk yıl sonra dünyaya geldi. Takvimler 27 Ekim 1940’ı gösterdiğinde, Fevziye ve Veliaht Muhammed Rıza Pehlevi, Şehnaz adını verdikleri kız çocuklarını kucaklarına aldı. Evliliğin mimarı olan İran Şahı baba Rıza Pehlevi ise saltanatının son yılındaydı. Minik Şehnaz henüz 11 aylıkken, Prens Muhammed Rıza Pehlevi, babasının tahttan çekilmesiyle İran Şahı oldu. Takip eden yılda Kraliçe Fevziye’nin İngiliz fotoğrafçı Cecil Beaton tarafından çekilen fotoğrafı, dönemin ünlü haber dergisi ‘Life’ın 21 Eylül 1942 tarihli sayısının kapağı oldu.
KIZ ÇOCUK DOĞURDUĞU İÇİN SEVİLMİYORDU
Tüm gözler onun üzerindeydi ancak Fevziye mutlu değildi. Ortadoğu’nun en gelişmiş kentlerinden biri olan Kahire’den sonra Tahran, ’Asya Venüsü’ne hiç de cazip gelmiyordu. Şehrin yolları toprak, binalar ve evler demode, Gülistan Sarayı ise büyük bir villadan ibaretti. Kraliçenin İran’ın iklimine alışamaması nedeniyle sağlığının bozulması ve Şah’ın başka kadınları alenen Gülistan Sarayı’na getirerek kendisini aldatması gibi sebepler evliliğin bitmesi için aslında yeterliydi. Üstelik dillere destan güzelliği ve hüzünlü bakışlarıyla herkesi büyüleyen Fevziye, erkek yerine bir kız çocuğu doğurması nedeniyle, sarayda ve saray dışında da sevilmiyordu. Kayınvalidesi ve görümceleri ona çok kötü davranıyorlardı. Bu sıkıntılı günlerin ardından boşanmaya karar verdi. Takvimler 1945’i gösterdiğinde boşanmak için başlatacağı işlemlerin yeterli olacağını düşünüyordu. Ancak hesap edemediği çok önemli bir şey vardı.
BAŞINA GELECEKLERDEN HABERSİZDİ
Kızı Şehnaz’ı alıp Kahire’ye dönmeye karar verdi. Kocasi Şah Pehlevi, eşinin bu isteğine karşı çıkmamış ve kabul etmişti. Fevziye ummadığı bu kabulden sonra çok sevinmiş ve mutlu olmuştu. Fakat işler hiç de Fevziye’nin düşündüğü gibi kolay değildi. Kraliçe olduğu İran’dan, prenses olduğu Mısır’a dönmek istiyordu.
Kızıyla birlikte uçağa binen ‘Asya Venüsü’ artık Kahire uçuşunun başlamasını bekliyordu. Şah kızıyla uzun uzun vedalaşmıştı. Uçak henüz kalkmadan Şah arabasının içinde hala pistteydi. Protokol Şefi’ni uçağa göndererek kızı Şehnaz’ı son bir kez öpebilmesi için izin istedi. Fevziye kızını muhafıza verdi ve kızının, babası Şah’la son bir kez vedalaşması için gitmesine izin verdi.
FİLM GİBİ SAHNE
Minik Şehnaz uçaktan inince uçağın kapıları hızla kapatıldı ve Şah Pehlevi’nin emriyle Fevziye, kızı olmadan Kahire’ye yola çıkarıldı. Kocasının kurduğu tuzağı çok geç fark eden ve durumdan hiç şüphelenmeyen Fevziye’nin kızıyla yaşadığı yıllar süren ayrılığı işte bu film gibi sahneyle başladı. Uçakta haykırdı, kendini yerlere attı. Pilota geri dönmesi için yalvardı. Fakat emir kesindi. Şahın emrine kimse karşı gelemezdi. Kızı olmadan Kahire’de mutsuz günler geçirmeye devam eden Fevziye, kendisine büyük acı yaşatan kocası Muhammed Rıza Pehlevi’den resmi olarak ancak 17 Kasım 1948’de boşanabildi. Şah Pehlevi, Fevziye’den boşandıktan sonra önce Süreyya Bahtiyari ile, sonra ise Farah Diba ile evlendi.
KIZINA HASRET KALDI AMA PES ETMEDİ
Prenses Fevziye Fuad, Şah’tan boşandıktan beş ay sonra 28 Mart 1949’da Kahire’deki Kubbe Sarayın’da Çerkez asıllı diplomat ve 1. Faruk’un yaveri İsmail Şirin ile evlendi. Çiftin bir kızı ve bir oğlu oldu. 1952’de ağabeyi Kral Faruk tahttan indirilip sürgüne gönderilince, cumhuriyet ilan edildi ve kraliyet ailesi ülke dışına çıktı. Ancak ailesinin aksine Fevziye doğup büyüdüğü Mısırda kalmayı tercih etti.Kalan ömrünü İskenderiye ve Kahire’de geçirdi. 1994’te eşi, 2009’da ise kızı Nadia öldü. Dünyalar güzeli Mısır prensesi Fevziye’nin ihtişamlı hayatı, böyle hazin bir biçimde sona erdi.
Henüz 6 yaşındayken yollarının ayrıldığı kızı Şehnaz’la yıllar sonra İsviçre’de bir araya geldi. Kızı Şehnaz annesine mesafeliydi. Kızı onunla bir bağ oluşturmaya hevesli değildi. İkili birkaç kez buluşmalarına rağmen soğukluk ortadan kalkmadı. Fevziye bu durumu kabullenmek zorunda kaldı. Yaşadığı büyük hasret ve acıya rağmen hiçbir zaman pes etmedi
Fevziye yaşadığı zorluklara rağmen kararlı duruşu ve güçlü karakteriyle günümüzde de birçok kadına ilham kaynağı olmayı sürdürüyor.
Fevziye 2 Temmuz 2013 tarihinde Mısır’ın İskenderiye şehrinde, 92 yaşındayken hayata veda etti.
Çocukları: İran prensesi Şehnaz Pehlevi. Ardeşir Zahidi ile evlendi ve Zahra Mahnaz adında bir kızı oldu,
İkinci eşinden; Nadia Şirin, Hüseyin Şirin Efendi.
Kaynak: Wikipedia