GÜZELLİĞİ DİLLERE DESTANDI! MISIR PRENSESİ VE İRAN KRALİÇESİ FEVZİYE’NİN YÜREK BURKAN HAYATI
KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA-55-
98 yılını düşünüyorum da gerçekten çok bereketli bir yılmış. O yıla ne çok şey sığdırmışız? Aynı yıl içinde konserlerden ayrı olarak bir de önemli seyahat sığdırmışız. Bunun yanında ilk kitabım “Biz Kadınlar” da yayınlanmıştı.
Kitap deyip geçmemek lazım, önce tam iki buçuk yıl boyunca her hafta yayınlanan “Bizim Kadınlarımız” adlı köşemde biriken 99 Yahudi ve tarihte ayak izini bırakmış kadını yazdıktan sonra, onun başına hazırlanan evrensel kadın çalışması ilavesiyle, nisan ayında “Biz Kadınlar” adlı kitabım yayın hayatına katılmıştı. Kitabım Şalom Gazetesinin yan ürünü olan Gözlem Gazetecilik ve Yayıncılık'tan çıkmıştı. Yusuf Altıntaş’ın ön sözü ve arka kapak yazısıyla yayınlanmış, ön ve arka kapak fotoğraflarını fotoğraf sanatçısı sevgili dostum Yeşua Salvo Loya hazırlamıştı. Bu kitap ilk gebelik gibiydi, bu kitabın doğumuna beni çok seven insanlar azami destek vermişlerdi. O dönem Gözlem Yayınları ve Şalom kitaplarının sorumlusu olan sevgili Gila Kohen’ in sonsuz emekleri vardı. Sevgili Gila Kohen’i de o menhus hastalıktan 1999 yılında kaybettiğimiz zaman, Şalom camiasının ve hepimizin içi ağlamıştı. O bizim gönlümüzde hala bütün canlılığı ve sevgisiyle yaşıyor. 98 yılının Mayıs ayında, aynı zamanda İrvin Mandel’in de” Mozotros Ailesi” adlı kitabı yayınlanmıştı. Bir cumartesi akşamüstü, Şalom Gazetesinin galeri bölümünde ikimiz için bir imza günü düzenlenmiş, gazeteye gelen Şalom’cu ve diğer yüksek bir okuyucu kitlesine kitabımı imzalamıştım. O gün çok mutlu bir gündü. Beyaz şarap ve küçük ikramlar etrafta dolaştırılırken, konuklar kitabı satın alıp bana imzalatıyorlardı. Yusuf’un ve Salvo’nun gururları görülmeye değerdi. İkisi de bana sevgi dolu gözlerle bakıyorlardı. Ne de olsa ikisinin ön görüleri neticesinde, Kadıköylü Küçük Sara’dan kitabı yayınlanan Sara Yanarocak haline dönüşmüştüm. Bazı sevgili dostlarım bana o günün anısına küçük armağanlar getirmişlerdi. Yusuf da kitabımın anısına bana 6 köşeli, taşlı bir kolye armağan etmişti. İşte Budapeşte’de otelde çalınan kolyem bu kolyeydi. Onu final konserinde takmayı planlamıştım, nedir ki olamamıştı.
98 yılının ocak ayında ise David’le birlikte turla Budapeşte seyahatine çıkmıştık. Budapeşte, Bolşevik Rusya’nın hakimiyetinden henüz birkaç yıl evvel ayrılmış, yaralarını sarmaya çalışan bir şehirdi. Ama muhteşemdi. Ben oraya aşık olmuştum. Şehrin İstanbul gibi iki yakası vardı. Buda ve Peşte. Bu yakaların arasında Elizabeth köprüsü vardı. Tuna nehri üzerindeydi. Tarihi, eski katedralleri, parlamento binası, opera binası muhteşemdi. Kahramanlar Meydanı, Gellert Tepesi, Mattias Kilisesi inanılmazdı. Yahudi mahallesi, Dohany Sinagogu ve cumartesi sabahı gittiğimiz şabat duası ibadeti mükemmeldi. Sinagog reformist olup, ilahiler org eşliğinde söyleniyordu. Bahçenin içindeki Holokost için yapılan Ağlayan Söğüt Ağacı AnıtI’nın her bir yaprağı üzerinde, Macar Yahudilerinin tek tek adları vardı ve çok etkileyiciydi. Sinagogun bir duvarında Holokost’ta öldürülen binlerce insanın adı yazılıydı. Sinagoga bitişik bina Siyonizm’in ve İsrael rüyasının kurucu babası Thedore Hertzl’in doğduğu ve Bar Mitzva yaşına değin yaşadığı evdi. Evi Yahudi Müzesi haline getirmişlerdi. İçinde hem Yahudi objeleri ve belgeleri, hem Holokost’tan kalan, çizgili gri kamp üniformaları, kurbanlardan geriye kalan kişisel eşyalar, küçük çocukların oyuncak ve bazı giysileri, Yahudi yağından imal edilmiş sabunlar ve Holokost kalıtları vardı. Bu vahşetin somut olarak ve bir vitrin içinde sabun olarak karşıma çıkması, beni dehşet içinde bırakmıştı. Küçükken annemin anlattıklarının gerçek haline tanık olmuştum. Bedenim buz gibiydi. İşte o zamanlardan itibaren Holokost kafamın içinde gitgide şekillenmeye ve yazı hayatıma daha fazla hükmetmeye başlamıştı. O gün müzenin idari odasına Erensya Sefaradi grubunun İngilizce kişisel tanıtım metnini ve yayınlanan iki cd’mizi, ayrıca iletişim adresimizi bırakmıştık. İşte bu nedenle o sene Budapeşte’de yapılacak olan “Jewish Summer Festival”ine davet edilmiştik.
