GÜZELLİĞİ DİLLERE DESTANDI! MISIR PRENSESİ VE İRAN KRALİÇESİ FEVZİYE’NİN YÜREK BURKAN HAYATI
KADIKÖYLÜ KÜÇÜK SARA -47-
-Geleceğin cılız çan sesleri -
92 yılı da ilginç olaylara gebeydi. O yılın başında ablamlar, artık 21 yaşına gelen yeğenim Ari'yi, bir yıllığına İsrael’e gönderdiler. Dönüşünde kısa süreli bedelli askerliğini yapacaktı. Ari, Kimya Fakültesini kazandığı halde artık öğrenim hayatına devam etmek istememişti. Ergenliği fırtınalıydı. GKD’ de güzel dostlukları vardı, hatta gençler arasında çok popülerdi. Hatırlıyorum da Ari’nin gittiği ilk günler, ayrılık duygusunu ilk defa tattığımızdan, bu hepimize çok zor gelmişti. Ablamlar 15 günlüğüne onunla birlikte İsrael’e gitmişlerdi. Amaçları onu, bir yılını rahat ve huzurlu geçireceği bir ortama yerleştirmekti. Sonunda rahmetli yengemiz Tante Viki onu Yoqne'am’da bulunan, Bulgar Yahudi’si bir dostunun yaşadığı kibutza yerleştirmişti. Aynı iki hafta süresinde, Rina bize gelmişti. Artık lise öğrencisiydi ve okulu bizim eve paralel sokakta olan Kadıköy Anadolu Lisesi’ydi. Rina’lı 15 günü benim oğlanlar sevinçle karşılamışlardı. Okuldan eve gelince, özellikle akşam yemeklerinde evde şenlik vardı. Üçü birlikte kahkahalarla dolu şamatalar yapıyorlardı.
Ben artık her cumartesi günü Yusuf Altıntaş’la birlikte Şalom Gazetesi’nin yönetim kurulu toplantısına gidiyordum. Önce yolda bir şeyler atıştırır, sonra gazeteye giderdik. Gazetenin cumartesi atmosferi çok neşeli ve hoş olurdu. Saat 5 gibi başlayan toplantıda, masanın ucunda gazetenin yönetmeni Silvyo Ovadya otururdu. Silvyo çok yakın ve kardeşleri gibi gördüğü biz yazarlarına, önce cemaatte o hafta olan bitenleri anlatır, bizi her konu ve problem hakkında bilgilendirirdi. Doğal bir idarecilik yeteneği vardı. Her konuda fikri vardı ve çok geniş bir girişimcilik yeteneği vardı. İri bedeni ve volümü oldukça yüksek sesiyle odayı bulut gibi kaplar, onun çekimine dalardınız. Kuvvetli bir karakteri ve tuttuğunu koparan bir disiplini vardı. Kimsenin etkisinde kalmaz, kafasına koyduğunu yaşama geçirirdi. Kendi ablasına yaptırdığı tatlılar ve tuzlularla masayı boydan boya donatır, orada çalışan Kemal ve Hasan’ın getirdikleri tavşankanı çayların eşliğinde anlatır da anlatırdı. Dönüş yolunda Yusuf’un arabasında benden başka, Lizi Behmoaras, Teri Galimidi (Sisa-Mason), bazen Luizet Palombo da olurdu. Yoldaki sohbetlerin tadı da ayrıydı. Lizi’nin anlattıklarına bayılırdım. Teri daha sakin bir insandı ama dünya tatlısıydı. Onunla yaşıttık. Luizet ise ailesi eski Kadıköylü olan, üniversitede okuyan, tutkulu bir genç kızdı. Yıllar yıllar…herkesi dişli çarklardan geçirdi ve sonunda ortaya herkesin kendi kaderini yaşayacağı yıllar başladı.
