MARİA VE JACKİE’NİN
AŞK ÜÇGENİNİN KARANLIK YÜZÜ
KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA-52-
96 yazında, Soni İsrael'e giden G.K.D. Gençlik turuna İsrailli rehber olarak katılmış, gezinin ortasında Kudüs İbrani Üniversite'sindeki Uluslararası İlişkiler ve Eğitim Fakültelerine kabul edildiğini bize müjdelemişti. Keyfine diyecek yoktu. Gezinin bitiminden bir süre sonra da İstanbul'a gelmişti.
Adadaki evde kalıyorduk. Çok mutluydum, çünkü iki çocuğum da yanımdaydı. Soni bu turu profesyonelce yaptığı ve Sohnut tarafından görevlendirdiği için yoğun çalışmasının karşılığında bir ücret almıştı. İlk defa para kazandığı için çok gururluydu. Çok yorgundu, hep evde oturup televizyon seyretmek istiyordu. Galiba belli etmemeye çalışsa da, fena halde ev özlemi de vardı. Eve durmadan arkadaş çağırıyordu.
Bayramlardan sonra, yeniden okuluna geri dönmüştü. Artık resmen üniversite öğrencisiydi. O yıllarda İkinci İntifada doruklardaydı. Özellikle Yeruşalayim’de hemen her gün terör olayları oluyordu. İntihar teröristleri otobüslere girip, bedenlerine bağladıkları bombaların pimini çekince, yolcularla birlikte havaya uçuyordu. Ölülerin etleri, bedenleri havaya uçup, kömür gibi yanıyorlardı. Evler matem ocağına dönmüştü. İşte benim oğlum da bu ortamda okula gidip geliyordu. Her patlamanın ardından Soni bir yolunu bulur, bana telefon eder, kendinden haber verirdi. Sonra telefonlarım susmak bilmezdi. Herkes sırayla beni arayıp Soni’yi sorardı. Onlar çok zor yıllardı. Her şeye rağmen biz Soni’ye asla duygu sömürüsü yapmaz aksine onu cesaretlendirirdik.
96 yılının bir özelliği daha vardı. Ekim ayının 24’ünde 20. evlilik yıldönümümüzü kutlayacaktık. David bir plan yaptı ve 20. yılımızda ilk defa Roma ve Paris’e gittik. Bu gerçekten heyecan vericiydi. İlk defa Avrupa’ya gidecektik. Nedir ki henüz 12 buçuk yaşında olan Hay nerede kalacaktı? Okul vardı. Annemler Bahariye’de oldukları için orada kalmak istemiyordu. Aslında evde yalnız kalmak istiyordu, ben bunu dinlemek bile istemiyordum. Sonunda geceleri yanında kuzeni büyük Soni'nin kalması şartıyla evde kalmasını kabul ettik. Hay, çok küçük olmasına rağmen, kendine yeten acar bir çocuktu.
Önce Roma’ya gittik. Oradaki tarih, mimarisi, şehrin güzelliği beni serseme çevirmişti. Sokaklardan, yollardan, evlerden heykeller fışkırıyordu. Müzelerin içinde kilometrelerce yol yapıyor ve galerileri bitiremiyorduk. Roma Müzesinde ve Sistina Şapeli'nde kendimden geçmiştim. Okulda öğrendiğimiz tarihi olaylar, objeler, sanat akımları gözlerimin önünden sonsuz bir biçimde akıyordu. Roma’da ve Floransa’da Rönesans ve Roma tarihi, Michelangelo sarhoşu olmuştum. Boticelli’nin salonunda mutluluktan nutkum tutulmuştu. Rafaello, Leonardo, beni kendilerine esir etmişlerdi.
Roma’nın sokakları, yolları, meydanları insanı efsunluyordu. O kadar mutlu ve o kadar yorgundum ki, bir gün Trevi Çeşmesi’nin önünde yere oturdum, botlarımı çıkardım. David’e; ”Ben bu gece burada yatıyorum, çünkü ayaklarım bitti demiştim”. Zavallıcık yarım saat boyunca ayaklarıma masaj yapmıştı.
