GÜZELLİĞİ DİLLERE DESTANDI! MISIR PRENSESİ VE İRAN KRALİÇESİ FEVZİYE’NİN YÜREK BURKAN HAYATI
KADIKÖYLÜ KÜÇÜK SARA- 46
-Keyifli ve renkli yillar-
91 yılı bütün hızıyla devam ederken, Saddam'ın savaşını atlattıktan sonra, dernekler yeniden açılmış, tekrar faaliyetler başlamıştı. Yeni bir oyun hazırlanıyordu. Feride Arditi aramıza katılmıştı. Hem oyun yazıyor, hem de zaman zaman bazı roller de üstleniyordu. “Las İjiks De Oro” (Altın Kızlar) adlı bir Amerikan dizisini Yahudi hayatına adapte ederek tiyatrolaştırmıştık. Altın kızlar Roza-Venezya Altaras, Blanka-Sara Yanarocak, Sofi-Perla Hasan ve Doreta-Yıldız Krespi oynuyorduk. Bir de yan roller vardı, onları da Eti Romano, Klara Franko oynamışlardı. Dekor tasarımı ise Çela Yuna tarafından yapılmıştı. Provalarda o kadar eğlenirdik ki, gülmekten yerlere yatardık. Sahneye konduğunda da, kuliste çok eğlenirdik. Ben herkesin repliklerini de sular seller gibi bilirdim. Sahneye girmeden daha tecrübesiz olanlara sufle yapardım.
David’in ritm gitar çaldığı “Nostalji” orkestrası da dolu dizgin gidiyordu. Arada sesi çok güzel olan Anet Pırlanti Atas da iki solo şarkı ile disko kabare gecelerinde nostalji orkestrası eşliğinde şarkı söylerdi. Disko- Kabare geceleri çok eğlenceli olurdu. Jojo Eskenazi gözcü tek başına stand-up gösterileri yapar milleti kırıp geçirirdi. Bir keresinde Perla Hasan da bir stand-up gösterisi yapmıştı. Bazen Eser Noyan-Engin Noyan çifti özel bar programı yaparlardı.
Kültür Komisyonu o yıllarda fenomen denebilecek etkinlikler yapardı. Parohet Sergisi, Yahudi Objeleri Sergisi dillere destandı. Bazı geceler Yahudi cemaatinin önemli kişileri davet edilirdi. Konuşmalarının ardından, özellikle ünlü yazar Maryo levi ve cemaatin önemli entelektüellerinden Yusuf Altıntaş’ın soruları ve yorumları müthiş olurdu. O dönem dernek herkesin susadığı ve kana kana bilgi ve keyif içtiği bir pınar gibiydi. Bir ekoldü. Bazı geceler sinema gösterileri olurdu. Ulaşamadığımız nadir filmler izler, sonra üzerine tartışma konuları açılırdı. O toplantılara çok değerli cemaat üyeleri katılırdı. Mesela şair, anı ve oyun yazarı olan Beki L. Bahar ile o dönemde tanışmış ve çok yakın ve sevgi dolu bir dostluk geliştirmiştik. Biz Kadıköylü Yahudiler, ilk gençliğimizde çok ihtiyaç duyduğumuz bu derneğe, Tanrı’ya şükür ikinci gençlik dönemimizde kavuşmuştuk. Meğerse Kadıköy yakasının böyle bir derneğe ne kadar ihtiyacı olduğunu artık daha iyi ayrımsıyorduk. Çocuklarımız için burası büyük bir şanstı. Artık hafta sonlarını ve boş vakitlerini orada geçirir olmuşlardı.
Bu arada geceleri kadın ve erkeklerin birlikte oynadığı tiyatro oyunları da sahneye konuyordu. Bu tiyatronun sorumlusu Tuna Alkan’dı, oyuncular arasında Mordo Kumrulukuş, Yusuf Adoni, Beto Çakon ve Hayati Bahar ilk aklıma gelenler arasında. Tuna Alkan birçok oyunda başrol oynamıştı. Bunların içinde şu an anımsadıklarım arasında, Sokak Kızı İrma, Zorba, Neşeli Günler, Annie, Paşaların Paşası ve daha niceleri vardı. 91 yılının sonlarına doğru, Yusuf Altıntaş’ın yönettiği “Rosenbergler Ölmemeli” adlı oyunda, David’in de rolü vardı. Orada yargıç rolünü oynuyordu. Başrolde Beto Çakon ve Jenny adlı sarışın bir genç kız başroldeydiler. Çok başarılı oyunlar çıkarmışlardı. Ayrıca hatırladıklarım arasında Yako Salzburg, Erol Krespi, Nelly Kohen de vardı. Yıllar geçince yavaş yavaş her şey sislerin içine giriyor. Bütün isimleri net olarak hatırlayamıyorum. Oyun çok başarılıydı. Provalara ben de gider, oyunu yöneten Yusuf’un yanında oturur, sessizce izlerdim. O gecelerde Yusuf sigaralarını peş peşe yakıp içtiğinden, eve saçlarıma sinen duman kokusuyla döner, o saatte duşa girerdim.
