MARİA VE JACKİE’NİN
AŞK ÜÇGENİNİN KARANLIK YÜZÜ
KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA - 53 -
1997 yılı İsrael dönüşü yine gazete yazıları, sahne ve konser çalışmaları derken zaman uçup gidiyordu. O sene Aralık ayında, Erensya Sefaradi Müzik Grubu olarak, her sene yapılan “Noel Baba Kültür Şenlikleri” organizasyonundan konser vermek üzere Antalya’ya davet edildik. Bu etkinlik her yıl Antalya’nın 5 yıldızlı otellerinden birinde yapılırdı. Noel babanın (Aya Nikola) doğduğu yer olan Demre’deki, antik Myra kentindeki şapelde de dini kutlama töreni yapılırdı. O sene yayın yönetmenimiz Silvio Ovadya, Teri Galimidi (Sisa-Mason) ve beni oraya Şalom’u temsil etmek üzere göndermeye karar verdi. Bu sefer 42. yaşımı da Antalya’da kutlayacaktım. Teri ile buluştuk, David bizi havaalanına götürdü ve etkinliğe katılacak diğer kişilerle birlikte uçağa bindik. Aramızda Yahudi cemaatinden Nedim Yahya, Harry Ojalvo ve eşleri de vardı. Tanımadığım birçok gazeteci, bazı Arap kökenli basın mensupları, bir-iki kilise görevlisi, Süryani Kilisesi Metropoliti Samuel Aktaş ve eşi Hanna ve isimlerini anımsayamadığım bazı üniversite öğretim görevlisi, değerli katılımcılarla birlikte Antalya’ya vardık. Teri çok kişiyi tanıdığı için beni de onlarla tanıştırıyor ve dostluklar kuruluyordu. Aquarium adlı otelde kalıyorduk. Teri ile aramızda paylaştığımız kişilerle, küçük röportajlar yapıyorduk. Oturumlara katılıp notlar tutuyor ve gazete için fotoğraflar çekiyorduk. Yurt dışından da bazı katılımcılar vardı. Üç semavi dini de kapsayan bir etkinlik olduğu için İsrael, Kudüs İbrani Üniversitesi’nden bir profesör ve eşi de Antalya’ya gelmişlerdi.
Teri ile aynı odayı paylaşıyorduk ve liseli kızlar gibi geceleri odada kıkırdaşıyorduk. Bir gece uyku tutmadı, bir türlü uyuyamıyoruz. Ben “Üşüyorum” deyince “Ben dee” deyiverdi. Benim sırtım üşür, onun da ayakları buz gibi olurmuş. Kalktık ben yün ceket giydim, o yün çoraplarını giydi; oh be valla canlanmıştık. Yattık ve tatlı bir sıcaklık bizi sarınca, kelimeler ağzımızda yarım kaldı, kendimizden geçiverdik.
O günlerin birinde otobüslere binip, Köprülü Kanyon diye bir yere götürülmüştük. Orası ömrümde gördüğüm en güzel yerlerden biriydi. Keskin yarıklarla bölünmüş dağların, kızıl yarıklarından aşağıya çağıldayarak ve beyaz köpükler halinde akan coşkun sular, zirveden hızla aşağı doğru taşarak, turkuaz renkli sulara karışıyordu. O çılgın nehirde birkaç genç rafting yapıyorlardı. Bu çılgınca akan suların hemen yanında salaş bir restoran vardı. Orada konaklayıp yemek yemiştik. O anda kepçeyle tutulan alabalıkların bu cennet parçasının ortasında, ızgara edilip tabaklara ikramı muhteşemdi. Dindar İsrael’li profesör ve karısı için, balıklar asma yapraklarına sarılıp pişirilmişti. Böylece balıklar ızgaraya değmeyecek ve kosher özelliğini kaybetmeyecekti. Her şey çok güzel ve pitoreskti. İçimiz mutlu, havada uçuşan Türkçe, İngilizce cümleler, balığın nefis lezzeti, iki parmak rakının muhteşem rayihası insanın hazdan başını döndürüyordu. Çok genç bir Arap gazeteci ikide bir yanımda belirip ”Maşallah Sara Hanım” diyordu. Biz Teri’yle birbirimize bakıp gülmekten yerlere yatıyorduk. Oysa ben 20 yaşında bir oğul sahibi olarak kendimi çok olgun ve yaşlıca hissediyordum. Mini etek giyiyordum ama, o başka bu başka, birisi eğer bana kur yaparsa, bu bana çok komik geliyordu.