Roma’dan sonra Paris’e gitmiştik ana bu sadece iki günlük bir gezi olacaktı. Zaten tur toplam 5 günlüktü. Paris bizi sadece tanışma kokteyli havasında konuk etmişti. İlk gün otobüsle uzun bir şehir turu. Önemli noktalarda kısa ziyaretler, mesela Eyfel Kulesi ve Trocadero Meydanı, Montmarte’da 2 saatlik bir mola, kahve alışveriş ve Sacre Coeur Kilisesi. Gece ise Lido. Lido müthişti. Güzel vücutlu, yarı çıplak kadınların şovları, sahne dansları, atraksiyonları, şampanya ikramı, tipik Paris ortamı, masalarda yanan küçük şık lambalar...
Ertesi gün otelimiz Bastille Kalesi’nin içinde olduğu için beni saran heyecan, Bastille sokaklarında yürüyüp 1789 İhtilalinin geçtiği atmosferde gezinmek. Bir Fransız tarihi ve sanatı delisi olarak gördüğüm her şeyi sanki içiyordum. Tanrı’ya içtenlikle teşekkür ettiğimi çok iyi anımsıyorum. Sadece kitaplarda okuduğum ve gördüğüm şeylerin yanında olup onlara dokunabildiğim için.
Her gün saat 5 sularında telefon kulübesinden Soni ve Hay’la konuşuyorduk. Yaşadıklarıma inanamıyordum. Bir çocuğum Yeruşalayim’de, diğeri İstanbul’da yalnızdılar ve biz Avrupa'daydık. Hayatın kendisi miydi bu, yoksa biz mi yanlış yerdeydik? Biz mi çocuklarımıza çok güveniyorduk, yoksa onlar mı çok özeldiler?
Sonunda 5 gün bitti ve eve döndük. Paris’i çok kavrayamamıştım ama, Roma ve Floransa beni büyülemişti. Günlerce gece yattığımda Roma aklımdan çıkmamıştı. Oraya yeniden gitmeli, ama bu kez daha uzun kalmalı, hakkını vererek gezmeliydik. Bu gibi çok önemli yerler 3-5 günde anlaşılamazdı.
Aralık ayına yaklaşırken, Soni beni 41.doğum günüm için İsrael’e davet etti. Doğum günü hediyesi gidiş dönüş uçak biletiydi. Yazın kazandığı paradan bana uçak bileti hediye ediyordu. Bunun bir anne için ne demek olduğunu kelimelerle ifade etmek imkansız. Sanırım aralık ayının 8’iydi. David beni havaalanına götürdü. 15 günlüğüne gidiyordum. Soni’nin diğer üç arkadaşı ile birlikte kaldığı Neve Yaakov semtindeki evlerinde kalacaktım. Harika karşılanmıştım. Soni’nin ev arkadaşları, Loni Bahar, Lisya Albukrek ve Lora Şıkgören Malki adlı çocuklardı. Ben de kendimi onların arasında çok genç hissediyordum. Saatlerce sohbet ediyor, gülmekten yerlere yatıyorduk. Ben gündüzleri Soni ile üniversiteye gidiyordum. Yıllar sonra Yeruşalayim’deki İbrani Üniversitesi’ndeydim. Hayallerimin yarısı gerçekleşiyordu. Artık oğlum orada okuyordu. Bir gün onunla felsefe dersine girmiş, amfinin en üstünde oturmuş, dersi dinleyen altın saçlı oğlumu izliyordum. Öğrenci olan ben değildim ama, zafer kazanmış gibi huzurlu ve doygundum. Artık hayallerim gerçek yaşama geçmeye başlamıştı. Bazı günler üniversitenin kütüphanesinde oturuyor, oradan bulduğum İngilizce kitapları okuyor, araştırmalarım için fotokopiler çekip, notlar tutuyordum. Orası sonsuz kaynaklardan oluşan bir kültür denizi gibiydi. Öğle saatlerinde üniversitenin “Frank Sinatra” isimli binasında bulunan kafeteryasında yemek yiyorduk. Soni’nin bütün arkadaşlarıyla aynı masada oturuyor ve çok eğleniyorduk. Orada hayatımda ilk defa soyadan yapılmış şnitzel yemiştim. Tavuktan neredeyse hiç farkı yoktu, hatta daha lezzetliydi. Sonra üniversitenin alışveriş ve kırtasiye bölümü olan Academon’a gider alışveriş yapardık. Ben o kadar mutluydum ki gördüğüm her şey bana eşsiz görünüyordu. Çocuk gibi defterler, kağıtlar, kalemler, silgiler satın alıyordum.