Bir gün Soni, Talmud Tora’dan bir haberle geldi. Caddebostan Talmud Tora yönetimi, Soni’yi her sene Yom HaAtsmaut günü Yeruşalayim'de yapılan Tanah Yarışması’na göndermeye karar vermişti. Bu yaklaşık 15 günlük bir programdı. Soni 15 yaşına yaklaşıyordu. Tabii ki izin verdik ve Soni haftanın bazı günlerinde Rav Yehuda Leon Adoni’nin öğretmenliğinde Tanah çalışmaya başladı. Dersleri zaten çok iyi olduğundan bu ona engel teşkil etmeyecekti. Hahambaşılık’tan aldığımız bir dilekçeyi okula vermiş, yurt dışında bir yarışmaya katılabilmesi için okuldan bir rapor almayı başarmıştık.
Bu arada Soni artık Bahariye’de oturduğumuz için şikayet etmeye başlamıştı. Bütün arkadaş çevresi, dernek ve diğer faaliyetleri hep Göztepe ve çevresinde olduğundan, Bahariye-Göztepe yolu onu sinir ediyordu. Sık sık Caddebostan-Göztepe taraflarına taşınmaktan söz ediyordu. Hepimizin evde olduğu bir kar tatilinde, bütün arkadaşları birarada olan Soni, Kadıköy'de 'kapana kısılmıştı'. Kardan dolayı yollar kapalı, onunsa arkadaşlarına gidebilmesi mümkün değildi. Bütün gün tabiri caizse içimizi yedi. Sonunda akşam yemeğinde, David, Soni’ye “Sen ne istiyorsun?” diye sordu. Çocuk “Göztepe taraflarına taşınalım istiyorum” dedi. David “Tamam git emlakçıları dolaş, ev bul, taşınalım” dedi. Ben gülmeye başladım. Ama Soni doğduğundan beri çok ciddi olduğu için, bu teklifi de ciddi karşıladı ve cumartesi günü en yakın arkadaşı Elyo Baron’la birlikte, Göztepe çevresindeki bütün emlakçılara sırasıyla gidip, istediği sokaklardan, istediği boyutlarda bir ev satın almak üzere. bizim evin ve babasının iş telefon numarasını ve bizim isimlerimizi verdi. İki gün sonra 3 tane emlakçı beni aradı ve gösterebilecekleri birkaç evden söz ettiler. Ben hala olanlara inanmadan David’i işinden aradım ve vaziyeti anlattım. Ona emlakçıların telefon numaralarını verdim. O akşam emlakçılarla birkaç ev gezdik. ben hala olayın ciddiyetini kavramamışken, ertesi gün 4.bir emlakçı aradı ve “Sizin çok genç, sarışın ve gözlüklü, Soni adında bir oğlunuz var mı?” diye sordu. Ben “Evet” diye yanıtlayınca, ”Bakın ben aslında çocuklara çok güvenmem ama, oğlunuz o kadar ciddi ve saygılı davrandı ki, sizi aramadan edemedim. Elimde çok iyi bir emlak var, görmek ister misiniz?” dedi. Ben yine hemen David’i aradım ve gülerek olanları anlattım ”Tamam, akşam 8 için randevu al” dedi. O akşam Soni ve Hay da bize katıldılar, ne de olsa bu işin başını Soni çekiyordu. Ev Ömer Paşa Caddesi’ndeydi. 2. Orta Sokak’la kesiştiği köşedeydi. Aslında eskice bir binaydı. 3 oda ve orta boy bir salonu vardı. Girişi çok büyüktü. Mutfak çok büyük değildi, iki tuvaleti ve çam ağaçlarının çevrelediği harika bir balkonu bulunmaktaydı. Bu evde tepeden tırnağa tadilat yapılmadan oturmak olası değildi. Fiyatını öğrenen ve hesaplarını yapan David bunu karlı bir alım olacağını düşündü ve bana bakarak “Bence ok “dedi. Soni neredeyse sevinçten dans edecekti. İki gün sonra evi almıştık ama… aması vardı, şöyle ki, sonbaharda yeni aldığımız yazlık evin borcu bitecek, tadilata daha sonra başlanacaktı. Soni için hava hoştu. Evi güzelce temizlettik. Soni oraya artık kullanmadığımız açılır kapanır sandalyeler ve portatif bir masa götürdü. Benden birkaç tabak ve bardak istedi. Taşınabilir müzik setini ve kasetlerini de götürünce, evde arkadaşlarıyla buluşmalar başladı. Yere de bir eski halı sermişti. Geceleri eve dönmek istemiyorsa, ablamın Göztepe’deki evinde veya arkadaşı Elyo’da yatıyordu, hafta sonu günlerinin hepsinde arkadaşları ve kuzenleriyle eğleniyordu.