Bir gün de oturumlardan sonra Aspendos Açık Hava Tiyatrosu'na gitmiştik. Orası muhteşemdi, amfitiyatronun basamaklarına oturmuş, arkeolog Nezih Başgelen’in orası hakkında verdiği tarihi bilgileri dinlemiştik. Daha sonra Rus genç bir gazeteci ortadaki sahnenin tam ortasına gelerek bariton sesiyle Rusça bir şarkı söylemişti. Gerçekten ortam rüya gibiydi. Ben çok durmuş oturmuş bir şekilde yetiştirildiğim için, her şey benim için olağanüstü nitelikteydi.
Noel Baba şenliklerinin gerçek dini anma günü olan bir gün, Demre’deki Antik Myra Şehri'ne götürülmüştük. Burada arkeoloji namına pek bir şey kalmamışsa da Roma dönemlerinden sonra Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde oraya yapılan çok eski şapel tamamen sağlamdı. Olasıdır ki restorasyondan geçirildiği için, ikonalar ve duvardaki dini içerikli frekler çok güzel görünüyordu. İstanbul’dan gelen her mezhebe mensup papazlar cüppelerini, başlıklarını ve mücevheratlarını kuşanmışlar, dini ayini sırayla yönetiyorlardı. İki papaz, ellerindeki buhurdanlıklarını iki yana sallarken, yanan günnük ağacının ağır kokusunu ve dumanlarını etrafa doğru saçıyorlardı. Daha sonra dışarıya çıkan bir papaz, etrafına kutsal suları serpiştirirken, elindeki çanaktan fırlayan sular, misafir bir katılımcı kadını duş gibi ıslatınca, biz Teri ile göz göze geldik ve gülme krizine girdik. Yüzümüzü bahçe duvarına, dönmüş katıla katıla gülüyorduk. Islanan kadın canhıraş bağırırken, ikimiz gülme sınırını aştık. Terinin tanıdığı Katolik bir genç papaz bizi kilisenin sağındaki ağaçlık yere götürdü. Gözlerimizden yaşlar akarken, bize ağaçtan kopardığı bir portakalı eliyle ayıklayarak ikram etti. Adam gerçekten çok olgun bir din adamıydı ve bizi tatlılıkla çocuk gibi yatıştırmıştı. Hatay’daki Katolik Kilisesi'nin papazıydı.
O akşam geç saatte, Gery ve David uçakla İstanbul’dan gelmiş ve bize katılmışlardı. Ertesi günkü kapanış programından sonra, otobüsle Antalya’nın Kaleiçi bölümünü ziyaret etmiştik. Kaleiçi tarihi sokakları, pansiyon ve otel haline getirilmiş eski binaları ve kafeleriyle, turistik şeyler satan dükkanlarıyla gerçekten harikuladeydi. Oradan Teri ile birlikte portakal ve turunç reçelleri satın almıştık. Son gece otelde konuklara küçük bir Semah gösterisi yapıldı. Ardından Mevlevi dervişlerinin Sema gösterisi vardı, uhrevi bir müzik eşliğinde yapılan Sema Ayini gerçekten yüreklere dokunuyordu. En son olarak da biz Yahudi cemaatini temsilen “Erensya Sefaradi” olarak sahneye çıkmış ve sanırım 8-10 şarkılık bir konser vermiştik. Çok alkışlanmıştık. Başında kipasıyla geceye katılan İsrael’li profesör gözlerinde yaşlarla bizi kutlamış, karısı beni öpücükler boğmuştu.