Soni orada oğlum değil de, yakın kankam gibiydi. Koşarak durağa gidiyor, otobüslere binip sağa sola gidiyorduk.
Hanuka bayramında, doğumgünüm 11 Aralık'a denk gelen akşam bütün çocukları alıp bir taksiye binmiş Kotel’e (Ağlama Duvarı) gitmiştik. Ömrümde ilk defa Kotel’e gece karanlığında gitmiştim. Dev gibi bir Hanukiya, tam duvarın önünde yanıyordu. Etrafta tek tük insan vardı. Hava buz gibiydi. Sonra şehir merkezinde bir restoranda hep beraber yemek yemiştik. Eve dönüşte de bana aldıkları pasta ile mum üfletmişler, resimler çekmiştik.
Her gün sufganiya (Hanuka bayramında hazırlanan ponçikler) yiyorduk. Ben kış mevsiminde ilk defa İsrael’deydim. Bir kaç gün sonra otobüse binip Haifa’ya gitmiştim. Carmel’deki rahmetli dayım Yosef’in ve kuzenlerimin evleri vardı. Tant Viki, kuzenim Yitshak ve Dalia beni sevgiyle karşılamışlardı. Ben Tante Viki’de kalmıştım. Onu o kadar severdim ki, günlerce sıkılmadan yanında kalabilirdim. O akşam Haifa B'nai Brith’inin Hanuka eğlencesi vardı. Dalia, Yitshak ve Tante Viki ile o eğlenceye gitmiştik. Kuzenim o dönem B'nai Brith’in başkanıydı. Törende, mum yakmak üzere beni de davet etmişlerdi. Sonra kuzenimle tango yapmıştık, herkes bizi alkışlamıştı. 41. Yaş doğumgünü haftam çok ilginç geçiyordu. Ertesi gün Tante Viki ile Carmel’de alış veriş yapmış ve akşamüstü otobuse binip Yeruşalayim’e geri dönmüştüm. Soni beni karşılamıştı. Bir gün de Aşdod’a kuzinim Zizi’ye gitmiştik, tüm aileyle sevgi dolu saatler yaşamıştık.
Hafta sonu Soni ile Tel Aviv’e gitmiştik. Deniz kenarındaki Yarkon Caddesi'nde Sea and Sun diye bir motelde kalmıştık. O akşam Şabat yemeği için sevgili arkadaşımız Robert Hasson’un annesi Edith bizi şabat yemeğine çağırmıştı. Elimizde bir şişe şarap ve bir buket çiçekle oraya gittiğimizde bütün aile bizi sevgiyle karşılamışlar, hala her anını hatırladığım harika bir akşam geçirmiştik hep beraber. Ertesi gün Tel Aviv’in deniz kıyısında, Soni sokakta folklör yapanlara katılmış danslar etmişti. Ben de oturduğum bankta onu mutlulukla izlemiştim. Oğlum İsrael’e el ve eldiven gibi uygundu. Oranın her şeyini yürekten seviyor, orada yaşamanın hazlarına ortak oluyordu. Girdiği her yerde tanınan ve sevilen bir insandı.
15 günün nasıl geçtiğini bile anlamadan ve doyamadan eve dönüş yoluna çıktım. Epeyi hüzünlüydüm. Derbeder ve sorumsuz günlerim bitmişti. Eve dönüyordum, yine anne, eş ve evlat görevlerine dönüyordum. Uçaktan inip valizlerimi alıp, dışarı çıkınca karşımda David, Hay ve Yusuf vardı. Yusuf'u görünce çok şaşırmıştım. Dışarı çıktık, parkta Yusufun arabası duruyordu, arabaya bindik ve eve döndük. Ben daha hiçbir şey anlayamadan, David Toyota Corolla marka bordo arabamızın çalındığını söyledi. Çok şaşırdım, çünkü bu çalınan ikinci arabamızdı. İki yıl evvel de yine bordo renkteki Doğan marka arabamız çalınmıştı. Ben gülerek David’e” Artık bordo araba almayalım, yoksa yine çalarlar” deyip gülmüştüm.
