MARİA VE JACKİE’NİN
AŞK ÜÇGENİNİN KARANLIK YÜZÜ
Kadıköy’lü Küçük Sara-59-
2001 yılı anlata anlata bitmiyor galiba. O yıl gerçekten oldukça hareketliymiş. O yaz adadayken belediyenin Ada Evi’nde de bir konser vermiştik. 1 Eylülde İnsan Hakları Derneğinin davetiyle AKM’de Dünya Barış Günü kutlaması çerçevesinde Erensya Sefaradi Grubu olarak sahneye çıkmış ve “La Pas”-‘Barış’ isimli şarkımızı söylemiştik. Aynı sahneyi Rum cemaatinden üçlü bir müzik grubu, bir Kürt grubu ve folklor grubu da paylaşmış, aynı zamanda değerli konuşmacılar günün anlamını içeren konuşmalar yapmışlardı.
O yıl evimize Hürriyet Gazetesinden gazeteci Emel Armutçu gelmiş ve bizlerle uzun bir röportaj yapmıştı. Bu söyleşi renkli bir fotoğrafla birlikte Hürriyet Gazetesi'nde tam sayfa yayınlanmıştı. Yine aynı sene Hürriyet Gazetesi'nden Şermin Terzi, Şalom Gazetesine gelmiş benimle Erensya Sefaradi ve Türkiye Yahudileri hakkında yine çok detaylı bir röportaj yapmıştı. Bir keresinde de Barcelona’dan gelen televizyon program yapımcıları evimize kameraları ile gelip çekimler yapmışlardı. CNN Turk kanalinin en önemli programlarından biri olan 5N 1K adlı programı için Erensya Sefaradi ile evimize gelem kameralar eşliğinde röportaj yapılmış ve şarkılarımızla birlikte Cüneyt Özdemir’in sunumunda yayınlanmıştı. O yıllar sürekli olarak radyo ve televizyonlarda canlı yayınlar için konuk oluyorduk.
https://www.hurriyet.com.tr/kelebek/508-yillik-mirasi-yasatiyorlar-39159509
Gazete yazılarım da tam gaz ilerliyordu. Bu arada çok güzel işlere de dahil oluyordum. Sanırım 2002 yazında gazete adına Bursa’ya gönderilmiştim. Hertzliya Belediye Başkanı, Bursa Belediye Başkanı'nı ziyaret edecek ve iki şehir protokol imzalayarak kardeş şehir olacaklardı. Bu törene İstanbul’dan İsrail Başkonsolosu Shlomo Shoham ve eşi Dalit, Hertzliya'dan belediye başkanı ve beraberindeki heyet, Ankara’dan İsrail büyükelçisi Zvi Elpeleg ve eşi ile maiyeti katılıyorlardı. O sabah erkenden yanıma David ve Hay’ı alarak arabamızla yola çıkmıştık. Sabah saat 10 gibi herkes Bursa Belediyesi'nin önünde hazırdı. Basın da kapıda bekliyordu. Ben Şalom Gazetesini temsilen belediye başkanının odasına alınan tek gazeteciydim. Karşılıklı konuşmaların ardından protokol imzalanmış, Bursa ve Hertzliya kardeş şehir olmuşlardı. Sonra hep birlikte iki ülke bayrağının olduğu salonda belediye başkanları basına demeç verip, resimler çektirmişlerdi. Benim foto muhabirim o gün eşim David’di. Tüm muhabirlerle birlikte o da bir sürü resim çekmişti. Kalabalık dağıldıktan sonra belediyeden bir yetkili İsrail grubunu, konsolos ve büyükelçi ile bizi de yanlarına alıp şehrin birkaç noktasını gezdirmişlerdi.