O sene mayıs ayında İsrael’e Tanah Yarışması’na gidecekti. Sardı mı beni bir telaş? 14.5 yaşındaki oğlumu ben oraya nasıl yalnız gönderirdim? Onu, İsrael'deki Ben Gurion Havaalanı’nda, Tanah Yarışması Organizasyonu’ndan bir görevli bekleyecekti ama, ben onu kendi gözlerimle görmek istiyordum. Sonuç olarak 92 yılının mayıs ayında yine El-Al uçağına binmiştik. Bu sefer yanımızda Soni de vardı. Alana indik. İsrael’li görevli Soni’yi teslim aldı, bize de gerekli telefon numaralarını verdi ve ben çocuğumu bir adama teslim ederek, Hayfa’ya kuzenim Yitshak Sasson’un evine gittim. Sevgiyle karşılandık. David’le yine günlük turistik gezilerimize başladık. Bu sefer artık her yeri öğrendiğimiz için rahatça geziyorduk. Yine akraba ve arkadaş ziyaretleri yapıyorduk. Soni fırsat buldukça kuzenimin evini arayıp kendinden haber veriyordu. Soni’lerİ çok önemli yerlere ziyarete götürüyorlardı. Devlet Başkanı konutunda, Devlet Başkanı Chaim Herzog yarışmaya katılacak olan gençleri ağırlamış ve onlarla sohbet etmişti. Knesset’i ve Tel Aviv'deki Savunma Bakanlığı'nı ziyaret etmişlerdi. Dünyanın bütün Yahudi cemaatlerinden seçilmiş olan gençler, İsrael’de bir araya gelmişlerdi. Soni Türkiye Yahudileri’ni temsilen oradaydı. Soni’ler ilk günlerde Natanya yakınlarında Kibutz Bahan'da, ardından da Yeruşalayim’de bulunan Kiryat Moria adlı bir öğrenci yurdunda kalıyorlardı. Tanah çalışması saatlerinin dışında grubu İsrael’in değişik şehirlerine gezilere götürüyorlardı. Bu Soni’nin İsrael sevdasına kapıldığı başlangıç dönemiydi. Orada Soni’nin dezavantajı İbranice bilmemesiydi. Dünyanın dört bir yanında diasporada yaşayan gençler takır takır İbranice konuşurken, bir tek bizimki ve Bulgaristan'dan gelen Stefan adlı genç, İngilizcesiyle yetinmek zorunda kalıyordu. Bizim cemaatin en büyük eksiklerinden bir dindaşlarına İbranice öğretmemektir. Türk Yahudileri asırlarca Ladino dilini konuştukları halde, daha sonra Fransızcaya değer vermişler, ve geçen yüzyıllar içinde İbranice'nin önemini görememişlerdir. Günümüz Türk Yahudilerini en çok ürküten sorun, İbraniceyi öğrenme meselesidir. Garip ama gerçek!