Ertesi gün dönüş için hava alanına vardık ve uçağa binip İstanbul’a geri döndük. Bu gerçekten harika bir serüvendi, Teri ile her zaman çok yakın olmuştuk ama o gezide ortak o kadar tatlı hatıralarımız oldu ki, bu gün hala Teri ile karşılaştığımız veya telefonlaştığımız zaman, sanki dün ayrılmışız gibi koyu bir sohbete dalarız. Onu gönülden çok severim.
Dönüşte katıldığımız ilk cumartesi toplantısında, yazı kurulu arkadaşlarımıza şenlikler hakkında bilgi vermiş ve o haftaki gazete için sayfalar dolusu yazılar yazmıştık. Bu, bir gazeteci olarak ilk ciddi deneyimimdi. Bunun yanı sıra güzel dostluklara da ortam sağlamıştı.
1998 yılı çok dolu bir yıldı. Önce Cemal Reşit Rey konser salonunda “Çekül Vakfı”nın yararına düzenlenen, büyük bir konser vermiştik. Yaklaşık 25 şarkıdan oluşan bu konser, arada verilen 20 dakikalık arayla oldukça yorucu bir konserdi. O gün konser bittiği zaman benim Silivri’deki sevgili komşum, küçük Yaşar Aysoy, üzerinde takım elbisesi ve papyonuyla sahneye çıkmış ve bana kocaman bir çiçek buketi vermişti. Canımın içi Yaşar’ı sarılıp öperken, sevgili ailesi Esin ve Sefer Aysoy bizi sevgiyle alkışlıyorlardı. Çok anlamlı güzel bir gündü. O dönemin Hahambaşısı Rav David Asseo ve eşi ile, Türk Yahudi Cemaat Başkanı sevgili Bensiyon Pinto ve eşi de konsere gelmişlerdi. Bensiyon Pinto arada kulise gelmiş, Yusuf’a, bana ve Gery ile David’e sarılmış, sevgiyle tebrik etmişti. Şimdi hatırlıyorum da, o heyecan ve yorgunluk içinde her ne kadar bunları sisli sahneler gibi anımsasam da her şey bir yana, bütün bu olanlar, herkese nasip olmayan olaylardı.
Soni'nin evdeki varlığının olmamasına artık iyice alışmaya başlamıştık, ama beni çok mutlu eden bir olay ise Soni’nin artık ev arkadaşlığından, sevdiği kız konumuna gelen Lisya Albukrek ile olan ilişkisiydi. Lisya harika bir kızdı. Çok sempatik, kumral, uzun boylu, güzel bir kızdı. Çok zekiydi. Aliya yaptıkları yılın sonunda yapılan, psikometri sınavının en yüksek notunu o almıştı. Önce psikoloji bölümüne girmişti fakat İbranicesinin, bu sözel bölümün ağır yükü kaldıramayacağını fark edince, yüksek matematik bölümüne yatay geçiş yapmıştı. Lisya da Soni gibi, çok güzel bir aile nüvesi içinde büyümüştü. Ailesinin tek çocuğuydu ama şımarık ve züppe değildi. Yani tam Soni’nin istediği gibi özellikleri vardı. Hepimiz Lisya’yı çok sevmiştik. Hatta ailesiyle bile tanışmış, yavaştan kaynaşmaya başlamıştık.