Derneğin her ay yayınladığı “Göztepe Kültür Dergisi” vardı. Sevgili Yeşua Salvo Loya, bu derginin yaratıcısıydı. Aslında yaptığı bu çok önemli girişim sayesinde cemaate yeni bir yayın organı kazandırmıştı. Önceleri birkaç sayfadan ibaret olan dergi, git gide daha içerikli ve değerli bir mecmua haline gelmişti. Önceleri sadece kendi komisyonlarımızın haberlerini yazarken, giderek dergi için küçük röportajlar ve deneme yazıları da yazmaya başlamıştım.
Benim Şalom Gazetesi’ndeki yazılarım da son hızıyla devam ediyordu. Artık ufak tefek röportaj da yapıyordum. Aslında röportaj yapmaya çok meraklı değildim ama, ilerleyen yıllarda çok önemli insanlarla, sanatçılarla tanışmış, hatta sosyal hayatımda da onlarla yakınlaşmıştım. Özellikle tiyatrocular beni eşimle birlikte oyunlarına davet ederlerdi. Bazı sanatçıların ise çalıştıkları barlarda veya konserlerinde davetli olarak en önde yerimiz olurdu. Bunlar da gazeteciliğin armağanları gibiydi. Özellikle, gönüllü olarak çalıştığımız için, bu saygı dolu davetler bana pastanın kreması gibi bir tat verirdi.
1991 Aralık ayında 36 yaşımı bu büyük doygunluk içinde kutlamıştım. Çocuklarım büyümüşlerdi, artık bizlere olan fiziksel ihtiyaçları çok azalmıştı. Bu yüzden David ve ben kendimize daha fazla zaman ayırıyorduk. O kadar genç evlenip hayata dalmıştık ki, şimdi çok gençmiş gibi, yeniden yaşamaya başlamıştık.
91 yılının haziran ayında yeni yazlık evimize taşınmıştık. Evi rüstik bir anlayışla döşemiştik. Demirören evi hala vardı ama, döşeli olarak öylece kapalı duruyordu. Yeni evimizdeki yan komşumuz Prof. Dr. Siyami Ersek ve eşi Kardiyolog Dr. Birsen Ersek’ti. Villalarımız bitişikti ve araya separatör koymamıştık. Doktor bizimle tanışınca, araya separatör koymak istememişti. Biz de sevgiyle kabul etmiştik. Dr. Siyami Ersek muhteşem bir insandı. 70’lik bir bedenin içinde 18’lik bir ruh taşırdı. Uzun boylu, incecik, beyaz saçlı ve turkuaz rengi gözleri olan yakışıklı bir insandı. Türkiye’deki ilk açık kalp ameliyatını kendisi yapmış, şöhreti ülke sınırlarını aşmış bir insandı. Ben onunla saatlerce konuşur, onun yaşam hikayelerini dinlerdim. Çok zeki ve espritüel bir adamdı. Çok şık nükteler yapardı, kahkahalarla gülerdik. Siyami Ersek’in ilk eşi, onu 57 yaşındayken kaybettiği büyük aşkı Fela Ersek’ti. Fela Yahudi’ydi ve gençliklerinde din farklılığı yüzünden, aileleriyle yaşadıkları büyük mücadelelerden sonra evlenmişlerdi. Fela Ersek de röntgen doktoruydu. Arif isimli bir oğulları vardı. Arif Selanikli Sabetayist ünlü gazeteci/yazar Bedii Faik’in kızı Selma Ersek’le evliydi. Alev isimli şirin bir kızları vardı. Siyami Ersek’in ikinci eşi kardiolog Birsen Ersek de çok değerli bir insandı. O da ünlü Türk yazarı Mehmet Seyda’nın kızıydı. Ben genç kızken onun birçok çok romanını okumuştum. Ama babası onları küçükken terk ettiği için, Birsen hanım ondan bahsetmeyi sevmezdi. Yaşlı annesi de onlarla birlikte otururdu.