Hay Ulus Musevi Lisesi’nden öğrendiği ve kendi kişisel gayretiyle geliştirdiği İbranicesi ile kendini tüm İsraillilere hemen sevdirmişti. Sohbetimiz gitgide koyulaşmıştı. Bizleri önce Bursa Geruş Sinagoguna ve Yahudi sokağına götürdüler. İlk defa gördüğüm bu sinagog beni çok etkilemişti. Ardından tarihi İskender Kebapçısına götürülmüş, Bursa’nın dünyaca meşhur İskender kebabından ve diğer lezzetlerinden tattırılmıştı. Sanırım grupta kaşerut problemi olmadığından herkes nefis tabakları afiyetle yemişti. Ardından Bursa’nın önemli ipek fabrikalarından birine götürülmüş, uzun uzun verilen bilgilerden sonra fabrika satış mağazasında süre mola vermiştik. Sonraki durak Uludağ Üniversitesi idi. Orada rektörün odasına kabul edilmiş ve kahveler eşliğinde ağırlanmıştık. Bu esnada David durmaksızın resim çekiyor, benim teybim de bütün konuşmaları kaydediyordu. Dönüş yolunda da kestane şekeri, pişmaniye ve zeytin satılan dükkanlara gidip hediyelik alışverişleri yapılmıştı. O hafta çıkan Şalom Gazetesinde tam sayfa Bursa izlenimlerim ve röportajlarım yayınlanmıştı. Bunlar da gazeteciliğin tatlı taraflarıydı. Hertzliya Belediye Başkanı o gün bana batik boyalarla resmedilmiş mavi ipek bir fular ve Hertzliya Belediyesinin arması olan koyu mavi bir kalem hediye etmişti.
2000 yazının Ağustos ayında Londra’ya küçük bir seyahate gitmiştik. Orada kaldığımız otel Victoria döneminden kalan bir malikanenin, otel haline getirilmiş şekliydi. Viktoryen bir binada kalıp da etkilenmemek benim gibi bir tarih delisi için olanaksızdı. Odaların haşmeti, yatakların ihtişamı, banyolar, kahvaltı salonu kendinizi Victoria döneminde yaşatır gibiydi. Gerçekten de İngiliz asaleti bir başka oluyor. Otelimiz, Buckhingham Sarayı’na giden parkın hemen karşısındaydı. Parkı boydan boya geçtiğiniz zaman Buckingham Sarayı bütün haşmetiyle karşınıza çıkıyordu. Kapısında nöbet tutan yüksek, siyah pelüş şapkalı İngiliz nöbetçi askerleri, kurşun askerlere benziyorlardı. Kadın ve erkek koruma polisleri çok uzun bacaklı siyah katırlarına binmişler sarayın etrafında dolanıyorlardı. Katırların nal sesleri, sizi eski zamanlara götürüyordu. Buckhingham’ın içine bilet alıp girilebiliyordu. O yıl Windsor Sarayı’nın tamir paralarını karşılayabilmek için kraliçenin onayı ile saray birkaç odasını ziyaretçilere ücret karşılığında açmıştı. İçeri girince yabancı ülkelerin temsilcilerinin ağırlandığı kabul salonuna, kraliçenin taht ve balo salonuna, büyük ziyafetler verilen ve en az 100 kişinin birlikte oturup yemek yiyebileceği ziyafet salonuna, kraliçenin ailesiyle birlikte oturabildiği oturma salonlarını ziyaret etmiştik. Hala gözümün önündedir, oturma salonundaki kuyruklu piyanonun üzerinde kraliçenin eşiyle ve çocuklarıyla çekilmiş çeşitli resimleri, çocuklarının ve torunlarının farklı pozları gümüş çerçeveler içinde duruyorlardı. Ben çocukluğumdan itibaren krallık hanedanlarına çok meraklı olduğum için, bu tanıdık çehreleri yerinde görmek bana müthiş bir zevk vermişti.
Sarayın satış mağazasından o sene 100. yaşını kutlayan kraliçenin annesi ana kraliçe Elizabeth’in resmi bulunan porselen bir kutu, bir de Buckhingham fincanı almıştım. Ayrıca mürekkepli ucu olan lacivert bir tavus kuşu tüyü. Onu yazı masama koymuştum.