Yom HaAtsmaut gününden bir gün evvel David’le ben, eski şehrin surlarına çok yakın olan YMCA Otelinde yer ayırttık. O gece İsrael 43. yaşını kutluyordu. Yeruşalayim’in gece hali ayrı güzeldi. Eski şehrin surları ve Montefiore’nin Yel Değirmeni ışıklandırılmıştı. O surlar ve haşmetli duvarlar insana uhrevi bir sevgi ve duygu yüklüyordu. Eşimle ben o geceki bayram kutlamalarında Yeruşalayim sokaklarında gezmiş, meydanlarda kurulan orkestraların sevinç dolu müziklerini dinlemiştik. Ertesi gün Teatron Yeruşalayim’de Tanah Yarışması yapıldı. Etraftaki TV kameraları canlı yayın yapıyorlardı. Soni de sahnede kurulan uzun masada diğer gençlerle birlikte oturuyordu. Önce Knesset Başkanı bir konuşma yaptı, sonra sahneye çıkan Başbakan Yitshak Shamir de bir konuşma yaptı. Yarışmayı İsrail’li bir oğlan kazanmıştı. Yarışmanın bitiminde, bazı gençler ülkelerine dönerken, İsrael’liler evlerine döndüler. Biz de Soni’yi görevlilerden teslim aldık. Oğulcuğumuza kavuşmuştuk, kalan birkaç günü onunla birlikte geçirecektik. O gün Soni’nin sayesinde katıldığımız bu özel günde, oğlumuzla gururlanmış, dolup taşmıştık. Birlikte Ağlama Duvarı'na giderek başladığımız son 5 seyahat gününde, birlikte pek çok geziler yaptık. Bir gün Ari’nin kibutzuna gitmiş, birkaç saat beraber olmuştuk. Akşam yemeğini onunla birlikte kibutzun yemekhanesinde yemiştik. Ari iyiydi. Birçok arkadaş edinmişti ve keyfi yerindeydi. Arada bir kuzenlerimizin evinde hafta sonları geçiriyordu. Her şey yolundaydı.
Nihayet dönüş günü geldiğinde, yine gözyaşları içinde herkesle vedalaşıp, İstanbul’a dönmüştük. Uçağa bindiğimiz anda Soni büyük bir kararlılıkla, ”Liseyi bitirir bitirmez buraya aliya yapacağım ve üniversiteyi burada okuyacağım” dedi. Bana uyardı açıkçası; ”Sana açık kart veriyorum, hayallerinin peşinden git” dedim. Kadıköylü Küçük Sara’nın beceremediğini, artık Kadıköylü küçük Soni gerçekleştirecekti.
O yaz, yazlığa gittiğimiz zaman Soni artık başka bir boyuttaydı. Neredeyse 15 oluyordu ve yolunu belirlemişti. Bunu artık herkesle paylaşıyordu. İnsanlar onu gülümseyerek dinlerken, ben onun çok ciddi olduğunu anlamıştım. Ruhum bayram yeri gibiydi. O uçmak istiyorsa, biz onun kanatlarına motor takacaktık. Hayatta insanların verecekleri kararlara saygı duyulması ve yüreklendirilmesi gerektiğini sanırım benden daha iyi kimse bilemezdi.
Zaten yazlık evimin bir duvarına daha önceden, Halil Cibran’ın bir şiirini çerçeveletip asmıştım,
Şiir şöyleydi;
Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil,
Onlar kendi yolunu izleyen Hayatın oğulları ve kızları.
Sizin aracılığınızla geldiler ama, sizden gelmediler.
Ve sizinle birlikte olsalar da, sizin değiller.
Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil
Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.
Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil.
Çünkü ruhları yanındadır.
Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz.
Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları
Kendiniz gibi olmaya zorlamayın.
Çünkü hayat geriye dönmez, dünle de bir alışverişi yoktur.
Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar.
Okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür
Ve o yüce gücü ile yayı eğerek, okun uzaklara uçmasını sağlar.
Okçunun önünde kıvançla eğilin
Çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar,
Başını dimdik tutarak, kalan yayı da sever.
Halil Cibran
Evet bizi neler bekliyordu? Tam olarak bilinmezdi ama, yine de geleceğin minik cılız sesli çanları, hafiften çalmaya başlamışlardı bile.