Artık Fügen’le her Cuma günü öğleden sonraları birbirimize gidip geliyorduk. Can iki buçuk yaşındaydı ve lokum çağını yaşıyordu. Bana “Saya”, kendine de “Zan” diyordu. “Ay lav yu Saya ”diyordu bana. Soni gittikten sonra, Hay da artık ergenliğe girdiği için, bu oğlancık bana hayat veriyordu. Çok şirindi. Ona harika oyuncaklar alırdım. Artık başrolde hep Can vardı.
Yusuf’un direktifleri eşliğinde artık bitmiş olan “Bizim Kadınlarımız” dizisinin üzerine, kadın konulu, tez niteliğinde bir çalışma yapıyordum. Bu çalışmanın hakkını verebilmek için onlarca kitap okuyordum. Bu çalışma evrensel kadının tarihini, biyolojisini, evrimini, kadın haklarını ve günümüze değin kadınların dünya üzerindeki duruşlarını ve ilerleyişini anlatmaya çalışan bir çalışmaydı. Aslında aralıksız çalışaydım belki de birkaç ayda bitirebileceğim bu çalışma, biraz geniş aile problemleri ve hastalıkları, biraz Erensya Sefaradi çalışmaları ve biraz da inkar edemeyeceğim tembelliğim de eklenince neredeyse bir buçuk yıla yayıldı. Ben arada gazetede yeni araştırmalar eşliğinde, yeni yazı dizilerine başlamıştım.
Üst üste konserler veriyorduk. İkinci albümümüz “La Kula De Galata” yayınlanmıştı. Bu albüm çalışmasında ünlü akordeon ve ses sanatçısı Muammer Ketencoğlu akordeon çalmıştı. Bu çerçevede radyo ve televizyon programlarına davet ediliyorduk. Günlerim gerçekten çok yoğundu. Bazen gazeteden başımı alamıyordum. Gazeteye yeni arkadaşlar, Feride Petilon, Luiza Uçki ve Çela Yuna da yazmaya başlamışlardı. Bu yılların içinde Teri Galimidi (Sisa-Mason) Tuna Saylağ, Ralf Arditi, Robert Schild, Ester Yannier, Zelda Tarablus da aramıza katılmışlardı. Gazetedeki toplantı günleri çok kalabalıklaşmıştı. Gazetenin galeri ve kitaplığının başında Gila Kohen vardı. Gila çok soylu, zarif ve ciddi bir genç kadındı. Ne yazık ki o da hayatını gencecikken o menhus hastalıktan kaybetti. Yeniler eskilerle hemen kaynaşıyordu ve has dostluklar yaratılıyordu. Gazete artık yeni binasına taşınmıştı. Teşvikiye’de, Atiye sokak, Polar Apartmanı’nda dubleks bir daireydi. Artık hepimizin masaları vardı. O dönemlere göre çok çağdaş ve şıktı. Gazete altın çağını yaşıyordu. Silvio Ovadya’nın öngörüşü ve atılganlığı sayesinde gazete çağ atlıyordu. Herkes çok sevinçli ve gururluydu. Ortam o kadar güzeldi ki insanın içinden her gün oraya gitmek geliyordu. Ama gazete Avrupa yakasında olduğu için sadece gazetenin yapıldığı günler olan pazartesi ve salı, ayrıca yazı kurulu toplantısı günü olan cumartesi öğleden sonraları orada oluyordum. Hafta başı evden gazeteye giderken sanki gerçek iş yerime gider gibi sevinç ve heyecanla yola koyulurdum. Aslında gazetede çalışma sistemi gönüllülük sistemiyle devam ederdi. Ücret almazdık. Tam tersine kendi cebimizden bolca yol masrafımız da vardı, ama bunu karşılığında bana verdiği gurur ve keyif milyonlara değerdi.
97 yılının Şubat ayında bizim Hay Eytan 13 yaşına gelmişti ve Bar Mitzva törenine hazırlanıyordu. Hay’la anlaşmıştık. Bar Mitzva törenini sinagogda yapacak, ardından Merit Antique (eski Ramada Oteli) Oteli'nde bir brunch yapacaktık. Sonraki Pesah bayramında hep birlikte İsrael’e gidip 15 gün Soni’yle beraber gezecektik. Hay sevinçten havalara uçtu. Zaten, hem Hay'ın, hem Soni’nin, hem de bizim o kadar geniş bir çevremiz vardı ki, bir gece balosuna bu kadar insanı sığdıramazdık. 13 Şubat sabahı Hay’ın tefillin takma töreni gerçekleştirilmişti. Sinagogdan sonra Manolya Pastanesi’ne hazırlattığımız kahvaltı sofrasına bütün aile büyüklerimizi ve yakınlarımızı davet etmiştik. Ama ne yazık ki büyük baba Granpapa Siyon artık aramızda değildi. Soni tabii ki kardeşiyle olmak için İsrael’den gelmişti. Sömestr tatiline denk geldiği için herhangi bir ders kaçırmak zorunda kalmadığı için içi çok rahattı.
