MARİA VE JACKİE’NİN
AŞK ÜÇGENİNİN KARANLIK YÜZÜ
Kadıköylü Küçük Sara-58-
2000 yılının Aralık ayına doğru bu defa da Şalom Gazetesi’nin sanat galerisinde bir ahşap boyama ve eskitme sergisi açmaya karar verdim. Sergiye hazırlanmak için yine deliler gibi çalışıyordum. Bu defa sergi için 175 parça hazırlamıştım. Bunlar irili ufaklı objelerdi. İçlerinde resim çerçeveleri ve kutulardan başlayarak, sehpalar, otantik objeler, farklı boyutlarda ve tekniklerle yapılmış büyük çerçeveli aynalar, farklı formlarda çeşitli tekniklerle boyanmış tepsiler, ve Marc Chagall’in, İsreel’deki Hadassah Ein Karem’deki Hastanesi'nin sinagogundaki vitray pencerelerinin replikaları vardı. Serginin adı 45 yaşıma geldiğimden ve kendimi oldukça kemale ermiş hissettiğimden “Sonbaharın İz Düşümleri” adını vermiştim.
11 Aralık’ta, Cumartesi günü tam 45. doğum günümde, Şalom Gazetesi'nin sanat galerisinde sergi açılışı gerçekleşmişti. Ben karakterim geliştiğinden itibaren, sürekli yaratmayı, bir şeyler çizip boyamayı, el işlerini, yazmayı, şarkı söylemeyi seven ve hobi edinmiş bir kişi olarak, bu serginin tam 45. yaşıma gelmesi, benim için motive ediciydi. Gerçi en kıymetli eserlerim oğullarımdı ama, yine de kalıcı işlere imza atmak, bana yaşam yolundaki zorlukları yenmemde itici güç oluyordu. Gazete idaresi benim için bir kokteyl ve pasta hazırlamıştı. Gazeteden ve değişik yerlerden gelen bir çok arkadaşım, okuyucum, dinleyicim olan kişiler o gün yanımdaydılar. Aslında sesim, beynim ve ellerimle sürekli olarak durmaksızın üretiyordum ama , en azından suya yazı yazmadığımı görmek, yaşamıma ivme katıyordu.
Yaz aylarında Bodrum veya Kalkan’a gider, her sonbaharda bir yurt dışı seyahati yapardık. O sene sonbaharda İspanya’ya gitmiştik. Bu bir Madrid, Toledo ve Endülüs turuydu. Yani Granada, Sevilla’ya da gitmiştik. Ne yalan söyleyeyim, Madrid’e gittiğimiz vakit, kendimizi sanki Yahudi mahallelerinde geziyormuş duygusuna kapılmıştık. İspanyolca ya da daha doğru bir söylemle Ladino bizim beşik dilimizdi. Aile büyüklerimiz evde her zaman Ladino konuşurlardı. Bundan ayrı bizim evimizde anneannem, Suzan teyzem yaşadıkları için onlar bize sürekli bu dille konuşurlar, bu dilde masallar, hikayeler, anılar anlatırlar, bu dilde onlarca şarkılar söylerlerdi. Biz, yani Venezya ile ben bülbül gibi Ladino konuşur ve şarkı söylerdik. İspanya’da sanki herkes Yahudi’ydi. Dükkanlarda masapanes (badem ezmesi), polverones (un kurabiyeleri), atramuses, (sari iç bakla türü bir çerez), lokantalarda, carne, arroz vb. sanki evdeydik. Aksanlar, ünlemeler tam ninelerimizin tonlarındaydı. Nakış mağazalarında filtirez (antika beyaz iş nakışları), tığ işi anneannemin yaptığı dantellerle örülmüş kırlentler satılıyordu. Endülüs yani Andalusia, inanılmaz tarihi yerlerdi. Granada’da Flamenko gösterisine gitmiştik. El Hamra Sarayı bitmez tükenmez bahçeleri ve mimarisi ile muhteşemdi. Bunları anlatmak çok üzün sürer, meraklısı zaten bunların hepsini bilir. Sevilla’da bir Yahudi Mahallesi vardı (Juderia). Oradaki kral sarayı, katedral, boğa güreşlerinin yapıldığı tarihi arena ve müzesi çok enteresandı. Toledo, Madrid’e çok yakındır. Toledo’da bir çok Yahudi mirası vardır. Her biri de ayrı kıymet taşır. Toledo’dan el işi seramik tabaklar, salata kaseleri almıştım. Dünyanın en eski kılıç kalkan yapımcısı dükkanlar, şövalye bibloları, çocuklar için mini hediyelik kılıçlar… David bu şeylerin karşısında kendinden geçiyordu. Budapeşte’den aldığı kılıcın yanına, şimdi de Toledo’dan kalkan almıştı.