98 yazında Erensya Sefaradi olarak Bulgaristan’da yapılacak olan “Esperanza 98” isimli Sefarad Yahudileri yaz etkinliğine konserler vermek üzere davet edilmiştik. Tam bunun heyecanını yaşarken bir akşam Hay, o saatte basketbol oynadığı sırada eve telefon etti ve “Anne ben oyunda tekme yedim, bence bacağım kırıldı “dedi. Biz üzerimizdeki ev kıyafetiyle, derneğe gittik. Hay yerde oturuyor, oyun arkadaşlarıyla konuşuyordu. Bizi görünce “Korkmayın ben iyiyim ama, dizimin üzerine tekme yedim. Kemiğim kesin kırık” dedi. Arkadaşları bizimkini altı okka edip, bizim arabaya taşıdılar. Hay çocuklar gibi şendi. Herkes kahkahalar atıyordu. Sanki oğlanı hastaneye değil de askere yolcu ediyorduk. Acıbadem Hastanesi'ne gittik, röntgen falan derken, dizinin üzerindeki kemiğin kırıldığı anlaşıldı. Hay tekerlekli sandalyede oturmuş, kutu Cola’sını içerken biz David’le kara kara düşünüyoruz. Ertesi gün gideceğiz ama çocuğun ameliyat edilmesi lazım. Sonunda doktorla anlaştık, Hay’ın bacağını 4 günlüğüne alçıya aldılar. Ertesi gün biz Sofya’ya giderken, Hay’ı ablamın evine bıraktık. Ben üzüntüden kahroluyordum, çocuğumu ameliyat arifesinde bırakıp, başka memlekete şarkı söylemeye gidiyordum. O yıllar artık annemle babamın enerjilerinin bittiği yıllardı. Bereket ablam imdadıma yetişmişti. Yoksa sanırım Bulgaristan davetini iptal edecektik.
Bu biçimde bir ruh haliyle David, Gery ve ben Bulgaristan uçağına bindik. Uçakta sevgili Klara ve Eli Perahya da vardı. Şimdi artık aramızda olmayan bu iki müstesna insanla birlikte olmak, çok onur vericiydi. Onlar da bu etkinlikte konuşmalar yapacaklardı. Bulgaristan’a kendimi bildiğimden beri, hep yakın hissetmişimdir. Çünkü anneannem Sara Krispin Sasson, Varna’nın Sliven kasabasında doğup büyümüş ve sonra ailece Edirne’ye göç etmişlerdi. Daha sonra henüz 18 yaşında olan oğlu Yosef’i Varna’ya kuzenlerinin yanına göndermişti. Dayım Yosef orada evlenip çocuk sahibi olmuş, daha sonra 48’de ailesiyle İsrael’e göç etmişti. İşte Haifa, Carmel’de yaşayan dayım Yosef Sasson ve eşi Viki ile kuzenlerim bu aileydi. Dayım eşi ile evde hala Bulgarca konuşurdu. O yüzden kendimi Varna’ya çok ait hissederdim. Ülkeye ayak bastığımda yüreğim heyecanla pır pır ediyordu. Annemin atalarının, Krispin’lerin ve Sasson’ların ülkesine gitmiştim. Hem de konserler vermeye…
Jackie Kennedy ve Maria Callas, Marilyn Monroe olmasaydı, 29 Mayıs 1962’de New York’taki Maddison Square Garden’daki JFK Gala konserinde kesinlikle tanışacaklardı.
Bu, Başkan John F. Kennedy’nin 45. doğum günü kutlamalarının olduğu bir geceydi. Bu gecenin en önemli sanatçı konuğu, Milano’dan o gece için uçakla ABD’ye gelen opera yıldızı soprano Maria Callas’tı. Ancak akşama kayda değer bir şekilde katılmayan bir kişi başkanın eşi Jackie idi.
Marilyn Monroe’nun şarkı söylemeye davet edildiğini ve kendisinin, kocasının Monroe ile olan aşk ilişkisini bilen Jackie, film yıldızının Ulusal Televizyonda başkanı sesli olarak baştan çıkarırken, küçük düşürülmek istememişti.
Jackie’nin yokluğunda, Marilyn cinsel içerikli ve artık kötü şöhrete sahip ”Doğum günün kutlu olsun bay başkan” –Happy Birthday Mr. Presedent- yorumunu ulusa salmakta özgürdü.
New York köşe yazarı Dorothy Kilgallen tepkileri özetledi. ”Görünüşe göre Marilyn, 40 milyon Amerikalının önünde başkanla sevişiyormuş”. Sahnesinin alınmasına alışık olmayan Maria Callas bile Marilyn Monroe’nun onun rolünü çaldığını kabul etmek zorunda kaldı.