15 Şubat sabahı heyecan içinde hep birlikte sinagoga gittik. Herkes çok şıktı. Ben mini etekli siyah bir gabardin tayyör giymiştim. Yakasında, incecik beyaz vizondan bir yakası vardı. Doğuma giderken David’e söylediğim gibi, bu bebeğin Bar Mitzva’sına vizon yakalı tayyör giymiştim. Saçlarım sade bir topuzdu ve hafifçe yana yatmış siyah şapkam vardı. Hay'ın sinagogda vereceği Türkçe söylevin metnini Yusuf Altıntaş yazmıştı. Her şey çok yolundaydı, herkes çok mutluydu. Sinagogdan çıkınca Avrupa yakasına geçmiş ve Merit Antique Oteli’ne gitmiştik. O gün bahar havası vardı. Üzerimize manto bile giymemiştik. O gün otelde yaklaşık beş yüz kişi vardı. Ailemizin istisnasız tüm akrabaları, G.K.D’den Soni'nin bütün arkadaşları, Ulus Musevi Lisesi ve Büyükada’dan Hay’ın bütün arkadaşları, David’in iş çevresinden dostları ve GKD’den ve gazeteden bütün arkadaşlarımız, dostlarımız oradaydılar. Gençler devamlı dans ediyorlardı. Şabat olduğu için Mum töreni yerine çiçek töreni yapmıştık. Tören gençlerin coşku ve heyecanlarıyla renkli, aile kısımlarında ise daha duygusaldı. Bence harikaydı. Herkes çok mutluydu. Hay’ın Bar Mitzva’sını gerçekten çok güzel kutlanmıştık. Soni durmaksızın Göztepeli arkadaşlarıyla dans ediyordu. Ortalık gençlik kaynıyordu. O günkü ilk dansı “Mi İjo” adlı şarkıyla Hay’la birlikte açmıştık. Böylece “Mi İjo” adlı şarkımız bundan sonra nice Bar Mitzva ve Brit Mila törenlerinde çalmaya devam etti. Hala da çalıyor.
Pesah bayramından 2-3 gün evvel Hay, David ve ben İsrail’e uçtuk. Bizi havaalanında Soni karşılamıştı. Artık yavaş yavaş gerçek bir İsrael’li hallerine bürünmüştü. Kendinden emin, mükemmel İbranicesi ile o bizi çekip çeviriyordu. Pesah bayramı olduğu için evdeki üç arkadaşı da İstanbul’a ailelerine gittikleri için, biz onların evinde kalabilmiştik.
İlk iş olarak Yeruşalayim’deki bir şirketten araba kiralamıştık. Dördümüz her gün harika gezilere çıkıyorduk. Dost, arkadaş, akraba ve özel geziler derken, günler su gibi akıyordu. Çok eğleniyorduk. Artık ağlama zırlama nöbetleri de yoktu. herkes bu yeni yaşama biçimini gitgide içselleştiriyordu. Aksaklıklar yoktu, her şey yolundaydı. Demek ki yaşadığımız her iyi günün tadını çıkarmak lazımdı.
Jackie Kennedy ve Maria Callas, Marilyn Monroe olmasaydı, 29 Mayıs 1962’de New York’taki Maddison Square Garden’daki JFK Gala konserinde kesinlikle tanışacaklardı.
Bu, Başkan John F. Kennedy’nin 45. doğum günü kutlamalarının olduğu bir geceydi. Bu gecenin en önemli sanatçı konuğu, Milano’dan o gece için uçakla ABD’ye gelen opera yıldızı soprano Maria Callas’tı. Ancak akşama kayda değer bir şekilde katılmayan bir kişi başkanın eşi Jackie idi.
