GÜZELLİĞİ DİLLERE DESTANDI! MISIR PRENSESİ VE İRAN KRALİÇESİ FEVZİYE’NİN YÜREK BURKAN HAYATI
Kadıköylü Küçük Sara-57
Sonilerin düğününden sonra, gerek depremde kuzenimi böylesi trajik bir şekilde kaybetmek, gerekse Lisya'nın balayında yaşadığı yüz felcinin etkisiyle oldukça düşük bir ruh halinde olduğum için, David evliliğimizin 23. yılını bahane ederek bir seyahat planı yapmıştı. 99 yılının Ekim sonuydu. Viyana, Prag ve Budapeşte’yi kapsayan bir gezi planı yaptı. Tamamen tesadüf olarak bu turda Viki-İbrahim Özsezikli ve Esti-Albert Avimlah ailesi de vardı. O seyahatte çok kaynaşmış, birlikte çok hoş saatler geçirmiştik. Viyana, çok romantik ve yüksek seviyeli bir şehirdi. Oradaki sarayları gezmiş, Schonbrunn Sarayı’ndaki Oranjeri’de bir Johann Stauss konseri izlemiştik. Beethoven’in uzun bir süre yaşadığı kasabasında otantik bir yere yemeğe götürülmüştük. Hoffburg Sarayı, Belvedere, Prater, katedral ve Climt’in tabloları karşısında kendimden geçmiştim. Yahudi sokağına gitmiş, Sinagogu ve Yahudi müzesini ziyaret etmiştik. Mayerling’e gitmiş, Arşidük Rudolph ve sevgilisi Barones Maria Vetzera’nın efsane aşklarını yaşadıkları ve birlikte intihar ettikleri av köşkünü ziyaret ettikten sonra, yine o yakınlardaki bir tünele götürülmüş, Nazilerin altınları ve sanat eserlerini sakladıkları yerleri görmüştük. Tarihi Baden kasabasında öğle yemeği yemiş, sararmış sonbahar yapraklarının yarattığı şiirsel tabiat tablolarının içinde serin havayı içimize çekmiştik. Gerzideki sonraki şehir Budapeşte idi. Bu şehre üçüncü gelişimizdi ama, ilginç bir şekilde bu kez mevsim sonbahardı. İlkinde Ocak kışında, ikincisinde serince Ağustos yazında, üçüncüsünde ise güneşin yakmadan ısıttığı, kırmızı ve sarı yaprakların yerleri alaca sonbahar renklerine boyadığı sonbahardaydı. Ne yalan söyleyeyim, sonbahar benim en çok sevdiğim mevsimdir. Havası, tabiatı ve içimde uyandırdığı şiirsel duygular beni başka evrenlere sürükler.
Budapeşte, her gittiğimizde daha gelişmiş oluyordu. Ama benim en çok sevdiğim yer 1924 yılında kurulmuş olan New York Cafe’di. Bu yer özgünlüğünü hiç kaybetmemişti. Toneth sandalye ve masaları, eski tip klasik çay takımları ve pasta tabakları, şık garsonları ile, son derece lezzetli pastaları ve kahvelerinin yan ısıra saat 17.00-19.00 arasında canlı Çardaş müzikleri yapan yerel kıyafetli Macar Çingeneleri ve Brahms’ın Macar Rapsodileri beni benden çekip çıkarıyordu.