Maria Callas ve Jackie Kennedy hiç tanışmadılar. Oysa ikisi de yaldızlı jet sosyetenin iki ayrı önemli kişisiydi. Başlangıçta sadece yolları hiç kesişmedi. Daha sonraki yıllarda, her ikisi de Yunan denizcilik milyarderi Aristotle Onassis ile alenen yakınlaştıklarında bilinçli olarak birbirlerinden kaçındılar.
1974’te çekilen bir Barbara Walters televizyon çekiminde, Jackie hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, Maria buz gibi bir soğuklukla ”Onu tanımıyorum, onunla hiç tanışmadım.” dedi. Daha sonra konuyu değiştirdi.
Jacqueline Kennedy ve Maria Callas 1920’lerin Manhattan’ında dünyaya geldiler. Maria 23’te, Jackie 29’da doğmuşlardı. Ancak yaşam şartları taban tabana zıttı. Jackie, borsacı ’Black Jack’ Bouvier ve İrlanda kökenli bir sosyetik olan Janet Lee’nin kızı olarak zenginlik ve ayrıcalık içinde doğdu. Babası ona hayrandı ve ondan sık sık “bir erkeğin sahip olacağı en güzel kızı” olarak bahsediyordu.
Ondan 6 yıl önce doğan Maria, Yunan göçmenler George ve Evangelia Kalegeropoulos’un ikinci kızıydı. Aile ABD’ne göç ettikten sonra soyadlarını Callas olarak değiştirmişlerdi.
Maria, Jackie’nin aksine istenmeyen bir çocuktu. Annesi bir erkek bebek bekliyordu, yeni doğan bebeğinin kız olduğunu görünce, ilk dört gün ona bakmayı reddetti.
Jackie New York’ta seçkin bir özel okula gitti ve tatillerini Hamptons’ta ata binerek geçirdi. Edebiyat ve dillerde mükemmeldi. Maria yerel devlet okuluna gittiği Queens ilçesindeki bir eczanenin üzerindeki küçük bir apartman dairesinde büyüdü. Henüz beş yaşındayken olağanüstü bir sesi olduğu ortaya çıktı.
Ortak noktaları ise ikisinin de ebeveynlerinin mutsuzluğu ve sonuç olarak boşanmalarıydı. Anne ve babası ayrıldıklarında, annesi Maria ve kız kardeşini Yunanistan’a geri götürdü. Jackie ve kız kardeşi Lee ise Conneticut’taki yatılı okula gönderildi.
Ancak 24 yaşından itibaren hayatları benzerlik göstermeye başladı. O zamana kadar muhabir olarak çalışan Jackie, John Kennedy adlı hevesli ve atılgan bir politikacı ile tanıştırıldı. İrlanda asıllı, hırslı, zengin Boston’lu bir ailenin oğluydu. Kısa sürede evlendiler ve 10 yıldan kısa bir süre içinde, 32 yaşına gelen Jackie, Amerika’nın first lady’si olarak Beyaz Saray’da yaşamaya başladı.
Bu arada Maria Yunanistan’da Atina Konservatuarı’nda yıllarını şan eğitimi alarak geçirmişti. Sonuç olarak da Opera de Verona’da rol almak üzere iken, henüz 24 yaşındayken zengin bir İtalyan iş adamı olan Giovanni Batista Meneghini ile nişanlandı. Adam ondan 26 yaş büyüktü. Birkaç yıl içinde evlendiler ve kocası Maria’nın menajeri oldu.
Ardından ünü çığ gibi büyüdü, 30’lu yaşlarının başında, Maria Callas operanın first lady’si olarak selamlanıyordu.
Callas ve Kennedy, kendi kamusal kişiliklerini yaratma konusunda içgüdüsel bir yeteneğe sahiptiler. Jackie ideal “başkanlık eşi” imajını yarattı. Chanel ve Dior’dan giyindiği, kusursuz bir kağıt bebek ikonu oldu. Zahmetsiz bir imajın sahibi oldu.