Marilyn Monroe’nun şarkı söylemeye davet edildiğini ve kendisinin, kocasının Monroe ile olan aşk ilişkisini bilen Jackie, film yıldızının Ulusal Televizyonda başkanı sesli olarak baştan çıkarırken, küçük düşürülmek istememişti.
Jackie’nin yokluğunda, Marilyn cinsel içerikli ve artık kötü şöhrete sahip ”Doğum günün kutlu olsun bay başkan” –Happy Birthday Mr. Presedent- yorumunu ulusa salmakta özgürdü.
New York köşe yazarı Dorothy Kilgallen tepkileri özetledi. ”Görünüşe göre Marilyn, 40 milyon Amerikalının önünde başkanla sevişiyormuş”. Sahnesinin alınmasına alışık olmayan Maria Callas bile Marilyn Monroe’nun onun rolünü çaldığını kabul etmek zorunda kaldı.
Maria Callas ve Jackie Kennedy hiç tanışmadılar. Oysa ikisi de yaldızlı jet sosyetenin iki ayrı önemli kişisiydi. Başlangıçta sadece yolları hiç kesişmedi. Daha sonraki yıllarda, her ikisi de Yunan denizcilik milyarderi Aristotle Onassis ile alenen yakınlaştıklarında bilinçli olarak birbirlerinden kaçındılar.
1974’te çekilen bir Barbara Walters televizyon çekiminde, Jackie hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, Maria buz gibi bir soğuklukla ”Onu tanımıyorum, onunla hiç tanışmadım.” dedi. Daha sonra konuyu değiştirdi.
Jacqueline Kennedy ve Maria Callas 1920’lerin Manhattan’ında dünyaya geldiler. Maria 23’te, Jackie 29’da doğmuşlardı. Ancak yaşam şartları taban tabana zıttı. Jackie, borsacı ’Black Jack’ Bouvier ve İrlanda kökenli bir sosyetik olan Janet Lee’nin kızı olarak zenginlik ve ayrıcalık içinde doğdu. Babası ona hayrandı ve ondan sık sık “bir erkeğin sahip olacağı en güzel kızı” olarak bahsediyordu.
Ondan 6 yıl önce doğan Maria, Yunan göçmenler George ve Evangelia Kalegeropoulos’un ikinci kızıydı. Aile ABD’ne göç ettikten sonra soyadlarını Callas olarak değiştirmişlerdi.
Maria, Jackie’nin aksine istenmeyen bir çocuktu. Annesi bir erkek bebek bekliyordu, yeni doğan bebeğinin kız olduğunu görünce, ilk dört gün ona bakmayı reddetti.
Jackie New York’ta seçkin bir özel okula gitti ve tatillerini Hamptons’ta ata binerek geçirdi. Edebiyat ve dillerde mükemmeldi. Maria yerel devlet okuluna gittiği Queens ilçesindeki bir eczanenin üzerindeki küçük bir apartman dairesinde büyüdü. Henüz beş yaşındayken olağanüstü bir sesi olduğu ortaya çıktı.
Ortak noktaları ise ikisinin de ebeveynlerinin mutsuzluğu ve sonuç olarak boşanmalarıydı. Anne ve babası ayrıldıklarında, annesi Maria ve kız kardeşini Yunanistan’a geri götürdü. Jackie ve kız kardeşi Lee ise Conneticut’taki yatılı okula gönderildi.
Ancak 24 yaşından itibaren hayatları benzerlik göstermeye başladı. O zamana kadar muhabir olarak çalışan Jackie, John Kennedy adlı hevesli ve atılgan bir politikacı ile tanıştırıldı. İrlanda asıllı, hırslı, zengin Boston’lu bir ailenin oğluydu. Kısa sürede evlendiler ve 10 yıldan kısa bir süre içinde, 32 yaşına gelen Jackie, Amerika’nın first lady’si olarak Beyaz Saray’da yaşamaya başladı.
Bu arada Maria Yunanistan’da Atina Konservatuarı’nda yıllarını şan eğitimi alarak geçirmişti. Sonuç olarak da Opera de Verona’da rol almak üzere iken, henüz 24 yaşındayken zengin bir İtalyan iş adamı olan Giovanni Batista Meneghini ile nişanlandı. Adam ondan 26 yaş büyüktü. Birkaç yıl içinde evlendiler ve kocası Maria’nın menajeri oldu.