91 yılı yazında Kurban Bayramı geldiğinde 4 gün tatil olduğu için, her gün bir dizi dostu veya akrabaları, ailelerimizi yeni evimizde ağırlıyorduk. Önce anne ve babalar ile ablamları ve David’in abisini ve çocuklarını davet etmiştik. Geniş verandadaki barbeküde mangal ve meze sofraları kuruyorduk. Ertesi gün David’in kuzenleri Davit, Ketty Kastoryano ve İsrael’den gelen kuzini Flöret Alvo ve eşi İzak’ı ağırlamıştık. Üçüncü gün Kadıköyl’ü eski dostlar Beti ve Yaşar Levent, Lizet ve Salvo Loya ile Feride-İzak Petilon’u misafir etmiştik. Bunlar GKD Kültür Kolundan arkadaşlarımızdı. Dördüncü gün kendi grup arkadaşlarımız Meriç’leri ve Gery’leri çağırmıştık. David’le ben çok yoruluyorduk ama, o kadar eğleniyorduk ki, bu bize sıkıntı değil mutluluk veriyordu. Siyami Ersek bayram boyunca şezlonguna uzanıp bizi izlerdi. Ailelerimizi ona tanıştırmıştık. Bayram ertesi gülerek “Sara, Birsen’e dedim ki ; bu hafta İstanbul’un bütün Yahudileri bölük bölük buraya geliyorlar”. “Size bayılıyorum Sara, sizler ve çocuklarınız hepiniz harikasınız. Sizleri izlemeye doyamıyorum” derdi. Aslında Dr. Siyami’nin Yahudilere müthiş bir sempatisi vardı. Çünkü bizler ona sevgili kaybettiği eşi Fela’yı anımsatıyorduk. Bizleri gönlüne yakın buluyordu.
Bu arada ben harıl harıl “Bizim Kadınlarımız” başlığı altında durmadan tarihe mal olmuş kadınları yazıyordum. David el yazması kağıtlarımı iş yerinden faxla gazeteye gönderirdi. Çünkü artık her hafta elden yazılarımı Yusuf’a vermek bana ayıp gelmeye başlamıştı. Üstelik yazlık Silivri’ye yakındı. Yani uzaktaydık. Yine de pazartesi sabahları David bizi Bakırköy’deki deniz otobüsüne bırakır ve oradan Derby Lastik Fabrikası’ndaki işine giderdi. Ben çocuklarla deniz otobüsüne binip Kadıköy’e vardıktan oradan annemlere giderdim. İlk durak annemdi. Önce onlarla biraz sohbet eder kahve içerdim.Sonra Hay orda kalırdı, biz Soni’yle taksiye biner, GKD’ye giderdik. O kendi arkadaşlarıyla buluşurken, ben de bizim kızlarla buluşup, toplantı odasında yeni sezon için yapılacak olan tiyatro tekstlerini kah yazar, kah okuyarak prova yapardık. Sonra yine anneme giderdik, gece David gelince ufaklığı da alır dışarı yemeğe giderdik. Daha sonra tekrar GKD’nin orkestra provalarına giderdik. O geceler kışlık evde yatardık. Ertesi günü akşamüstüne kadar, alış veriş yapar, annemler ve ablamlarla vakit geçirip, akşamüstü deniz otobüsüne biner Bakırköy’de indiğimizde, karşı kaldırımda arabayla bizi bekleyen David’le evimize dönerdik.
Sitenin sakinleri de çok düzgün ailelerden oluşuyordu. Hepsiyle ölçülü dostluklarımız vardı. En çok Ersek ailesi ile çok yakındık. Bir de sitenin müteahiti/mühendisi ve sahibi olan Esin ve Sefer Aysoy’la çok yakınlaşmıştık. Aynı yaşlardaydık. Esin çok güzel ve çok iyi bir insandı. Sarışın yeşil gözlü, güler yüzlü ve soylu bir kızdı. St. Benoit mezunuydu. İki çocukları vardı. 9 yaşındaki Beste ve 6 yaşındaki Yaşar. Yaşar bana hayrandı. Bense ona bayılırdım. Yanaklarını sıkar ve öperdim. Ona “Yaşariko” derdim. O da benim çocuklarım gibi gözlüklüydü. Çok şirindi, bütün gün yanımda dururdu. Salı akşamları siteye döndüğümüzde bizi otoparkta beklediğini görürdüm. Hemen üstüme atlardı. Ben onu, o da beni çok severdi.