Madrid harikaydı, şehrin kendisi zaten anıtlarla doluydu ama, Prado Müzesi ve Krallık Sarayı inanılmaz görkemliydi. El Corte Ingles mağazası serbest günlerde benim için harika bir alış veriş yeriydi. Plaza Del Sol meydanında muhteşem, dev bir mağazaydı. Oradan çok güzel kıyafetler almıştım. Sokaklarda Endonezyalı gençler tezgah kurmuşlar, o yıl özellikle Picasso’nun tablolarının resmedildiği ipek eşarplar satıyorlardı. Gerçekten de yurt dışında olduğumuz bu bir hafta, beni dertlerimden ve sıkıntılarımdan uzaklaştırıyordu. Sanki başka bir boyuta geçiyordum. Oradan bordo rengi ipek bir şal ve güzel ipek yelpazeler almıştım. Daha sonraki yıllarda, konserlerde İspanya ile ilgili olan şarkılarda, sahnede onları kullanırdım.
2001 yılı başladığında yeniden çokça yazı yazmaya geri dönmüştüm. O kış Pera Palas Oteli’nde, Kenterler Tiyatrosu’nda ve AKM’de bir konser vermiştik. AKM konseri Trakya Üniversitesi için yapılan bağış konseriydi. Çünkü yıkık ve viran halindeki Edirne Sinagogu’nu, Trakya Üniversitesi kendi bünyesine almış ve sinagogu restore etmeye karar vermişti. Ben babam Edirneli olduğundan, Erensya Sefaradi Grubu olarak, Trakya Üniversitesi'ne sinagog konusunda destek vermek üzere konser vermek için önayak olmuştum. Konser günü Trakya Üniversitesi'nin rektörü, bazı öğretim görevlileri, ve öğrencilerinin de katıldığı bir misafir topluluğunun yanı sıra, kendi cemaatimizden bir çok kişi ve geniş toplumdan izleyiciler AKM’nin büyük salonunu dibine kadar doldurmuşlardı. Biz de tüm hasılatı, sahneye gelen, bizlere teşekkür plaketi veren ve bir teşekkür konuşması yapan rektöre bir zarf içinde uzatmıştık. Mutlu ve başarılı bir gündü. Benim için en anlamlı kısmı, artık oldukça yaşlanan Edirne kökenli canım babamla annemin, bu konseri gurur ve gözyaşları ile izlemeleriydi.
Eskiden benim sahnede veya televizyonda görünmemden çok haz etmeyen babam ve annem, şimdi televizyonların konuk programlarında, haber kuşaklarında, CNN’de ,TRT’de, ULUSAL KANAL’da, HBB’DE, ve farklı televizyon kanallarında, Erensya Sefaradi Grubu olarak söyleşilere katıldığımızda, canlı yayınlara konuk olduğumuzda, Nokta, Tempo, Aktüel, Milliyet Sanat, Hürriyet Gazetesi’nin tam sayfa röportajlarını izleyip okuduklarında, değil hoşlanmamak gururdan kabarıyorlardı. Ayrıca” Biz Kadınlar” adlı kitabım basın ve yayın hayatında büyük ses getirmiş, radyo ve televizyon programlarında canlı yayınlara katılmıştım. Çeşitli gazetelerde ve dergilerde, benimle yapılan söyleşiler yayınlanmıştı.