Ardından ünü çığ gibi büyüdü, 30’lu yaşlarının başında, Maria Callas operanın first lady’si olarak selamlanıyordu.
Callas ve Kennedy, kendi kamusal kişiliklerini yaratma konusunda içgüdüsel bir yeteneğe sahiptiler. Jackie ideal “başkanlık eşi” imajını yarattı. Chanel ve Dior’dan giyindiği, kusursuz bir kağıt bebek ikonu oldu. Zahmetsiz bir imajın sahibi oldu.
Akşam yemeklerinden sonra, dünyaca ünlü müzisyenlerin çaldığı Beyaz Saray’da düzenlenen gala gecelerinde, Avrupa dillerine olan hakimiyetiyle konuklarını etkiledi. Aynı zamanda Jackie, cephenin arkasında evlat kayıpları yaşadı, kocasının sürekli olarak onu aldatmasının üzüntüsünü hiç belli etmedi ve çok güçlü bir profil sergiledi.
Çocukluğundan beri aşırı kilolu olan Maria da yeni kişiliğini icat etmeye koyuldu. 1953’ te 36 kg. verdi ve Audrey Hepburn tarzında güzel giyimli bir moda ikonu olarak ortaya çıktı. Jackie gibi, Maria da pek çok dili akıcı olarak konuşabiliyordu. O da bildiklerini birleştirerek, kendine özgü krallara layık bir aksanla konuşuyordu. Kendine yarattığı imajla sadece sahnelerin divası değil, kaprisleri, talepleri ve konser iptalleri ile gazetelerde manşet oluyordu.
Maria Callas, 1957’de Venedik’teki bir partide Yunan Denizcilik patronu milyarder iş adamı Aristotle Onassis ile tanıştırıldı. Birkaç hafta içinde, Maria ve kocasını Akdeniz gezisi için özel yatında kendisine katılmaya davet etti.
Onassis operayla zerre kadar ilgilenmiyordu, o aslında değerli ve ünlü insan koleksiyoncusuydu. Bu yat gezisi davetini, Maria şarkıcılık kariyeri ile çok meşgul olduğunu söyleyerek reddetti. Ancak sonunda Christina yatında Sir Winston ve Lady Churchill ile yapılacak olan tatil davetini kabul etti. Gemiden ayrıldığında Meneghini ile olan evliliği bitmişti. Oysa Onassis’in Tina isimli bir karısı ve iki çocuğu vardı.
Maria, Onassis tarafından baştan çıkarılmış, sesini ihmal etmesine ve bir zamanlar muhteşem opera kariyerine aniden son vermesine neden olacak bir dünyanın içine çekilmişti.
1963’te Onassis, Jackie Kennedy ile benzer bir fırsatçı taktik hazırladı. Oğlu Patrick’in henüz iki günlükken öldüğünü ve Jackie’nin delice bir yas içinde olmasını fırsat bilerek, onu iyileşmesi için Christina yatıyla yapılacak bir gemi yolculuğuna davet etti. Nedir ki, uzun zamandır birlikte olduğu Maria Callas bu seyahate dahil edilmemişti. Bunun yerine Onassis, onu Paris’te, onun için satın aldığı görkemli bir dairede bıraktı.
Üç ay sonra Kennedy Dallas’ta suikaste kurban gittiğinde dünya şoka girdi. Onassis elinden geldiğince Jackie’ye desteğini sunarak ona kol kanat germeyi sürdürdü.
JFK’nin ölümünden sonra, Jackie, kocasının erkek kardeşi Robert Kennedy ile teselli buldu ve onun başkanlık kampanyalarına destek verdi. Ancak Haziran 1968’de, onun da başkanlık seçimleri kampanyasında Los Angeles’te vurularak öldürülmesi sonunda Jackie paniğe kapıldı. Sırada kendi çocuklarının olduğu sanrısına kapılmıştı.
Onassis’in evlenme ve onu koruma teklifini kabul ederek, ona özel adası olan Scorpion’u, Olympic Havayolları şirketini ve muazzam servetini emrine verdi. Jackie arzuladığı güvenliği elde ederken, Onassis en büyük ödülü, dünyanın en ünlü kadınını almıştı. Düğün o kasım ayında bir tanıtım haberiyle patladı. Bu konu hakkında hiçbir haberi olmayan Maria, düğün haberini, Paristeki muhteşem evinde tek başına televizyonu izlerken öğrendi.