Akşam yemeklerinden sonra, dünyaca ünlü müzisyenlerin çaldığı Beyaz Saray’da düzenlenen gala gecelerinde, Avrupa dillerine olan hakimiyetiyle konuklarını etkiledi. Aynı zamanda Jackie, cephenin arkasında evlat kayıpları yaşadı, kocasının sürekli olarak onu aldatmasının üzüntüsünü hiç belli etmedi ve çok güçlü bir profil sergiledi.
Çocukluğundan beri aşırı kilolu olan Maria da yeni kişiliğini icat etmeye koyuldu. 1953’ te 36 kg. verdi ve Audrey Hepburn tarzında güzel giyimli bir moda ikonu olarak ortaya çıktı. Jackie gibi, Maria da pek çok dili akıcı olarak konuşabiliyordu. O da bildiklerini birleştirerek, kendine özgü krallara layık bir aksanla konuşuyordu. Kendine yarattığı imajla sadece sahnelerin divası değil, kaprisleri, talepleri ve konser iptalleri ile gazetelerde manşet oluyordu.
Maria Callas, 1957’de Venedik’teki bir partide Yunan Denizcilik patronu milyarder iş adamı Aristotle Onassis ile tanıştırıldı. Birkaç hafta içinde, Maria ve kocasını Akdeniz gezisi için özel yatında kendisine katılmaya davet etti.
Onassis operayla zerre kadar ilgilenmiyordu, o aslında değerli ve ünlü insan koleksiyoncusuydu. Bu yat gezisi davetini, Maria şarkıcılık kariyeri ile çok meşgul olduğunu söyleyerek reddetti. Ancak sonunda Christina yatında Sir Winston ve Lady Churchill ile yapılacak olan tatil davetini kabul etti. Gemiden ayrıldığında Meneghini ile olan evliliği bitmişti. Oysa Onassis’in Tina isimli bir karısı ve iki çocuğu vardı.
Maria, Onassis tarafından baştan çıkarılmış, sesini ihmal etmesine ve bir zamanlar muhteşem opera kariyerine aniden son vermesine neden olacak bir dünyanın içine çekilmişti.
1963’te Onassis, Jackie Kennedy ile benzer bir fırsatçı taktik hazırladı. Oğlu Patrick’in henüz iki günlükken öldüğünü ve Jackie’nin delice bir yas içinde olmasını fırsat bilerek, onu iyileşmesi için Christina yatıyla yapılacak bir gemi yolculuğuna davet etti. Nedir ki, uzun zamandır birlikte olduğu Maria Callas bu seyahate dahil edilmemişti. Bunun yerine Onassis, onu Paris’te, onun için satın aldığı görkemli bir dairede bıraktı.
Üç ay sonra Kennedy Dallas’ta suikaste kurban gittiğinde dünya şoka girdi. Onassis elinden geldiğince Jackie’ye desteğini sunarak ona kol kanat germeyi sürdürdü.
JFK’nin ölümünden sonra, Jackie, kocasının erkek kardeşi Robert Kennedy ile teselli buldu ve onun başkanlık kampanyalarına destek verdi. Ancak Haziran 1968’de, onun da başkanlık seçimleri kampanyasında Los Angeles’te vurularak öldürülmesi sonunda Jackie paniğe kapıldı. Sırada kendi çocuklarının olduğu sanrısına kapılmıştı.
Onassis’in evlenme ve onu koruma teklifini kabul ederek, ona özel adası olan Scorpion’u, Olympic Havayolları şirketini ve muazzam servetini emrine verdi. Jackie arzuladığı güvenliği elde ederken, Onassis en büyük ödülü, dünyanın en ünlü kadınını almıştı. Düğün o kasım ayında bir tanıtım haberiyle patladı. Bu konu hakkında hiçbir haberi olmayan Maria, düğün haberini, Paristeki muhteşem evinde tek başına televizyonu izlerken öğrendi.