Budapeşte dönüşü Şalom'dan arkadaşım olan Teri (Galimidi) Sisa- Mason, artık Şalom'dan ayrılmış ve Beyoğlu’ndaki Borusan’ın Ofisinde, kültür departmanında çalışmaya başlamış, bizim Erensya Sefaradi olarak ofisin etkinlik salonunda bir konser vermemizi sağlamıştı. Seyahat dönüşü, o Cumartesi günü saat 18.00 sıralarında orada başarılı bir konser vermiştik. Konsere Budapeşte turunda tanışıp samimi olduğumuz iki çift de gelmişlerdi. Çok keyifli bir dinleti olmuştu.
98 yılını anlatmakla bitiremiyorum çünkü bayağı olaylarla doluymuş. Eylül ayının başında Budapeşte’de yapılan Jewish Summer Festival’in ardından, Soni, Lisya, onun ailesi ve bizler iki araba ile Bodruma gitmiştik. Bizim Bodrum Gümüşlükte Pan Club adlı bir tatil köyünde devre mülkümüz vardı. Lisya’lar da oradan bir apart daire tutmuşlardı. Birlikte tatil yapıyorduk. Albukrek ailesiyle çok iyi anlaşıyorduk. Günlerimiz neşeyle geçiyordu. Her gün iki araba Bodrum'un çeşitli koylarına gidiyorduk. Geceleri Bodrumun merkezine gidiyorduk. Yemek, alışveriş, sohbet her şey harikaydı. Çocuklar nişanlanmak üzereydi. Hay, artık abisini paylaşmaya alışmaya çalışıyordu. Lisya tek çocuk olduğu için bu duyguları tam olarak anlayamasa da, Soni ikisinin arasındaki dengeyi kurmaya gayret ediyordu. Sonuç olarak Hay çokça şımarıyor, Soni aralarında duruyor, Lisya ise bir erkek kardeşle yaşamayı ve küçükleri idare etme sanatını öğreniyordu. O sene Bodrumda Oasis adlı AVM açılmıştı. Orası gerçekten vaha gibiydi ve çok güzeldi. Oraya her gün illaki biraz gidilirdi. Dönüş yolunda da hep birlikte Antik Efes Şehrini ve Meryem Ana’yı ziyaret etmiştik. Daha evvel de yazdığım gibi Efes şehri gitgide genişliyor, arkeolojik buluntular çoğalıp, şehir ayağa kalkıyordu. Her sene oraya her gidişimizde Efesi daha da farklı buluyorduk.