Bu arada Aya İrini Kilisesinde yapılan dinler arası bir konser gecesinde biz de Erensya Sefaradi olarak üç şarkı söylemiştik. O gece çok enteresandı. Koca bir Mehter takımı (mehteran) yeniçeri kıyafetleriyle sahnede en arka sıradaydılar. Ön sırada en sağda Ermeni Kilisesinden üç papaz, ortada Rum Cemaatinden üç kişilik bir grup, en solda da David, Gery ve ben Erensya Sefaradi olarak duruyorduk. Ben siyah uzun bir elbise ve omuzlarımda mavi bir şalla, Gery ve David ise aynı renk maviden beyaz yakalı gömlekler, mavi desenli kravatlar ve siyah pantolon giymişlerdi. Mavi renk bizim aidiyetimizi de simgeliyordu. Kimin şarkı söyleme sırası gelmişse spotlar o grubun üstüne ışık veriyor, gerisi karanlıkta kalıyordu. Biz şarkılarımıza başladığımızda herkes tempo tutmaya ve oturdukları yerde dans etmeye başlamışlardı. Dinletimiz bittiğinde salon alkıştan inliyordu. Sonra “has duuur” diyen mehteranla “ Ceddin Deden Neslin Baban” şarkısıyla sahneden ayrılmıştık. Kuliste yaklaşık, neredeyse iki metre boyu olan Mehter Başı yanıma geldi. Ben 1.60’lık boyumla başımı yukarı kaldırıp onu dinlerken ”hanımefendi önce sahnede size bakarken bu küçücük kadından bakalım nasıl ses çıkacak? diye düşünüyordum, ama ışıklar sizin üzerinizde yanıp sesinizi duyunca siz dev gibi oldunuz, içinizden dev gibi bir kadın çıktı” dedi ve elimi kuvvetlice sıktı. Ben de gülerek teşekkür etmiştim.
2001 yılı da epeyi hareketliydi. GKD'nin kadınlar tiyatrosundan bir oyun yönetmemi istemişlerdi. O sene Ağustos sonlarında Kadınlar Tiyatro ekibi ile toplanmış nasıl bir şey yapacağımızı konuşurken, o sene yayınlanmış olan “Şişman Viktorya” adlı kitabı tamamen Yahudi yaşamına adapte ederek, yani konuyu diğer yaşamlarla da kaynaştırarak, yepyeni bir oyunu kaleme almıştık. Senaryo ablam Venezya Altaras, sevgili Eti Romano ve benim tarafımdan kaleme alınmıştı. Yazı yazma günlerinde genellikle, Donna Kasuto’nun evinde toplanırdık. Hoşça vakitler geçirir, hem yazar, hem eğlenirdik. Nihayet oyun bitip de rolleri de dağıtınca, 11 Eylül günü öğleden sonra, tiyatro ekibime çaylı pastalı bir parti vermiştim. Çok eğlenmiştik. Yamim Noraim bayramlarının hemen sonrasında provalar başlayacaktı. Oyunu kendi üslubum ve birikimlerimle sahneye koymaya karar vermiştim. Kendime güveniyordum. O gün çaylar içildi, tatlı ve pastalar yendi, herkes dağılmıştı, salonda ablam, ben ve Eti Romano kalmıştık ki, Hay salona girdi, ve “New York’taki İkiz Kulelere bir uçak daldı, ikiz kuleler iskambil kağıtları gibi çöktü“, Pentagon’a da aynı anda uçak daldı ve orası da ateşler içinde” diye bağırdı. Hepimiz donmuştuk. Hemen televizyonu açtık ve dehşetle görüntüleri izlemeye başladık. Yoksa yeni bir dünya savaşının eşiğinde miydik? Ben çılgınlar gibi o sırada İsrail Konsolosluğu'nda çalışan sevgili arkadaşım Korin Penso’yu arayıp, New York’da yaşayan oğlu Ceki’y’ sormuştum. Ceki annesini hemen aramış ve iyi olduğunu müjdelemişti. 11 Eylül annemin doğduğu gündür. O gün annem 80 yaşını doldurmuştu. Ertesi günü onun evinde pastalı kutlama yapacaktık. Annem de televizyonun başındaydı. Onu aradım,” ileride bu günü anlatacakları zaman, beni de hatırlayacaksınız” demişti. O günden bu yana tam 20 yıl geçti. Gerçekten İkiz Kuleler olmasa da biz onu her gün anıyoruz ama, o 80. doğum gününü de özel olarak hatırlıyoruz. Annem yaşasaydı bu hafta 100 yaşında olacaktı.