Jackie ile Onassis’in evliliği en başından beri bir felaketti. Onassis, ”Jackie gibi para harcayabilen biriyle hiç tanışmamıştım” diyordu. Evliliklerinin sadece ilk yılında 1,5 milyon dolar harcadı. Çoğunlukla evlerini yeniden dekore etti. En pahalı modaevlerinden alış veriş ederek gardrobunu baştan aşağı yeniledi.
Onassis’in birkaç hafta içinde Maria Callas ile ilişkisine yeniden başladığı herkes tarafından bilinmekte. İlk başta anlaşılır bir şekilde harap olan Maria onu görmeyi reddetti. Ancak, Onassis’in Mercedes Coupe’sini apartmanının ön kapısına çarpmakla tehdit ettiğinde, sonunda yumuşadı.
Onassis’in şoförü Yaikinto Rossa,”Ölümüne kadar her ay bir araya geldiler” dedi. ”Gerçek şu ki Maria Callas, Onassis’in tek gerçek aşkıydı. Hiç evlenmemiş olsalar da onun gerçek karısıydı.”
Jackie Amerika’ya döndü ama Kennedy ile Callas arasındaki rekabet yoğun olarak devam etti. Dünya basını, Onassis ve Callas’ın Paris’teki Maxim’s de iki kişilik romantik bir akşam yemeği yerken görüntüleri yayınladığında, Jackie hemen Boston’dan uçağa bindi ve iki gece sonra Onassis ile aynı restoranda yemek yerken fotoğraflandı. Bu Callas’a karşı, kasıtlı bir meydan okumaydı.
Jackie ile evliliğinin son yıllarında Onassis, Maria'ya yaptığı ihanetini büyük bir hata olarak görmeye başladı. Ağır hasta olduğunu öğrendiğinde, avukatlarına Jackie’ye karşı boşanma davası açmalarını söyledi. Bunu tipik Onassis tarzında yaptı-bu ona kalacak serveti azaltmak için, zina yaptığını ispatlamak için- özel detektifler tuttu. Bu Jackie’nin sürekli takip edilmesi anlamına geliyordu. Ancak Onassis, Jackie’den boşanamadı. Bunu yapamadan önce, hayati hastalığının yüzünden Paris’te bir hastaneye kaldırıldı. Jackie onun yanında değildi. Bunun yerine Aspen’a kayak yapmaya gitti. Ama Maria Callas’ın başucuna kabul edilmemesi talimatını bırakmayı da ihmal etmedi.
Callas aslında Onassis’i ölüm döşeğinde ziyaret etti. Bir servis asansörüyle gizlice odasına çıkarıldı ve komada yatarken bir saat onunla oturdu. Bu onun son vedasıydı. Onassis birkaç gün sonra öldü.
Onassis’in vasiyetinde karısının servetindeki payını en aza indirildiği bildirildi ancak Jackie buna itiraz etti.
Onassis’in kızı Christina, uzayan ve kamuoyuna açık hukuk savaşından kaçınmak için Jackie’ye 26 milyon dolarlık tam ve nihai bir ödeme yapmayı kabul etti. Maria Callas’a hiçbir şey kalmadı.
1975’te Onassis’in ölümünden sonra, sesi kesilen Maria, Paris’teki dairesinde münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Fotoğraflarla ve hatıralarla çevrili, şanlı geçmişinde yaşayan bir opera sanatçısı Norma Desmond ile oturur eski kayıtlarını dinlerdi. İki yıl sonra, 16 Eylül 1977 sabahı Callas, yatak odasının zemininde kalp krizinden yaşamın kaybetti ve ölü olarak bulundu. Maria veda ettiğinde sadece 53 yaşındaydı.
Jackie, yayıncılık alanında yeni bir kariyere başladı ve elmas satıcısı Maurice Tempelsman ile yeni bir aşk buldu. 1994 yılında 64 yaşındayken kanserden öldü.
Hem Jackie hem de Maria, milyonlar tarafından zamanlarının ikonları olarak hatırlanırken, bir zamanlar
dünyanın en zengin adamı olan Aristotle Onassis, bu olağanüstü dramdaki rolüyle hatırlanmaktadır.