Prag ise özellikle ilk defa görenler için masalsı bir şehirdi. Baştan sona tarihin içinde yüzüyordunuz sanki. Gördüğümüz her şeye bakakalıyorduk. Charles köprüsü, her saat başı çalan ve içinden figürler fırlayan saat kulesi. Sarayı, kalesi, etrafında çepeçevre dükkanlar ve cafe-restoranlarla çevrilmiş dev meydani. Bilet satan gençlerden satın alıp, etraftaki bir kilisede derhal izleyebileceğiniz klasik müzik konserleri, Yahudi sokağı Joseph, eski sinagog ve Kafka'nın evi. Golem’in sözde bodrumunda saklı olduğu köhne sinagog. Orası gecesi ayrı, gündüzü ayrı şaheser bir şehirdi. Bir gece ”Black Magic Theatre” adlı bir yere gitmiş, devasa kuklaların sahnede oynadığı ve ışıklarla aldatmaca oyunları yapan bir piyes izlemiştik. Prag çok güzeldi ve okuduğum birçok kitaba sahne olduğu için oraya gidince kitapların içine dalmıştım. Prag’da iken bir gün turla Carlovy Vari’ye gitmiştik. Oranın eski adı Carlsbad’dı. İçmeleri meşhurdu. Dükkanlarda satılan porselen küçük testilere, meydandaki çeşmelerden akan kaynak suyundan doldurup içilebiliyordu. Oradaki dükkanlarda muhteşem güzellikte mavi beyaz porselenler ve yemek takımları satılıyordu. Atatürk gençken, böbrek tedavisi için bir süre buraya gelmiş ve şifalı sularından faydalanmış, tedavi olmuştu. Onun kaldığı otelin bahçesinde sabah kahvesi içmiştik. Karlovy Vari’nin sonbaharı kırmızıydı. Ağaçların bütün yaprakları ve parklardaki düşmüş yapraklar alev kırmızısıydı. Bu yer benim için gerçek bir cennetti. Parkta kırmızı yaprakların üzerine yatmış ve sonsuza kadar orada kalmak istemiştim. O gezi benim için bir terapi gibi olmuştu. Çünkü beni ben yapan sanat, müzik, edebiyat ve sonbahar cümbüşü bana adeta yeniden yaşadığımı duyumsatmıştı.
Bu seyahatin dönüşünde yeni bir hobi edinmeye karar vermiştim. O zaman çok revaçta olan ahşap boyama ve eskitme kursuna yazılmıştım. Haftada iki kere gidiyordum ve bu iş beni çok sarmıştı. Hem kursta çalışıyordum, hem de evde. Üstelik harıl harıl. Bu ahşap işlerine daldığımda saatlerin nasıl geçtiğini anlamıyordum bile. Rendeliyor, boyuyor, eskitiyor, cilalıyor, vernikliyordum. Yeni bir dolap almış arka balkona koymuştum. İçleri rengarenk su bazlı boyalar ve malzemelerle doluydu. Fırçalar, ayakkabı boyaları, zımpara kağıtları, resimler ve tutkallar havada uçuşuyordu. O kadar çok şeyler hazırladım ki sonunda artık bir sergi açmaya karar verdim.
99 yılının Kasım ayında Erensya Sefaradi’nin yeni cd’si “Mi İjo” yayınlanmıştı. Bu diskin ardından Göztepe Kültür Derneği’nde bir konser vermiştik. Çok başarılı bir konserdi, dostlarımız, sevdiklerimiz hep etrafımızdaydılar.
2000 yılı karışık duygularla geldi. Nasıl söylesem, çok coşkulu değildim, ama yazı yazmak, ahşaplarla uğraşmak bana iyi geliyordu. Ben de kendimi bırakmamak adına bunlara dört elle sarılıyordum. 2000 yılının ocak ayında Ankara Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nden bir konser teklifi almıştık. ODTÜ Türkiye’nin en önemli üniversitesidir. Ankara’da bizi ODTÜ’den Doçent Begümşen Ergenekon karşılamıştı. Çok soylu ve entelektüel bir kadındı. Bizi üniversitenin konuk evinde ağırlamışlardı. Konuk evinin odaları çok zarif döşenmiş, mütevazı bir otel gibiydi. Biz oraya Cuma akşamı gitmiştik. Cumartesi günü üniversitenin konser salonuna gidip prova yapmıştık. Begümşen hanım cd’lerimizi dinlemiş ve “Mi İjo” adlı şarkımızı