O akşam Sultan Ahmet’teki The Four Season Oteli’nde Rotary Derneği tarafından verilen bir davete, Erensya Sefaradi olarak katılmıştık. Sanırım Gery o gece bizimle gelememişti. Önce Rotaryen’lerin ritüelik toplantısı yapılmış, ardından yemek yenmiş ve en son olarak sıra bize gelmişti. Ben dost meclisinde oturur gibi Erensya Sefaradi grubunun kuruluş amaçlarını, ayrıca Sefarad Yahudileri'nin engizisyonların ardından İspanyadan kovuluşlarını ve kendilerini Osmanlı coğrafyasına davet eden 2. Sultan Beyazıd’ı ve yerleşim tarihini anlatırken, aralarda David’le Yusuf’un bu konularda bestelenen ve şarkı sözleri yazılan şarkılarını, David’in gitarı eşliğinde söylüyordum. İnsanlar masal dinler gibi beni dinliyorlardı, herkes çok keyifliydi.
Sene henüz bitmemişti. Daha yapacak çok şeyler vardı…
Jackie Kennedy ve Maria Callas, Marilyn Monroe olmasaydı, 29 Mayıs 1962’de New York’taki Maddison Square Garden’daki JFK Gala konserinde kesinlikle tanışacaklardı.
Bu, Başkan John F. Kennedy’nin 45. doğum günü kutlamalarının olduğu bir geceydi. Bu gecenin en önemli sanatçı konuğu, Milano’dan o gece için uçakla ABD’ye gelen opera yıldızı soprano Maria Callas’tı. Ancak akşama kayda değer bir şekilde katılmayan bir kişi başkanın eşi Jackie idi.
Marilyn Monroe’nun şarkı söylemeye davet edildiğini ve kendisinin, kocasının Monroe ile olan aşk ilişkisini bilen Jackie, film yıldızının Ulusal Televizyonda başkanı sesli olarak baştan çıkarırken, küçük düşürülmek istememişti.
Jackie’nin yokluğunda, Marilyn cinsel içerikli ve artık kötü şöhrete sahip ”Doğum günün kutlu olsun bay başkan” –Happy Birthday Mr. Presedent- yorumunu ulusa salmakta özgürdü.
New York köşe yazarı Dorothy Kilgallen tepkileri özetledi. ”Görünüşe göre Marilyn, 40 milyon Amerikalının önünde başkanla sevişiyormuş”. Sahnesinin alınmasına alışık olmayan Maria Callas bile Marilyn Monroe’nun onun rolünü çaldığını kabul etmek zorunda kaldı.
Maria Callas ve Jackie Kennedy hiç tanışmadılar. Oysa ikisi de yaldızlı jet sosyetenin iki ayrı önemli kişisiydi. Başlangıçta sadece yolları hiç kesişmedi. Daha sonraki yıllarda, her ikisi de Yunan denizcilik milyarderi Aristotle Onassis ile alenen yakınlaştıklarında bilinçli olarak birbirlerinden kaçındılar.