Ertesi gün Kensington Sarayı’na gitmiştik. Orası 1997 yılında bir trafik kazasında ölen Galler Prensesi Diana’nın sarayıydı. O hafta ölümünün 4. yılı olduğundan sarayın bahçe kapısının önünde yüzlerce çiçek buketİ ve peluş oyuncaklar ile mektuplar vardı. İngilizler çok sevdikleri Diana için hala yas tutuyordu. Benim bile içim acımıştı. Kensington Sarayı’nın çok büyük bir salonu halka açıktı. İçindeki dev cam kutular içinde Diana’nın gerçek tuvaletlerini giymiş alçıdan mankenler vardı. Mankenler birebir onun boyutlarındaydı.. Bunun yanı sıra prenses Anne ve Kraliçe Elizabeth ile kız kardeşi Prenses Margaret’in çocukluk ve genç kızlık elbiselerini giyen mankenler vardı. Sanki zaman tüneline girmiş, İngiliz kraliyet prenseslerinin yanında duruyordunuz. Kensington Parkı yemyeşil zümrüt rengi çimleriyle uçsuz bucaksızdı. Bebekler sincapların peşinden koşuyorlardı. İnsanlar kareli örtülerini yaymış, nadir olarak ışıldayan güneşin tadını çıkartıyorlardı. Biz de yere oturup dışarıda yaptırdığımız sandviçleri yerken, banklarda oturup hem atıştıran, hem de kitap okuyan insanları hayranlıkla izliyorduk.
Metroya binip Covent Garden’a gitmiş etrafı gezerken Hay Market’i görünce heyecanlanmıştım. Saman Pazarı yani ‘Hay Market’ tarihi bir alan olup bir çok romanın içinde okuduğum bir yerdi. Charles Dickens, Mark Twain vs. okuduklarım kafamın içinden geçiyordu. Çok heyecanlıydım. Sonra uzun uzun yürümüş West End’e varmıştık. Burası Londra’nın sanat yaşamının kalbinin attığı yerdi. Bütün tiyatrolar yan yanaydı. Şansımızı denedik, iki ayrı tiyatrodan bilet bulduk. “Cats “adlı müzikale ve “The Wiches of Ipswich (Ispswich Cadıları) adlı müzikaller. İnanamıyordum. Tekrar aynı yönde yürürken birdenbire öyle bir sağanak yağmur başladı ki, tarifi imkansız. Şemsiyelerimiz vardı ve hazırlıklıydık ama koşarak ilk metro kapısından içeri daldık. Sucuk gibi ıslanmıştık. Bizim otelin istasyonunda indik, koşarak otele girdik. Islakları çıkarıp şort bluz giyip biraz dinlenmek için uzandık. David cep telefonunun alarmını kurdu ve uzandık. Ben birden bire sıçrayarak uyandım, bir baktım etraf zifiri karanlık. Ayak uçlarıma basarak tuvalete gittim, ışığı açtım. Saat 5.30du. Ama ikindi değil de, sabaha karşı 5.30. Aman Allah bir gece önce hiç uyumadığımız ve yaklaşık 28 saattir uykusuz olduğumuz için uzanır uzanmaz kendimizden geçmiş ve tam 12 saat ölü gibi uyumuştuk. Yine de David’i uyandırdım, sonra kaza geliyorum demez, sinirden kendini öldürebilirdi. David uyandı, anında saatine baktı ve bağırmaya başladı. 12 saattir uyuyorduk. İlk Londra gününün yarısı uykuda geçmişti ben “tamam boş ver üzülme, daha erken” dedikçe David; ”Hayır çıkacaz diye inat ediyordu. Zar zor ikna ettim. Telefon alarmını yeniden kurduk ve sabah 8.00 de kalkmak üzere onu sakinleştirdim. Uzandık, vallahi anında yine uyuduk. 8.00 de kendiliğimizden uyandık. Otelin kahvaltı salonunda majesteleri Kraliçe Elizabeth usulü ve asaletiyle kahvaltımızı ettik. Bu sefer ayağımızda botlar, çantalarda şemsiyeler ve sırtımızda montlarımız vardı. Londra, seni fethetmeye hazırdık…
Jackie Kennedy ve Maria Callas, Marilyn Monroe olmasaydı, 29 Mayıs 1962’de New York’taki Maddison Square Garden’daki JFK Gala konserinde kesinlikle tanışacaklardı.
Bu, Başkan John F. Kennedy’nin 45. doğum günü kutlamalarının olduğu bir geceydi. Bu gecenin en önemli sanatçı konuğu, Milano’dan o gece için uçakla ABD’ye gelen opera yıldızı soprano Maria Callas’tı. Ancak akşama kayda değer bir şekilde katılmayan bir kişi başkanın eşi Jackie idi.