92 yazı yine yazlıkta aynı tempo ile geldi geçti. Yine düzinelerle misafirler ağırladık. Güzel günler, ve neşeli zamanlar yaşadık. Siyami Ersek ailesiyle dostluğumuz giderek pekişiyordu. Bir Pazar günü Macaristan’dan onu görmeye gelen eski baldızı Frida ve oğlu ziyarete geldiklerinde, Doktorun oğlu Arif de ailesiyle oradayken, David’le beni de öğle yemeğine davet ettiler. Hemen mutfağa daldım. Taze marul yapraklarını serdiğim büyük bir kayık tabağın üzerine, somon füme dilimleri yerleştirdim. Üzerine kapari yaydım, etrafını tere otu ve kırmızı soğan ve dilimlenmiş katı yumurta ile süsledim. Muhteşem bir tabak oldu. David’le birlikte elimde tabak, onların verandasına girdik. Tabağı alan Birsen hanım onu sofranın ortasına yerleştirdi. Dr.Ersek masadakilere “İşte Yahudiler böyledir, her yerde birinci sınıf davranıp, çevrelerine ışık saçarlar” dedi. Yaşlı delikanlı sanki kendi çocuklarıymışız gibi gururlanmıştı.
Sonbahar başlayınca Soni’yi tatlı bir telaş sardı. Yeni evinin tadilatı yaklaşıyordu. GKD sezonu açmıştı. Kadınlar Tiyatrosu bu sene, Feride Arditi’nin yazdığı “Yüksek Sosyete” oyunuyla sezonu açacaktı. Ben provalara koşuştururken, Yusuf artık daha ciddi hayaller kurmaya başlamış ve “Bizim Kadınlarımız” serisini kitap yaptırma hayallerine dönüştürmüştü. Hatta bir gün kendi ailesi ve Salvo Loya’nın ailesiyle bize yazlığa geldikleri zaman, Salvo, Yusuf ve ben bu kitap işini uzun uzadıya konuşmuştuk zaten. Beni çok yoğun günler bekliyordu.
İngiltere’den bağımsızlığını elde eden Mısır’ın ilk Kralı I. Fuad ve kendisinden 26 yaş küçük olan ikinci eşi Nazlı Sabri’nin aylardır beklediği gün gelmişti. 1921’in 5 Kasım sabahında İskenderiye’de dünyaya gözlerini açan Fevziye bebek dillere destan güzelliğiyle adını tüm dünyaya duyuracaktı. Daha sonra Mısır kralı olacak I.Faruk’tan sonra gelen dört kız kardeşin en büyüğüydü. Doğduğu günden beri sıkı bir eğitim sürecinden geçti, sarayda yabancı bakıcılar tarafından büyütüldü. Üniversite okumak için İsviçre’ye gitmeden önce, sarayda yabancı dil ve müzik dersleri aldı. Arapçaya ek olarak akıcı bir şekilde Fransızca ve İngilizce de konuşabiliyordu. İsviçre’ye gittiğinde yolu İran Şahı Rıza Pehlevi’nin oğlu Muhammed Rıza Pehlevi ile kesişecekti. Üstelik Pehlevi onun hayatının dönüm noktalarından birinde başrolde olacaktı. İsviçre’den ülkesine döndükten sonra, alınan bir kararla hayatı altüst oldu. 18 yaşına kadar mutluluk içinde geçen ömrünün geri kalanında Fevziye’yi acı dolu günler bekliyordu.
İRAN ŞAHININ OĞLUYLA EVLENMEYİ KABUL ETTİ
1900’lü yılların ilk yarısında, İran Şahı Rıza Pehlevi kendisine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ü örnek alıyordu. Atatürk’ün inkılapları ve ileri görüşlülüğü, İran Şahı Pehlevi’nin ülkesinde yapacağı atılımlar için her zaman rehberlik etmişti. Atatürk yaptıkları bir görüşmede, Pehlevi’ye, Ortadoğu'da iki güçlü ülkenin bir akrabalık bağı kurmasının bölge için çok iyi sonuçlar verebileceğini söylemişti. O dönem Ortadoğu'da, 1.Faruk yönetimindeki Mısır hızla gelişiyor ve modernleşiyordu. İran Şahı Pehlevi, işlerin pek iyi gitmediği ülkesi için Mısır ile akrabalık kurmanın mantıklı olabileceğini düşünerek Veliahtı Muhammed Rıza Pehlevi’ye bu fikri açıkladı.