Seyahat dönüşü hızla nişan hazırlıklarını tamamlamıştık. Lisya’nın ailesi Galatasaray Adası’ndaki şık restoranda nişanı yapmaya karar vermişti. İki tarafın aile efradı ve yakın dostları katılacaktı. Nişan 14 Eylül 98’de, Soni’nin 21. doğum gününden bir gün sonra yapıldı. Annemler, kayınvalidem ve diğer davetliler, bindiğimiz teknelerle Galatasaray Adası'na gitmiştik. Kuzenler ve aileleri de davetliydi. Ablamlar kayınvalidesini kaybettikleri için gelmemişlerdi ama Ari, Rina ve erkek arkadaşı Ariel Darsa nişana gelmişlerdi. Onların orada olması bana manen çok iyi gelmişti. Böyle bir günümde ablamın yanımda olmaması benim için çok kötüydü. Ben mutlu günlerimde, Venezya’sız kendimi hep eksik hissederdim çünkü. O geceye gazeteden Nana Tarablus’u, Yakup ve Nelly Barokas’ı, Tilda ve Selim Levi’yi ve tabii ki sevgili Yusuf Altıntaş’ı ve Erensya Sefaradi'deki yoldaşımız Gery ve eşi Alegra'yı da davet etmiştik. Bu arkadaşlar o devirlerde en çok görüştüğümüz ve sevdiğimiz dostlarımızdı. Bu duygularım günümüzde de hala geçerliliğini korumakta.
Nişan çok keyifli ve mutluydu. Herkesin keyfi yerindeydi. Lisya’cığım uzun siyah tuvaleti ve incecik bedeniyle çok güzeldi. Benim ilk neşem, ilk yavrum Soni aynı babası gibi, tam 21 yaşındayken nişanlanmıştı. Tam da annemin dediği gibi “Boyu, boyuna uygun ”dediği gibi çok uyumlu, güzel bir çift olmuşlardı.
Nişandan bir süre sonra Yamim Noraim bayramları da kutlanmış ve Soni ile Lisya, Yeruşalayim’e okula dönmüşlerdi. Ne yalan söyleyeyim artık eskisi kadar endişeli değildim. Oğlum sevdiği kızla, nişanlısıyla birlikteydi. Bir erkeğin eğer düzgün bir aşk hayatı varsa, daha mutlu ve başarılı olacağına inananlardanım. Sevdiği insanla birlikte olmak, kişinin yaşamına anlam katar ve onu çok daha iyi motive eder.
Soni’ler döndükten sonra artık normal hayatımıza dönmüştük. Arada Cuma günleri yine Fügen’le buluşuyorduk. Can artık epeyi büyüdüğü için artık onlar da bize gelmeye başlamışlardı. Çocuk 4,5 yaşını gelmişti. Çok şirindi ama yaramazdı. Bir gün bizim evdeyken ben kapının açılıp kapandığını duyunca, yerimden fırlamıştım. Can, Hay’ın odasında değildi. Ayağımda çoraplarla kapıyı açıp dışarı fırladığımda, Can ikinci merdivenden inmiş ve sokak kapısına yönelmişti bile… O günden sonra kapıları içeriden kilitleyip oturmaya başlamıştık. Ben ona “Bebeğim” dediğimde, o bana; ”Saya, artık bana bebek deme, ben toduk oldum” derdi.
98 yılı tatlısı ve acısıyla biterken aralık ayında doğum günümü bizim Göztepe’deki evde, annem, babam, ablam, Fügen ve Can’la birlikte kutlamıştık. O doğum günümde kazak zengini olmuştum. Annemler yeşil, ablam kırmızı ve Fügen lacivert birer kazak hediye etmişlerdi. Soni’ler, İsrail’den çiçek göndermişlerdi. Artık 43 yaşındaydım. Yavaş yavaş kemale eriyordum, ya da çaktırmadan yaş almaya başlamıştım. Ve yahut ben öyle hissediyordum.
İngiltere’den bağımsızlığını elde eden Mısır’ın ilk Kralı I. Fuad ve kendisinden 26 yaş küçük olan ikinci eşi Nazlı Sabri’nin aylardır beklediği gün gelmişti. 1921’in 5 Kasım sabahında İskenderiye’de dünyaya gözlerini açan Fevziye bebek dillere destan güzelliğiyle adını tüm dünyaya duyuracaktı. Daha sonra Mısır kralı olacak I.Faruk’tan sonra gelen dört kız kardeşin en büyüğüydü. Doğduğu günden beri sıkı bir eğitim sürecinden geçti, sarayda yabancı bakıcılar tarafından büyütüldü. Üniversite okumak için İsviçre’ye gitmeden önce, sarayda yabancı dil ve müzik dersleri aldı. Arapçaya ek olarak akıcı bir şekilde Fransızca ve İngilizce de konuşabiliyordu. İsviçre’ye gittiğinde yolu İran Şahı Rıza Pehlevi’nin oğlu Muhammed Rıza Pehlevi ile kesişecekti. Üstelik Pehlevi onun hayatının dönüm noktalarından birinde başrolde olacaktı. İsviçre’den ülkesine döndükten sonra, alınan bir kararla hayatı altüst oldu. 18 yaşına kadar mutluluk içinde geçen ömrünün geri kalanında Fevziye’yi acı dolu günler bekliyordu.