çok beğenmişti. Bizden sırası geldiğinde bu şarkıya, sahnede mandoliniyle eşlik etmeyi istemişti. Konserde sahneye gelmiş bize mandoliniyle eşlik etmişti. Cumartesi akşamüstü verdiğimiz konser müthişti. İzleyiciler öğrenciler ve öğretim görevlileriydi. Bir sıra boyunca oturan kadınlı erkekli bir grubun özellikle çok hararetli alkışladıkları ve bize sevgi dolu gözlerle bakmaları, benim sahneden bile dikkatimi çekmişti. Konser bitip dışarıda verilen kokteyle katıldığımız zaman, bu grup yanımıza gelip kendilerini tanıttılar. Bu kişiler Prof. Dr. Yuda Yürüm ve eşi Perla, İsrael Büyük Elçiliği'nden Hanna Anum Atiyas ve Yuda Yürüm’ün yeğeni Sara ve eşiydi. Sarıldılar, öptüler, kutladılar. Gözleri sevgiyle parlıyordu. Yuda Yürüm benim Ankara kökenli kayınpederim Siyon Kohen Yanarocak’ın kuzeniydi. Kendini David’e tanıttı ve “biz kuzeniz” dedi. Kendi kuzeni olan Anum Atias’ın da David’le kuzin olduğunu söyledi. Yürüm de aslında Kohen’di. Soyadı Kanunu döneminde onlar Yürüm, David’in ailesi de Yanarocak olmuşlardı. Üstelik Davidi’n Ankaralı olan babaannesinin adı da Anum’du. Biz çok şaşkın ve sevinçliydik. Yürümler ve diğer akrabalar beni, David’i, Gery’yi ve Begümşen hanım ve oğlu küçük Atila’yı alıp yeğen Sara’nın evine götürmüşlerdi. Ben Ankara’da böylesine ağırlanacağımı söyleselerdi inanamazdım. Koskoca ODTÜ’lü bilim adamı Yuda Yürüm ve ailesiyle kahkahalarla ve sevgiyle saatlerce sohbet ettik. Benim için yine farklı bir evren duygusu vardı. Bu insanların hepsi ne kadar güzel, ne kadar sevgi doluydular.
Ertesi günü Begümşen hanım üniversiteye gelmiş, üçümüzü arabasına alıp Ankara’yı gezdirmişti. Anıt Kabir’e gittiğimizde çok heyecanlıydım. Sanki eski bir dostumu, babamı ziyarete gelmiştim. Orası çok etkileyiciydi. Anıtkabir’in müzesinde, Atatürk’ün vitrinler içinde kıyafetleri ve kişisel eşyaları sergileniyordu. Çok zarif ve klas giysiler, Ata’nın kişiliğinin dışa vurumu idi adeta. Müzenin satış mağazasından Atatürk kitapları satın almıştım ve biri ODTÜ’nün sembolünün olduğu, diğeri ise Ata’nın en yakışıklı haliyle, kalpaklı resminin olduğu bir kupa. O akşam uçağa binip İstanbul’a dönerken, her bakımdan doygun, başarılı ve keyifli hissediyorduk.
O sene Pesah’ta İsrael’e gitmiştik. Hay, ve Lisya'nın ailesi Yusuf ve Violet Albukrek de bizimle birlikteydi. Çocuklar çok iyi ve sevinçliydiler. Lisya tamamen toparlanmıştı. Soni’ler Yeruşalayim’de oturuyorlardı. Soni artık askerlik görevini yapıyordu. Üniversiteden çift dalda mezun olmuştu. Askerliğini Yeruşalayim’deki Merkez Komutanlığı'nda yapıyordu. Evli olduğu için akşamları eve gelebiliyordu. Hep birlikte çok güzel vakit geçiriyorduk. Arabalar kiralamıştık. Dere tepe geziyorduk. Pesah olduğu için Soni de izin almıştı. Pesah gecesi ilk defa yanımızda aile büyüklerimiz yoktu. Yani büyükler bizdik, gençtik ve çok eğleniyorduk.
Pesah dönüşü dünürüm Violet Albukrek’in üyesi olduğu Lyons Kulübünün “Afife Jale Sanat Merkezi”nde düzenledikleri kilim ve sedef objeler sergisinde, bana da bir bölüm ayrıldı ve yaklaşık 175 parça ahşap obje ile ilk kişisel sergimi açtım. Sergi deyip geçmemek lazım, David ve Yusuf Altıntaş, bütün objelerimin resmini çektiler, listelediler, numaraladılar, fiyat listesi hazırladır. Sergi çok başarılı geçmiş, yaptıklarımın çoğu satılmıştı. Ben hepsinin gelirini Lyons Kulübü’ne bağışlamıştım.