1974’te çekilen bir Barbara Walters televizyon çekiminde, Jackie hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, Maria buz gibi bir soğuklukla ”Onu tanımıyorum, onunla hiç tanışmadım.” dedi. Daha sonra konuyu değiştirdi.
Jacqueline Kennedy ve Maria Callas 1920’lerin Manhattan’ında dünyaya geldiler. Maria 23’te, Jackie 29’da doğmuşlardı. Ancak yaşam şartları taban tabana zıttı. Jackie, borsacı ’Black Jack’ Bouvier ve İrlanda kökenli bir sosyetik olan Janet Lee’nin kızı olarak zenginlik ve ayrıcalık içinde doğdu. Babası ona hayrandı ve ondan sık sık “bir erkeğin sahip olacağı en güzel kızı” olarak bahsediyordu.
Ondan 6 yıl önce doğan Maria, Yunan göçmenler George ve Evangelia Kalegeropoulos’un ikinci kızıydı. Aile ABD’ne göç ettikten sonra soyadlarını Callas olarak değiştirmişlerdi.
Maria, Jackie’nin aksine istenmeyen bir çocuktu. Annesi bir erkek bebek bekliyordu, yeni doğan bebeğinin kız olduğunu görünce, ilk dört gün ona bakmayı reddetti.
Jackie New York’ta seçkin bir özel okula gitti ve tatillerini Hamptons’ta ata binerek geçirdi. Edebiyat ve dillerde mükemmeldi. Maria yerel devlet okuluna gittiği Queens ilçesindeki bir eczanenin üzerindeki küçük bir apartman dairesinde büyüdü. Henüz beş yaşındayken olağanüstü bir sesi olduğu ortaya çıktı.
Ortak noktaları ise ikisinin de ebeveynlerinin mutsuzluğu ve sonuç olarak boşanmalarıydı. Anne ve babası ayrıldıklarında, annesi Maria ve kız kardeşini Yunanistan’a geri götürdü. Jackie ve kız kardeşi Lee ise Conneticut’taki yatılı okula gönderildi.
Ancak 24 yaşından itibaren hayatları benzerlik göstermeye başladı. O zamana kadar muhabir olarak çalışan Jackie, John Kennedy adlı hevesli ve atılgan bir politikacı ile tanıştırıldı. İrlanda asıllı, hırslı, zengin Boston’lu bir ailenin oğluydu. Kısa sürede evlendiler ve 10 yıldan kısa bir süre içinde, 32 yaşına gelen Jackie, Amerika’nın first lady’si olarak Beyaz Saray’da yaşamaya başladı.
Bu arada Maria Yunanistan’da Atina Konservatuarı’nda yıllarını şan eğitimi alarak geçirmişti. Sonuç olarak da Opera de Verona’da rol almak üzere iken, henüz 24 yaşındayken zengin bir İtalyan iş adamı olan Giovanni Batista Meneghini ile nişanlandı. Adam ondan 26 yaş büyüktü. Birkaç yıl içinde evlendiler ve kocası Maria’nın menajeri oldu.
Ardından ünü çığ gibi büyüdü, 30’lu yaşlarının başında, Maria Callas operanın first lady’si olarak selamlanıyordu.
Callas ve Kennedy, kendi kamusal kişiliklerini yaratma konusunda içgüdüsel bir yeteneğe sahiptiler. Jackie ideal “başkanlık eşi” imajını yarattı. Chanel ve Dior’dan giyindiği, kusursuz bir kağıt bebek ikonu oldu. Zahmetsiz bir imajın sahibi oldu.
Akşam yemeklerinden sonra, dünyaca ünlü müzisyenlerin çaldığı Beyaz Saray’da düzenlenen gala gecelerinde, Avrupa dillerine olan hakimiyetiyle konuklarını etkiledi. Aynı zamanda Jackie, cephenin arkasında evlat kayıpları yaşadı, kocasının sürekli olarak onu aldatmasının üzüntüsünü hiç belli etmedi ve çok güçlü bir profil sergiledi.