İRAN ŞAHININ OĞLUYLA EVLENMEYİ KABUL ETTİ
1900’lü yılların ilk yarısında, İran Şahı Rıza Pehlevi kendisine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ü örnek alıyordu. Atatürk’ün inkılapları ve ileri görüşlülüğü, İran Şahı Pehlevi’nin ülkesinde yapacağı atılımlar için her zaman rehberlik etmişti. Atatürk yaptıkları bir görüşmede, Pehlevi’ye, Ortadoğu'da iki güçlü ülkenin bir akrabalık bağı kurmasının bölge için çok iyi sonuçlar verebileceğini söylemişti. O dönem Ortadoğu'da, 1.Faruk yönetimindeki Mısır hızla gelişiyor ve modernleşiyordu. İran Şahı Pehlevi, işlerin pek iyi gitmediği ülkesi için Mısır ile akrabalık kurmanın mantıklı olabileceğini düşünerek Veliahtı Muhammed Rıza Pehlevi’ye bu fikri açıkladı.
Genç prens, babasının düşüncesine sıcak bakınca, Mısır prenseslerinin fotoğrafları genç veliahta gösterildi. Aslında İranlı bir kıza aşık olan veliaht prens, Mısır prensesi Fevziye’yi bir İngiliz dergisinin kapağında görünce onunla evlenmek istedi. O sırada eğitimini tamamlayıp ülkesine dönen, daha sonradan güzelliği nedeniyle ‘Asya Venüsü’ lakabıyla tanınacak olan Fevziye ise sıkıcı bulduğu saray hayatına uyum sağlamaya çalışıyor ve hayatını değiştirebilecek hayaller kuruyordu.
MISIR PRENSESİ İRAN KRALİÇESİ OLDU
İki ülke arasındaki hazırlıklar iki tarafın da onayıyla hemen başlatıldı, Muhammed Rıza ve Fevziye düğünden önce birbirlerini sadece nişan töreninde görmüşlerdi. Eğitimli ve dünyalar güzeli prensesin hayatı artık değişiyordu. Mısırın son prensesi ve İran’ın ilk imparatoriçesi Fevziye ve Muhammed Rıza, 40 gün 40 gece süren törenlerle 15 Mart 1939’da Kahire’de Abdeen Sarayı’nda evlendi. Prenses Fevziye’nin acıklı günleri işte tam da bu evlilikle başladı.
Çiftin çocukları, evliliklerinden yaklaşık bir buçuk yıl sonra dünyaya geldi. Takvimler 27 Ekim 1940’ı gösterdiğinde, Fevziye ve Veliaht Muhammed Rıza Pehlevi, Şehnaz adını verdikleri kız çocuklarını kucaklarına aldı. Evliliğin mimarı olan İran Şahı baba Rıza Pehlevi ise saltanatının son yılındaydı. Minik Şehnaz henüz 11 aylıkken, Prens Muhammed Rıza Pehlevi, babasının tahttan çekilmesiyle İran Şahı oldu. Takip eden yılda Kraliçe Fevziye’nin İngiliz fotoğrafçı Cecil Beaton tarafından çekilen fotoğrafı, dönemin ünlü haber dergisi ‘Life’ın 21 Eylül 1942 tarihli sayısının kapağı oldu.
KIZ ÇOCUK DOĞURDUĞU İÇİN SEVİLMİYORDU
Tüm gözler onun üzerindeydi ancak Fevziye mutlu değildi. Ortadoğu’nun en gelişmiş kentlerinden biri olan Kahire’den sonra Tahran, ’Asya Venüsü’ne hiç de cazip gelmiyordu. Şehrin yolları toprak, binalar ve evler demode, Gülistan Sarayı ise büyük bir villadan ibaretti. Kraliçenin İran’ın iklimine alışamaması nedeniyle sağlığının bozulması ve Şah’ın başka kadınları alenen Gülistan Sarayı’na getirerek kendisini aldatması gibi sebepler evliliğin bitmesi için aslında yeterliydi. Üstelik dillere destan güzelliği ve hüzünlü bakışlarıyla herkesi büyüleyen Fevziye, erkek yerine bir kız çocuğu doğurması nedeniyle, sarayda ve saray dışında da sevilmiyordu. Kayınvalidesi ve görümceleri ona çok kötü davranıyorlardı. Bu sıkıntılı günlerin ardından boşanmaya karar verdi. Takvimler 1945’i gösterdiğinde boşanmak için başlatacağı işlemlerin yeterli olacağını düşünüyordu. Ancak hesap edemediği çok önemli bir şey vardı.