2000 yılının yazında Turing’in Büyük Ada Evi’nde bir konser vermiştik. Oranın kurucusu ve yöneticisi olan Çelik Gülersoy ile çok yakın dost olmuştuk. O günkü konserden sonra, bana basılmış olan tüm kitaplarını armağan etmişti. Çelik Gülersoy muhteşem bir adamdı. Oturup saatlerce sohbet ederdik. Büyükada’da kendine özel, tek atın çektiği, tek kanepeli beyaz bir faytonu vardı. Her pazartesi sabahı sabah saat 10 ‘da benim evimin köşesinden geçer ve beni vapur iskelesinin önüne kadar getirirdi. Ben her pazartesi sabahı Şalom Gazetesine gitmek üzere şehre inerdim. Bir keresinde Çelik Bey’e “ne güzel bir tesadüf, her pazartesi sabahı rastlaşıyoruz” dediğimde, kendisi gülümseyerek; ” Hayır ben her pazartesi bu sokaktan çok güzel bir hanımın belirdiğini gördüğüm için, özellikle aynı saatte buradan geçiyor ve bu güzelliği yanıma oturtup gururlanıyorum” demişti. Eski insanların bu gizemli zerafetleri ne yazıktır ki onlarla birlikte tarihe karıştı. Şimdi düşünüyorum de ömrümden ne şahane insanlar geçmiş. Bunlardarın içinde Prof. Dr. Siyami Ersek ve Çelik Gülersoy müstesna kişiliklerdir. İkisinin de ruhları şad olsun.
Yaz biterken bayramlarda çocuklar İstanbul’a gelmişlerdi. Böylece aile büyüklerimiz de onları görmenin ve bayram etmenin sevincini yaşıyorlardı. Günler paldır küldür akıyordu. 2000 yılının Ağustos ayında ikinci kitabım “Yakarılar, iİahiler ve Öyküleri” adlı kitabım yayınlanmıştı. İnce bir kitaptı. Yine Şalom Gazetesi’nin kavram sayfasında bir yıl boyunca aynı isimle yayınlanmış bir yazı dizisinin kitaplaştırılmış haliydi. Yine Yusuf’un büyük emekleri vardı ve yine Yeşua Salvo Loya’nın çektiği bir fotoğraf kitabın kapağı olmuştu.
İngiltere’den bağımsızlığını elde eden Mısır’ın ilk Kralı I. Fuad ve kendisinden 26 yaş küçük olan ikinci eşi Nazlı Sabri’nin aylardır beklediği gün gelmişti. 1921’in 5 Kasım sabahında İskenderiye’de dünyaya gözlerini açan Fevziye bebek dillere destan güzelliğiyle adını tüm dünyaya duyuracaktı. Daha sonra Mısır kralı olacak I.Faruk’tan sonra gelen dört kız kardeşin en büyüğüydü. Doğduğu günden beri sıkı bir eğitim sürecinden geçti, sarayda yabancı bakıcılar tarafından büyütüldü. Üniversite okumak için İsviçre’ye gitmeden önce, sarayda yabancı dil ve müzik dersleri aldı. Arapçaya ek olarak akıcı bir şekilde Fransızca ve İngilizce de konuşabiliyordu. İsviçre’ye gittiğinde yolu İran Şahı Rıza Pehlevi’nin oğlu Muhammed Rıza Pehlevi ile kesişecekti. Üstelik Pehlevi onun hayatının dönüm noktalarından birinde başrolde olacaktı. İsviçre’den ülkesine döndükten sonra, alınan bir kararla hayatı altüst oldu. 18 yaşına kadar mutluluk içinde geçen ömrünün geri kalanında Fevziye’yi acı dolu günler bekliyordu.