Marilyn Monroe’nun şarkı söylemeye davet edildiğini ve kendisinin, kocasının Monroe ile olan aşk ilişkisini bilen Jackie, film yıldızının Ulusal Televizyonda başkanı sesli olarak baştan çıkarırken, küçük düşürülmek istememişti.
Jackie’nin yokluğunda, Marilyn cinsel içerikli ve artık kötü şöhrete sahip ”Doğum günün kutlu olsun bay başkan” –Happy Birthday Mr. Presedent- yorumunu ulusa salmakta özgürdü.
New York köşe yazarı Dorothy Kilgallen tepkileri özetledi. ”Görünüşe göre Marilyn, 40 milyon Amerikalının önünde başkanla sevişiyormuş”. Sahnesinin alınmasına alışık olmayan Maria Callas bile Marilyn Monroe’nun onun rolünü çaldığını kabul etmek zorunda kaldı.
Maria Callas ve Jackie Kennedy hiç tanışmadılar. Oysa ikisi de yaldızlı jet sosyetenin iki ayrı önemli kişisiydi. Başlangıçta sadece yolları hiç kesişmedi. Daha sonraki yıllarda, her ikisi de Yunan denizcilik milyarderi Aristotle Onassis ile alenen yakınlaştıklarında bilinçli olarak birbirlerinden kaçındılar.
1974’te çekilen bir Barbara Walters televizyon çekiminde, Jackie hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, Maria buz gibi bir soğuklukla ”Onu tanımıyorum, onunla hiç tanışmadım.” dedi. Daha sonra konuyu değiştirdi.
Jacqueline Kennedy ve Maria Callas 1920’lerin Manhattan’ında dünyaya geldiler. Maria 23’te, Jackie 29’da doğmuşlardı. Ancak yaşam şartları taban tabana zıttı. Jackie, borsacı ’Black Jack’ Bouvier ve İrlanda kökenli bir sosyetik olan Janet Lee’nin kızı olarak zenginlik ve ayrıcalık içinde doğdu. Babası ona hayrandı ve ondan sık sık “bir erkeğin sahip olacağı en güzel kızı” olarak bahsediyordu.
Ondan 6 yıl önce doğan Maria, Yunan göçmenler George ve Evangelia Kalegeropoulos’un ikinci kızıydı. Aile ABD’ne göç ettikten sonra soyadlarını Callas olarak değiştirmişlerdi.
Maria, Jackie’nin aksine istenmeyen bir çocuktu. Annesi bir erkek bebek bekliyordu, yeni doğan bebeğinin kız olduğunu görünce, ilk dört gün ona bakmayı reddetti.
Jackie New York’ta seçkin bir özel okula gitti ve tatillerini Hamptons’ta ata binerek geçirdi. Edebiyat ve dillerde mükemmeldi. Maria yerel devlet okuluna gittiği Queens ilçesindeki bir eczanenin üzerindeki küçük bir apartman dairesinde büyüdü. Henüz beş yaşındayken olağanüstü bir sesi olduğu ortaya çıktı.
Ortak noktaları ise ikisinin de ebeveynlerinin mutsuzluğu ve sonuç olarak boşanmalarıydı. Anne ve babası ayrıldıklarında, annesi Maria ve kız kardeşini Yunanistan’a geri götürdü. Jackie ve kız kardeşi Lee ise Conneticut’taki yatılı okula gönderildi.
Ancak 24 yaşından itibaren hayatları benzerlik göstermeye başladı. O zamana kadar muhabir olarak çalışan Jackie, John Kennedy adlı hevesli ve atılgan bir politikacı ile tanıştırıldı. İrlanda asıllı, hırslı, zengin Boston’lu bir ailenin oğluydu. Kısa sürede evlendiler ve 10 yıldan kısa bir süre içinde, 32 yaşına gelen Jackie, Amerika’nın first lady’si olarak Beyaz Saray’da yaşamaya başladı.
Bu arada Maria Yunanistan’da Atina Konservatuarı’nda yıllarını şan eğitimi alarak geçirmişti. Sonuç olarak da Opera de Verona’da rol almak üzere iken, henüz 24 yaşındayken zengin bir İtalyan iş adamı olan Giovanni Batista Meneghini ile nişanlandı. Adam ondan 26 yaş büyüktü. Birkaç yıl içinde evlendiler ve kocası Maria’nın menajeri oldu.