BAŞINA GELECEKLERDEN HABERSİZDİ
Kızı Şehnaz’ı alıp Kahire’ye dönmeye karar verdi. Kocasi Şah Pehlevi, eşinin bu isteğine karşı çıkmamış ve kabul etmişti. Fevziye ummadığı bu kabulden sonra çok sevinmiş ve mutlu olmuştu. Fakat işler hiç de Fevziye’nin düşündüğü gibi kolay değildi. Kraliçe olduğu İran’dan, prenses olduğu Mısır’a dönmek istiyordu.
Kızıyla birlikte uçağa binen ‘Asya Venüsü’ artık Kahire uçuşunun başlamasını bekliyordu. Şah kızıyla uzun uzun vedalaşmıştı. Uçak henüz kalkmadan Şah arabasının içinde hala pistteydi. Protokol Şefi’ni uçağa göndererek kızı Şehnaz’ı son bir kez öpebilmesi için izin istedi. Fevziye kızını muhafıza verdi ve kızının, babası Şah’la son bir kez vedalaşması için gitmesine izin verdi.
FİLM GİBİ SAHNE
Minik Şehnaz uçaktan inince uçağın kapıları hızla kapatıldı ve Şah Pehlevi’nin emriyle Fevziye, kızı olmadan Kahire’ye yola çıkarıldı. Kocasının kurduğu tuzağı çok geç fark eden ve durumdan hiç şüphelenmeyen Fevziye’nin kızıyla yaşadığı yıllar süren ayrılığı işte bu film gibi sahneyle başladı. Uçakta haykırdı, kendini yerlere attı. Pilota geri dönmesi için yalvardı. Fakat emir kesindi. Şahın emrine kimse karşı gelemezdi. Kızı olmadan Kahire’de mutsuz günler geçirmeye devam eden Fevziye, kendisine büyük acı yaşatan kocası Muhammed Rıza Pehlevi’den resmi olarak ancak 17 Kasım 1948’de boşanabildi. Şah Pehlevi, Fevziye’den boşandıktan sonra önce Süreyya Bahtiyari ile, sonra ise Farah Diba ile evlendi.
KIZINA HASRET KALDI AMA PES ETMEDİ
Prenses Fevziye Fuad, Şah’tan boşandıktan beş ay sonra 28 Mart 1949’da Kahire’deki Kubbe Sarayın’da Çerkez asıllı diplomat ve 1. Faruk’un yaveri İsmail Şirin ile evlendi. Çiftin bir kızı ve bir oğlu oldu. 1952’de ağabeyi Kral Faruk tahttan indirilip sürgüne gönderilince, cumhuriyet ilan edildi ve kraliyet ailesi ülke dışına çıktı. Ancak ailesinin aksine Fevziye doğup büyüdüğü Mısırda kalmayı tercih etti.Kalan ömrünü İskenderiye ve Kahire’de geçirdi. 1994’te eşi, 2009’da ise kızı Nadia öldü. Dünyalar güzeli Mısır prensesi Fevziye’nin ihtişamlı hayatı, böyle hazin bir biçimde sona erdi.
Henüz 6 yaşındayken yollarının ayrıldığı kızı Şehnaz’la yıllar sonra İsviçre’de bir araya geldi. Kızı Şehnaz annesine mesafeliydi. Kızı onunla bir bağ oluşturmaya hevesli değildi. İkili birkaç kez buluşmalarına rağmen soğukluk ortadan kalkmadı. Fevziye bu durumu kabullenmek zorunda kaldı. Yaşadığı büyük hasret ve acıya rağmen hiçbir zaman pes etmedi
Fevziye yaşadığı zorluklara rağmen kararlı duruşu ve güçlü karakteriyle günümüzde de birçok kadına ilham kaynağı olmayı sürdürüyor.
Fevziye 2 Temmuz 2013 tarihinde Mısır’ın İskenderiye şehrinde, 92 yaşındayken hayata veda etti.
Çocukları: İran prensesi Şehnaz Pehlevi. Ardeşir Zahidi ile evlendi ve Zahra Mahnaz adında bir kızı oldu,
İkinci eşinden; Nadia Şirin, Hüseyin Şirin Efendi.
Kaynak: Wikipedia