Jackie ile Onassis’in evliliği en başından beri bir felaketti. Onassis, ”Jackie gibi para harcayabilen biriyle hiç tanışmamıştım” diyordu. Evliliklerinin sadece ilk yılında 1,5 milyon dolar harcadı. Çoğunlukla evlerini yeniden dekore etti. En pahalı modaevlerinden alış veriş ederek gardrobunu baştan aşağı yeniledi.
Onassis’in birkaç hafta içinde Maria Callas ile ilişkisine yeniden başladığı herkes tarafından bilinmekte. İlk başta anlaşılır bir şekilde harap olan Maria onu görmeyi reddetti. Ancak, Onassis’in Mercedes Coupe’sini apartmanının ön kapısına çarpmakla tehdit ettiğinde, sonunda yumuşadı.
Onassis’in şoförü Yaikinto Rossa,”Ölümüne kadar her ay bir araya geldiler” dedi. ”Gerçek şu ki Maria Callas, Onassis’in tek gerçek aşkıydı. Hiç evlenmemiş olsalar da onun gerçek karısıydı.”
Jackie Amerika’ya döndü ama Kennedy ile Callas arasındaki rekabet yoğun olarak devam etti. Dünya basını, Onassis ve Callas’ın Paris’teki Maxim’s de iki kişilik romantik bir akşam yemeği yerken görüntüleri yayınladığında, Jackie hemen Boston’dan uçağa bindi ve iki gece sonra Onassis ile aynı restoranda yemek yerken fotoğraflandı. Bu Callas’a karşı, kasıtlı bir meydan okumaydı.
Jackie ile evliliğinin son yıllarında Onassis, Maria'ya yaptığı ihanetini büyük bir hata olarak görmeye başladı. Ağır hasta olduğunu öğrendiğinde, avukatlarına Jackie’ye karşı boşanma davası açmalarını söyledi. Bunu tipik Onassis tarzında yaptı-bu ona kalacak serveti azaltmak için, zina yaptığını ispatlamak için- özel detektifler tuttu. Bu Jackie’nin sürekli takip edilmesi anlamına geliyordu. Ancak Onassis, Jackie’den boşanamadı. Bunu yapamadan önce, hayati hastalığının yüzünden Paris’te bir hastaneye kaldırıldı. Jackie onun yanında değildi. Bunun yerine Aspen’a kayak yapmaya gitti. Ama Maria Callas’ın başucuna kabul edilmemesi talimatını bırakmayı da ihmal etmedi.
Callas aslında Onassis’i ölüm döşeğinde ziyaret etti. Bir servis asansörüyle gizlice odasına çıkarıldı ve komada yatarken bir saat onunla oturdu. Bu onun son vedasıydı. Onassis birkaç gün sonra öldü.
Onassis’in vasiyetinde karısının servetindeki payını en aza indirildiği bildirildi ancak Jackie buna itiraz etti.
Onassis’in kızı Christina, uzayan ve kamuoyuna açık hukuk savaşından kaçınmak için Jackie’ye 26 milyon dolarlık tam ve nihai bir ödeme yapmayı kabul etti. Maria Callas’a hiçbir şey kalmadı.
1975’te Onassis’in ölümünden sonra, sesi kesilen Maria, Paris’teki dairesinde münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Fotoğraflarla ve hatıralarla çevrili, şanlı geçmişinde yaşayan bir opera sanatçısı Norma Desmond ile oturur eski kayıtlarını dinlerdi. İki yıl sonra, 16 Eylül 1977 sabahı Callas, yatak odasının zemininde kalp krizinden yaşamın kaybetti ve ölü olarak bulundu. Maria veda ettiğinde sadece 53 yaşındaydı.
Jackie, yayıncılık alanında yeni bir kariyere başladı ve elmas satıcısı Maurice Tempelsman ile yeni bir aşk buldu. 1994 yılında 64 yaşındayken kanserden öldü.
Hem Jackie hem de Maria, milyonlar tarafından zamanlarının ikonları olarak hatırlanırken, bir zamanlar
dünyanın en zengin adamı olan Aristotle Onassis, bu olağanüstü dramdaki rolüyle hatırlanmaktadır.