Genç prens, babasının düşüncesine sıcak bakınca, Mısır prenseslerinin fotoğrafları genç veliahta gösterildi. Aslında İranlı bir kıza aşık olan veliaht prens, Mısır prensesi Fevziye’yi bir İngiliz dergisinin kapağında görünce onunla evlenmek istedi. O sırada eğitimini tamamlayıp ülkesine dönen, daha sonradan güzelliği nedeniyle ‘Asya Venüsü’ lakabıyla tanınacak olan Fevziye ise sıkıcı bulduğu saray hayatına uyum sağlamaya çalışıyor ve hayatını değiştirebilecek hayaller kuruyordu.
MISIR PRENSESİ İRAN KRALİÇESİ OLDU
İki ülke arasındaki hazırlıklar iki tarafın da onayıyla hemen başlatıldı, Muhammed Rıza ve Fevziye düğünden önce birbirlerini sadece nişan töreninde görmüşlerdi. Eğitimli ve dünyalar güzeli prensesin hayatı artık değişiyordu. Mısırın son prensesi ve İran’ın ilk imparatoriçesi Fevziye ve Muhammed Rıza, 40 gün 40 gece süren törenlerle 15 Mart 1939’da Kahire’de Abdeen Sarayı’nda evlendi. Prenses Fevziye’nin acıklı günleri işte tam da bu evlilikle başladı.
Çiftin çocukları, evliliklerinden yaklaşık bir buçuk yıl sonra dünyaya geldi. Takvimler 27 Ekim 1940’ı gösterdiğinde, Fevziye ve Veliaht Muhammed Rıza Pehlevi, Şehnaz adını verdikleri kız çocuklarını kucaklarına aldı. Evliliğin mimarı olan İran Şahı baba Rıza Pehlevi ise saltanatının son yılındaydı. Minik Şehnaz henüz 11 aylıkken, Prens Muhammed Rıza Pehlevi, babasının tahttan çekilmesiyle İran Şahı oldu. Takip eden yılda Kraliçe Fevziye’nin İngiliz fotoğrafçı Cecil Beaton tarafından çekilen fotoğrafı, dönemin ünlü haber dergisi ‘Life’ın 21 Eylül 1942 tarihli sayısının kapağı oldu.
KIZ ÇOCUK DOĞURDUĞU İÇİN SEVİLMİYORDU
Tüm gözler onun üzerindeydi ancak Fevziye mutlu değildi. Ortadoğu’nun en gelişmiş kentlerinden biri olan Kahire’den sonra Tahran, ’Asya Venüsü’ne hiç de cazip gelmiyordu. Şehrin yolları toprak, binalar ve evler demode, Gülistan Sarayı ise büyük bir villadan ibaretti. Kraliçenin İran’ın iklimine alışamaması nedeniyle sağlığının bozulması ve Şah’ın başka kadınları alenen Gülistan Sarayı’na getirerek kendisini aldatması gibi sebepler evliliğin bitmesi için aslında yeterliydi. Üstelik dillere destan güzelliği ve hüzünlü bakışlarıyla herkesi büyüleyen Fevziye, erkek yerine bir kız çocuğu doğurması nedeniyle, sarayda ve saray dışında da sevilmiyordu. Kayınvalidesi ve görümceleri ona çok kötü davranıyorlardı. Bu sıkıntılı günlerin ardından boşanmaya karar verdi. Takvimler 1945’i gösterdiğinde boşanmak için başlatacağı işlemlerin yeterli olacağını düşünüyordu. Ancak hesap edemediği çok önemli bir şey vardı.