Çocukluğundan beri aşırı kilolu olan Maria da yeni kişiliğini icat etmeye koyuldu. 1953’ te 36 kg. verdi ve Audrey Hepburn tarzında güzel giyimli bir moda ikonu olarak ortaya çıktı. Jackie gibi, Maria da pek çok dili akıcı olarak konuşabiliyordu. O da bildiklerini birleştirerek, kendine özgü krallara layık bir aksanla konuşuyordu. Kendine yarattığı imajla sadece sahnelerin divası değil, kaprisleri, talepleri ve konser iptalleri ile gazetelerde manşet oluyordu.
Maria Callas, 1957’de Venedik’teki bir partide Yunan Denizcilik patronu milyarder iş adamı Aristotle Onassis ile tanıştırıldı. Birkaç hafta içinde, Maria ve kocasını Akdeniz gezisi için özel yatında kendisine katılmaya davet etti.
Onassis operayla zerre kadar ilgilenmiyordu, o aslında değerli ve ünlü insan koleksiyoncusuydu. Bu yat gezisi davetini, Maria şarkıcılık kariyeri ile çok meşgul olduğunu söyleyerek reddetti. Ancak sonunda Christina yatında Sir Winston ve Lady Churchill ile yapılacak olan tatil davetini kabul etti. Gemiden ayrıldığında Meneghini ile olan evliliği bitmişti. Oysa Onassis’in Tina isimli bir karısı ve iki çocuğu vardı.
Maria, Onassis tarafından baştan çıkarılmış, sesini ihmal etmesine ve bir zamanlar muhteşem opera kariyerine aniden son vermesine neden olacak bir dünyanın içine çekilmişti.
1963’te Onassis, Jackie Kennedy ile benzer bir fırsatçı taktik hazırladı. Oğlu Patrick’in henüz iki günlükken öldüğünü ve Jackie’nin delice bir yas içinde olmasını fırsat bilerek, onu iyileşmesi için Christina yatıyla yapılacak bir gemi yolculuğuna davet etti. Nedir ki, uzun zamandır birlikte olduğu Maria Callas bu seyahate dahil edilmemişti. Bunun yerine Onassis, onu Paris’te, onun için satın aldığı görkemli bir dairede bıraktı.
Üç ay sonra Kennedy Dallas’ta suikaste kurban gittiğinde dünya şoka girdi. Onassis elinden geldiğince Jackie’ye desteğini sunarak ona kol kanat germeyi sürdürdü.
JFK’nin ölümünden sonra, Jackie, kocasının erkek kardeşi Robert Kennedy ile teselli buldu ve onun başkanlık kampanyalarına destek verdi. Ancak Haziran 1968’de, onun da başkanlık seçimleri kampanyasında Los Angeles’te vurularak öldürülmesi sonunda Jackie paniğe kapıldı. Sırada kendi çocuklarının olduğu sanrısına kapılmıştı.
Onassis’in evlenme ve onu koruma teklifini kabul ederek, ona özel adası olan Scorpion’u, Olympic Havayolları şirketini ve muazzam servetini emrine verdi. Jackie arzuladığı güvenliği elde ederken, Onassis en büyük ödülü, dünyanın en ünlü kadınını almıştı. Düğün o kasım ayında bir tanıtım haberiyle patladı. Bu konu hakkında hiçbir haberi olmayan Maria, düğün haberini, Paristeki muhteşem evinde tek başına televizyonu izlerken öğrendi.
Jackie ile Onassis’in evliliği en başından beri bir felaketti. Onassis, ”Jackie gibi para harcayabilen biriyle hiç tanışmamıştım” diyordu. Evliliklerinin sadece ilk yılında 1,5 milyon dolar harcadı. Çoğunlukla evlerini yeniden dekore etti. En pahalı modaevlerinden alış veriş ederek gardrobunu baştan aşağı yeniledi.