İRAN ŞAHININ OĞLUYLA EVLENMEYİ KABUL ETTİ
1900’lü yılların ilk yarısında, İran Şahı Rıza Pehlevi kendisine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ü örnek alıyordu. Atatürk’ün inkılapları ve ileri görüşlülüğü, İran Şahı Pehlevi’nin ülkesinde yapacağı atılımlar için her zaman rehberlik etmişti. Atatürk yaptıkları bir görüşmede, Pehlevi’ye, Ortadoğu'da iki güçlü ülkenin bir akrabalık bağı kurmasının bölge için çok iyi sonuçlar verebileceğini söylemişti. O dönem Ortadoğu'da, 1.Faruk yönetimindeki Mısır hızla gelişiyor ve modernleşiyordu. İran Şahı Pehlevi, işlerin pek iyi gitmediği ülkesi için Mısır ile akrabalık kurmanın mantıklı olabileceğini düşünerek Veliahtı Muhammed Rıza Pehlevi’ye bu fikri açıkladı.
Genç prens, babasının düşüncesine sıcak bakınca, Mısır prenseslerinin fotoğrafları genç veliahta gösterildi. Aslında İranlı bir kıza aşık olan veliaht prens, Mısır prensesi Fevziye’yi bir İngiliz dergisinin kapağında görünce onunla evlenmek istedi. O sırada eğitimini tamamlayıp ülkesine dönen, daha sonradan güzelliği nedeniyle ‘Asya Venüsü’ lakabıyla tanınacak olan Fevziye ise sıkıcı bulduğu saray hayatına uyum sağlamaya çalışıyor ve hayatını değiştirebilecek hayaller kuruyordu.
MISIR PRENSESİ İRAN KRALİÇESİ OLDU
İki ülke arasındaki hazırlıklar iki tarafın da onayıyla hemen başlatıldı, Muhammed Rıza ve Fevziye düğünden önce birbirlerini sadece nişan töreninde görmüşlerdi. Eğitimli ve dünyalar güzeli prensesin hayatı artık değişiyordu. Mısırın son prensesi ve İran’ın ilk imparatoriçesi Fevziye ve Muhammed Rıza, 40 gün 40 gece süren törenlerle 15 Mart 1939’da Kahire’de Abdeen Sarayı’nda evlendi. Prenses Fevziye’nin acıklı günleri işte tam da bu evlilikle başladı.
Çiftin çocukları, evliliklerinden yaklaşık bir buçuk yıl sonra dünyaya geldi. Takvimler 27 Ekim 1940’ı gösterdiğinde, Fevziye ve Veliaht Muhammed Rıza Pehlevi, Şehnaz adını verdikleri kız çocuklarını kucaklarına aldı. Evliliğin mimarı olan İran Şahı baba Rıza Pehlevi ise saltanatının son yılındaydı. Minik Şehnaz henüz 11 aylıkken, Prens Muhammed Rıza Pehlevi, babasının tahttan çekilmesiyle İran Şahı oldu. Takip eden yılda Kraliçe Fevziye’nin İngiliz fotoğrafçı Cecil Beaton tarafından çekilen fotoğrafı, dönemin ünlü haber dergisi ‘Life’ın 21 Eylül 1942 tarihli sayısının kapağı oldu.
KIZ ÇOCUK DOĞURDUĞU İÇİN SEVİLMİYORDU
Tüm gözler onun üzerindeydi ancak Fevziye mutlu değildi. Ortadoğu’nun en gelişmiş kentlerinden biri olan Kahire’den sonra Tahran, ’Asya Venüsü’ne hiç de cazip gelmiyordu. Şehrin yolları toprak, binalar ve evler demode, Gülistan Sarayı ise büyük bir villadan ibaretti. Kraliçenin İran’ın iklimine alışamaması nedeniyle sağlığının bozulması ve Şah’ın başka kadınları alenen Gülistan Sarayı’na getirerek kendisini aldatması gibi sebepler evliliğin bitmesi için aslında yeterliydi. Üstelik dillere destan güzelliği ve hüzünlü bakışlarıyla herkesi büyüleyen Fevziye, erkek yerine bir kız çocuğu doğurması nedeniyle, sarayda ve saray dışında da sevilmiyordu. Kayınvalidesi ve görümceleri ona çok kötü davranıyorlardı. Bu sıkıntılı günlerin ardından boşanmaya karar verdi. Takvimler 1945’i gösterdiğinde boşanmak için başlatacağı işlemlerin yeterli olacağını düşünüyordu. Ancak hesap edemediği çok önemli bir şey vardı.