BAŞINA GELECEKLERDEN HABERSİZDİ
Kızı Şehnaz’ı alıp Kahire’ye dönmeye karar verdi. Kocasi Şah Pehlevi, eşinin bu isteğine karşı çıkmamış ve kabul etmişti. Fevziye ummadığı bu kabulden sonra çok sevinmiş ve mutlu olmuştu. Fakat işler hiç de Fevziye’nin düşündüğü gibi kolay değildi. Kraliçe olduğu İran’dan, prenses olduğu Mısır’a dönmek istiyordu.
Kızıyla birlikte uçağa binen ‘Asya Venüsü’ artık Kahire uçuşunun başlamasını bekliyordu. Şah kızıyla uzun uzun vedalaşmıştı. Uçak henüz kalkmadan Şah arabasının içinde hala pistteydi. Protokol Şefi’ni uçağa göndererek kızı Şehnaz’ı son bir kez öpebilmesi için izin istedi. Fevziye kızını muhafıza verdi ve kızının, babası Şah’la son bir kez vedalaşması için gitmesine izin verdi.
FİLM GİBİ SAHNE
Minik Şehnaz uçaktan inince uçağın kapıları hızla kapatıldı ve Şah Pehlevi’nin emriyle Fevziye, kızı olmadan Kahire’ye yola çıkarıldı. Kocasının kurduğu tuzağı çok geç fark eden ve durumdan hiç şüphelenmeyen Fevziye’nin kızıyla yaşadığı yıllar süren ayrılığı işte bu film gibi sahneyle başladı. Uçakta haykırdı, kendini yerlere attı. Pilota geri dönmesi için yalvardı. Fakat emir kesindi. Şahın emrine kimse karşı gelemezdi. Kızı olmadan Kahire’de mutsuz günler geçirmeye devam eden Fevziye, kendisine büyük acı yaşatan kocası Muhammed Rıza Pehlevi’den resmi olarak ancak 17 Kasım 1948’de boşanabildi. Şah Pehlevi, Fevziye’den boşandıktan sonra önce Süreyya Bahtiyari ile, sonra ise Farah Diba ile evlendi.
KIZINA HASRET KALDI AMA PES ETMEDİ
Prenses Fevziye Fuad, Şah’tan boşandıktan beş ay sonra 28 Mart 1949’da Kahire’deki Kubbe Sarayın’da Çerkez asıllı diplomat ve 1. Faruk’un yaveri İsmail Şirin ile evlendi. Çiftin bir kızı ve bir oğlu oldu. 1952’de ağabeyi Kral Faruk tahttan indirilip sürgüne gönderilince, cumhuriyet ilan edildi ve kraliyet ailesi ülke dışına çıktı. Ancak ailesinin aksine Fevziye doğup büyüdüğü Mısırda kalmayı tercih etti.Kalan ömrünü İskenderiye ve Kahire’de geçirdi. 1994’te eşi, 2009’da ise kızı Nadia öldü. Dünyalar güzeli Mısır prensesi Fevziye’nin ihtişamlı hayatı, böyle hazin bir biçimde sona erdi.
Henüz 6 yaşındayken yollarının ayrıldığı kızı Şehnaz’la yıllar sonra İsviçre’de bir araya geldi. Kızı Şehnaz annesine mesafeliydi. Kızı onunla bir bağ oluşturmaya hevesli değildi. İkili birkaç kez buluşmalarına rağmen soğukluk ortadan kalkmadı. Fevziye bu durumu kabullenmek zorunda kaldı. Yaşadığı büyük hasret ve acıya rağmen hiçbir zaman pes etmedi
Fevziye yaşadığı zorluklara rağmen kararlı duruşu ve güçlü karakteriyle günümüzde de birçok kadına ilham kaynağı olmayı sürdürüyor.
Fevziye 2 Temmuz 2013 tarihinde Mısır’ın İskenderiye şehrinde, 92 yaşındayken hayata veda etti.
Çocukları: İran prensesi Şehnaz Pehlevi. Ardeşir Zahidi ile evlendi ve Zahra Mahnaz adında bir kızı oldu,
İkinci eşinden; Nadia Şirin, Hüseyin Şirin Efendi.
Kaynak: Wikipedia