Onassis’in birkaç hafta içinde Maria Callas ile ilişkisine yeniden başladığı herkes tarafından bilinmekte. İlk başta anlaşılır bir şekilde harap olan Maria onu görmeyi reddetti. Ancak, Onassis’in Mercedes Coupe’sini apartmanının ön kapısına çarpmakla tehdit ettiğinde, sonunda yumuşadı.
Onassis’in şoförü Yaikinto Rossa,”Ölümüne kadar her ay bir araya geldiler” dedi. ”Gerçek şu ki Maria Callas, Onassis’in tek gerçek aşkıydı. Hiç evlenmemiş olsalar da onun gerçek karısıydı.”
Jackie Amerika’ya döndü ama Kennedy ile Callas arasındaki rekabet yoğun olarak devam etti. Dünya basını, Onassis ve Callas’ın Paris’teki Maxim’s de iki kişilik romantik bir akşam yemeği yerken görüntüleri yayınladığında, Jackie hemen Boston’dan uçağa bindi ve iki gece sonra Onassis ile aynı restoranda yemek yerken fotoğraflandı. Bu Callas’a karşı, kasıtlı bir meydan okumaydı.
Jackie ile evliliğinin son yıllarında Onassis, Maria'ya yaptığı ihanetini büyük bir hata olarak görmeye başladı. Ağır hasta olduğunu öğrendiğinde, avukatlarına Jackie’ye karşı boşanma davası açmalarını söyledi. Bunu tipik Onassis tarzında yaptı-bu ona kalacak serveti azaltmak için, zina yaptığını ispatlamak için- özel detektifler tuttu. Bu Jackie’nin sürekli takip edilmesi anlamına geliyordu. Ancak Onassis, Jackie’den boşanamadı. Bunu yapamadan önce, hayati hastalığının yüzünden Paris’te bir hastaneye kaldırıldı. Jackie onun yanında değildi. Bunun yerine Aspen’a kayak yapmaya gitti. Ama Maria Callas’ın başucuna kabul edilmemesi talimatını bırakmayı da ihmal etmedi.
Callas aslında Onassis’i ölüm döşeğinde ziyaret etti. Bir servis asansörüyle gizlice odasına çıkarıldı ve komada yatarken bir saat onunla oturdu. Bu onun son vedasıydı. Onassis birkaç gün sonra öldü.
Onassis’in vasiyetinde karısının servetindeki payını en aza indirildiği bildirildi ancak Jackie buna itiraz etti.
Onassis’in kızı Christina, uzayan ve kamuoyuna açık hukuk savaşından kaçınmak için Jackie’ye 26 milyon dolarlık tam ve nihai bir ödeme yapmayı kabul etti. Maria Callas’a hiçbir şey kalmadı.
1975’te Onassis’in ölümünden sonra, sesi kesilen Maria, Paris’teki dairesinde münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Fotoğraflarla ve hatıralarla çevrili, şanlı geçmişinde yaşayan bir opera sanatçısı Norma Desmond ile oturur eski kayıtlarını dinlerdi. İki yıl sonra, 16 Eylül 1977 sabahı Callas, yatak odasının zemininde kalp krizinden yaşamın kaybetti ve ölü olarak bulundu. Maria veda ettiğinde sadece 53 yaşındaydı.
Jackie, yayıncılık alanında yeni bir kariyere başladı ve elmas satıcısı Maurice Tempelsman ile yeni bir aşk buldu. 1994 yılında 64 yaşındayken kanserden öldü.
Hem Jackie hem de Maria, milyonlar tarafından zamanlarının ikonları olarak hatırlanırken, bir zamanlar
dünyanın en zengin adamı olan Aristotle Onassis, bu olağanüstü dramdaki rolüyle hatırlanmaktadır.