BAŞINA GELECEKLERDEN HABERSİZDİ
Kızı Şehnaz’ı alıp Kahire’ye dönmeye karar verdi. Kocasi Şah Pehlevi, eşinin bu isteğine karşı çıkmamış ve kabul etmişti. Fevziye ummadığı bu kabulden sonra çok sevinmiş ve mutlu olmuştu. Fakat işler hiç de Fevziye’nin düşündüğü gibi kolay değildi. Kraliçe olduğu İran’dan, prenses olduğu Mısır’a dönmek istiyordu.
Kızıyla birlikte uçağa binen ‘Asya Venüsü’ artık Kahire uçuşunun başlamasını bekliyordu. Şah kızıyla uzun uzun vedalaşmıştı. Uçak henüz kalkmadan Şah arabasının içinde hala pistteydi. Protokol Şefi’ni uçağa göndererek kızı Şehnaz’ı son bir kez öpebilmesi için izin istedi. Fevziye kızını muhafıza verdi ve kızının, babası Şah’la son bir kez vedalaşması için gitmesine izin verdi.
FİLM GİBİ SAHNE
Minik Şehnaz uçaktan inince uçağın kapıları hızla kapatıldı ve Şah Pehlevi’nin emriyle Fevziye, kızı olmadan Kahire’ye yola çıkarıldı. Kocasının kurduğu tuzağı çok geç fark eden ve durumdan hiç şüphelenmeyen Fevziye’nin kızıyla yaşadığı yıllar süren ayrılığı işte bu film gibi sahneyle başladı. Uçakta haykırdı, kendini yerlere attı. Pilota geri dönmesi için yalvardı. Fakat emir kesindi. Şahın emrine kimse karşı gelemezdi. Kızı olmadan Kahire’de mutsuz günler geçirmeye devam eden Fevziye, kendisine büyük acı yaşatan kocası Muhammed Rıza Pehlevi’den resmi olarak ancak 17 Kasım 1948’de boşanabildi. Şah Pehlevi, Fevziye’den boşandıktan sonra önce Süreyya Bahtiyari ile, sonra ise Farah Diba ile evlendi.
KIZINA HASRET KALDI AMA PES ETMEDİ
Prenses Fevziye Fuad, Şah’tan boşandıktan beş ay sonra 28 Mart 1949’da Kahire’deki Kubbe Sarayın’da Çerkez asıllı diplomat ve 1. Faruk’un yaveri İsmail Şirin ile evlendi. Çiftin bir kızı ve bir oğlu oldu. 1952’de ağabeyi Kral Faruk tahttan indirilip sürgüne gönderilince, cumhuriyet ilan edildi ve kraliyet ailesi ülke dışına çıktı. Ancak ailesinin aksine Fevziye doğup büyüdüğü Mısırda kalmayı tercih etti.Kalan ömrünü İskenderiye ve Kahire’de geçirdi. 1994’te eşi, 2009’da ise kızı Nadia öldü. Dünyalar güzeli Mısır prensesi Fevziye’nin ihtişamlı hayatı, böyle hazin bir biçimde sona erdi.
Henüz 6 yaşındayken yollarının ayrıldığı kızı Şehnaz’la yıllar sonra İsviçre’de bir araya geldi. Kızı Şehnaz annesine mesafeliydi. Kızı onunla bir bağ oluşturmaya hevesli değildi. İkili birkaç kez buluşmalarına rağmen soğukluk ortadan kalkmadı. Fevziye bu durumu kabullenmek zorunda kaldı. Yaşadığı büyük hasret ve acıya rağmen hiçbir zaman pes etmedi
Fevziye yaşadığı zorluklara rağmen kararlı duruşu ve güçlü karakteriyle günümüzde de birçok kadına ilham kaynağı olmayı sürdürüyor.
Fevziye 2 Temmuz 2013 tarihinde Mısır’ın İskenderiye şehrinde, 92 yaşındayken hayata veda etti.
Çocukları: İran prensesi Şehnaz Pehlevi. Ardeşir Zahidi ile evlendi ve Zahra Mahnaz adında bir kızı oldu,
İkinci eşinden; Nadia Şirin, Hüseyin Şirin Efendi.
Kaynak: Wikipedia