Ardından ünü çığ gibi büyüdü, 30’lu yaşlarının başında, Maria Callas operanın first lady’si olarak selamlanıyordu.
Callas ve Kennedy, kendi kamusal kişiliklerini yaratma konusunda içgüdüsel bir yeteneğe sahiptiler. Jackie ideal “başkanlık eşi” imajını yarattı. Chanel ve Dior’dan giyindiği, kusursuz bir kağıt bebek ikonu oldu. Zahmetsiz bir imajın sahibi oldu.
Akşam yemeklerinden sonra, dünyaca ünlü müzisyenlerin çaldığı Beyaz Saray’da düzenlenen gala gecelerinde, Avrupa dillerine olan hakimiyetiyle konuklarını etkiledi. Aynı zamanda Jackie, cephenin arkasında evlat kayıpları yaşadı, kocasının sürekli olarak onu aldatmasının üzüntüsünü hiç belli etmedi ve çok güçlü bir profil sergiledi.
Çocukluğundan beri aşırı kilolu olan Maria da yeni kişiliğini icat etmeye koyuldu. 1953’ te 36 kg. verdi ve Audrey Hepburn tarzında güzel giyimli bir moda ikonu olarak ortaya çıktı. Jackie gibi, Maria da pek çok dili akıcı olarak konuşabiliyordu. O da bildiklerini birleştirerek, kendine özgü krallara layık bir aksanla konuşuyordu. Kendine yarattığı imajla sadece sahnelerin divası değil, kaprisleri, talepleri ve konser iptalleri ile gazetelerde manşet oluyordu.
Maria Callas, 1957’de Venedik’teki bir partide Yunan Denizcilik patronu milyarder iş adamı Aristotle Onassis ile tanıştırıldı. Birkaç hafta içinde, Maria ve kocasını Akdeniz gezisi için özel yatında kendisine katılmaya davet etti.
Onassis operayla zerre kadar ilgilenmiyordu, o aslında değerli ve ünlü insan koleksiyoncusuydu. Bu yat gezisi davetini, Maria şarkıcılık kariyeri ile çok meşgul olduğunu söyleyerek reddetti. Ancak sonunda Christina yatında Sir Winston ve Lady Churchill ile yapılacak olan tatil davetini kabul etti. Gemiden ayrıldığında Meneghini ile olan evliliği bitmişti. Oysa Onassis’in Tina isimli bir karısı ve iki çocuğu vardı.
Maria, Onassis tarafından baştan çıkarılmış, sesini ihmal etmesine ve bir zamanlar muhteşem opera kariyerine aniden son vermesine neden olacak bir dünyanın içine çekilmişti.
1963’te Onassis, Jackie Kennedy ile benzer bir fırsatçı taktik hazırladı. Oğlu Patrick’in henüz iki günlükken öldüğünü ve Jackie’nin delice bir yas içinde olmasını fırsat bilerek, onu iyileşmesi için Christina yatıyla yapılacak bir gemi yolculuğuna davet etti. Nedir ki, uzun zamandır birlikte olduğu Maria Callas bu seyahate dahil edilmemişti. Bunun yerine Onassis, onu Paris’te, onun için satın aldığı görkemli bir dairede bıraktı.
Üç ay sonra Kennedy Dallas’ta suikaste kurban gittiğinde dünya şoka girdi. Onassis elinden geldiğince Jackie’ye desteğini sunarak ona kol kanat germeyi sürdürdü.
JFK’nin ölümünden sonra, Jackie, kocasının erkek kardeşi Robert Kennedy ile teselli buldu ve onun başkanlık kampanyalarına destek verdi. Ancak Haziran 1968’de, onun da başkanlık seçimleri kampanyasında Los Angeles’te vurularak öldürülmesi sonunda Jackie paniğe kapıldı. Sırada kendi çocuklarının olduğu sanrısına kapılmıştı.
Onassis’in evlenme ve onu koruma teklifini kabul ederek, ona özel adası olan Scorpion’u, Olympic Havayolları şirketini ve muazzam servetini emrine verdi. Jackie arzuladığı güvenliği elde ederken, Onassis en büyük ödülü, dünyanın en ünlü kadınını almıştı. Düğün o kasım ayında bir tanıtım haberiyle patladı. Bu konu hakkında hiçbir haberi olmayan Maria, düğün haberini, Paristeki muhteşem evinde tek başına televizyonu izlerken öğrendi.
Jackie ile Onassis’in evliliği en başından beri bir felaketti. Onassis, ”Jackie gibi para harcayabilen biriyle hiç tanışmamıştım” diyordu. Evliliklerinin sadece ilk yılında 1,5 milyon dolar harcadı. Çoğunlukla evlerini yeniden dekore etti. En pahalı modaevlerinden alış veriş ederek gardrobunu baştan aşağı yeniledi.
Onassis’in birkaç hafta içinde Maria Callas ile ilişkisine yeniden başladığı herkes tarafından bilinmekte. İlk başta anlaşılır bir şekilde harap olan Maria onu görmeyi reddetti. Ancak, Onassis’in Mercedes Coupe’sini apartmanının ön kapısına çarpmakla tehdit ettiğinde, sonunda yumuşadı.
Onassis’in şoförü Yaikinto Rossa,”Ölümüne kadar her ay bir araya geldiler” dedi. ”Gerçek şu ki Maria Callas, Onassis’in tek gerçek aşkıydı. Hiç evlenmemiş olsalar da onun gerçek karısıydı.”
Jackie Amerika’ya döndü ama Kennedy ile Callas arasındaki rekabet yoğun olarak devam etti. Dünya basını, Onassis ve Callas’ın Paris’teki Maxim’s de iki kişilik romantik bir akşam yemeği yerken görüntüleri yayınladığında, Jackie hemen Boston’dan uçağa bindi ve iki gece sonra Onassis ile aynı restoranda yemek yerken fotoğraflandı. Bu Callas’a karşı, kasıtlı bir meydan okumaydı.
Jackie ile evliliğinin son yıllarında Onassis, Maria'ya yaptığı ihanetini büyük bir hata olarak görmeye başladı. Ağır hasta olduğunu öğrendiğinde, avukatlarına Jackie’ye karşı boşanma davası açmalarını söyledi. Bunu tipik Onassis tarzında yaptı-bu ona kalacak serveti azaltmak için, zina yaptığını ispatlamak için- özel detektifler tuttu. Bu Jackie’nin sürekli takip edilmesi anlamına geliyordu. Ancak Onassis, Jackie’den boşanamadı. Bunu yapamadan önce, hayati hastalığının yüzünden Paris’te bir hastaneye kaldırıldı. Jackie onun yanında değildi. Bunun yerine Aspen’a kayak yapmaya gitti. Ama Maria Callas’ın başucuna kabul edilmemesi talimatını bırakmayı da ihmal etmedi.
Callas aslında Onassis’i ölüm döşeğinde ziyaret etti. Bir servis asansörüyle gizlice odasına çıkarıldı ve komada yatarken bir saat onunla oturdu. Bu onun son vedasıydı. Onassis birkaç gün sonra öldü.
Onassis’in vasiyetinde karısının servetindeki payını en aza indirildiği bildirildi ancak Jackie buna itiraz etti.
Onassis’in kızı Christina, uzayan ve kamuoyuna açık hukuk savaşından kaçınmak için Jackie’ye 26 milyon dolarlık tam ve nihai bir ödeme yapmayı kabul etti. Maria Callas’a hiçbir şey kalmadı.
1975’te Onassis’in ölümünden sonra, sesi kesilen Maria, Paris’teki dairesinde münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Fotoğraflarla ve hatıralarla çevrili, şanlı geçmişinde yaşayan bir opera sanatçısı Norma Desmond ile oturur eski kayıtlarını dinlerdi. İki yıl sonra, 16 Eylül 1977 sabahı Callas, yatak odasının zemininde kalp krizinden yaşamın kaybetti ve ölü olarak bulundu. Maria veda ettiğinde sadece 53 yaşındaydı.
Jackie, yayıncılık alanında yeni bir kariyere başladı ve elmas satıcısı Maurice Tempelsman ile yeni bir aşk buldu. 1994 yılında 64 yaşındayken kanserden öldü.
Hem Jackie hem de Maria, milyonlar tarafından zamanlarının ikonları olarak hatırlanırken, bir zamanlar
dünyanın en zengin adamı olan Aristotle Onassis, bu olağanüstü dramdaki rolüyle hatırlanmaktadır.