Yan sitedeki birçok Yahudi aile ile iyi rabıtalarımız vardı. O ailelerden Halet ailesinin çocukları Ceni ve İzel ile, Nufusi ailesinin kızı Esti, Soni ile çok iyi arkadaş olmuşlardı. Bu çocuklar sabahtan öğlene kadar Soni ile denize girerler, öğle yemeğinden sonra bu defa bizim havuza girerlerdi. Akşam gün batımında evlerine dönerler, akşam yemeğinden sonra yine buluşurlardı. Soni 14 yaşındaydı ve gönlüme göre arkadaşlarıyla çok eğlenirdi. Diğer Yahudi ailelerin çocukları da Hay’la oynarlardı. Özellikle Jefi Nufusi, Metin ve Bülent Liçis kardeşler Hay’ın yakın arkadaşıydılar. Hay’ın ayrıca bizim siteden de bir çetesi vardı. Hay’ın o kadar çok kılıç kalkanı, Ninja kaplumbağa silahları, tabanca ve tüfekleri vardı ki çocukların hepsini evin üst katındaki odasına götürür, silahlarını dağıtırdı. O da nereden bulduğunu bilmediğim bambu sopasıyla çetenin lideriydi. Hepsini yönetirdi, hepsi onun peşinden sitenin arkasındaki tarlaya gidip Ninja Kaplumbağa’cılık oynarlardı. Sabahları iki saat sitenin futbol sahasında kendinden daha büyük çocuklarla futbol oynardı. Yaralanan arkadaşlarını bizim eve getirir onlara ilk yardım yaptırırdı. Oksijenli su pamuk, tentürdiyot ve kutularla yara bandım vardı. Kolay değil sitenin acil yara hemşiresiydim. O da iki eli belinde bizi izlerdi. Ona çocukların niçin kendi evlerine gitmediklerini sorduğumda ”çünkü anneleri bağırıyor ve onlara ceza veriyor. Evde kalıyorlar. Sen insana sıkıntı vermiyorsun. Çocuklara çok iyi davranıyorsun. Zaten hepsi de seni tercih ediyorlar. Onları çok eğlendirip güldürüyorsun. Ben senden çok memnunum” diyordu. Eh kabile şefi olarak, kendini onlardan sorumlu hissediyor ve bana emanet ediyordu. Sonra anneleri gelip bana teşekkür ederlerdi. O günleri düşününce hayretle ne kadar esnek olduğumu hatırlıyorum. Soni’nin arkadaşlarına da kek, limonata ikramı yapar, sonra kızlarla yukarı çıkar saçlarını tarar ve makineyle kuruturdum. Kısacası bizim ev herkese mutluluk ve barış dağıtan bir evdi.
İngiltere’den bağımsızlığını elde eden Mısır’ın ilk Kralı I. Fuad ve kendisinden 26 yaş küçük olan ikinci eşi Nazlı Sabri’nin aylardır beklediği gün gelmişti. 1921’in 5 Kasım sabahında İskenderiye’de dünyaya gözlerini açan Fevziye bebek dillere destan güzelliğiyle adını tüm dünyaya duyuracaktı. Daha sonra Mısır kralı olacak I.Faruk’tan sonra gelen dört kız kardeşin en büyüğüydü. Doğduğu günden beri sıkı bir eğitim sürecinden geçti, sarayda yabancı bakıcılar tarafından büyütüldü. Üniversite okumak için İsviçre’ye gitmeden önce, sarayda yabancı dil ve müzik dersleri aldı. Arapçaya ek olarak akıcı bir şekilde Fransızca ve İngilizce de konuşabiliyordu. İsviçre’ye gittiğinde yolu İran Şahı Rıza Pehlevi’nin oğlu Muhammed Rıza Pehlevi ile kesişecekti. Üstelik Pehlevi onun hayatının dönüm noktalarından birinde başrolde olacaktı. İsviçre’den ülkesine döndükten sonra, alınan bir kararla hayatı altüst oldu. 18 yaşına kadar mutluluk içinde geçen ömrünün geri kalanında Fevziye’yi acı dolu günler bekliyordu.
İRAN ŞAHININ OĞLUYLA EVLENMEYİ KABUL ETTİ
1900’lü yılların ilk yarısında, İran Şahı Rıza Pehlevi kendisine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ü örnek alıyordu. Atatürk’ün inkılapları ve ileri görüşlülüğü, İran Şahı Pehlevi’nin ülkesinde yapacağı atılımlar için her zaman rehberlik etmişti. Atatürk yaptıkları bir görüşmede, Pehlevi’ye, Ortadoğu'da iki güçlü ülkenin bir akrabalık bağı kurmasının bölge için çok iyi sonuçlar verebileceğini söylemişti. O dönem Ortadoğu'da, 1.Faruk yönetimindeki Mısır hızla gelişiyor ve modernleşiyordu. İran Şahı Pehlevi, işlerin pek iyi gitmediği ülkesi için Mısır ile akrabalık kurmanın mantıklı olabileceğini düşünerek Veliahtı Muhammed Rıza Pehlevi’ye bu fikri açıkladı.
Genç prens, babasının düşüncesine sıcak bakınca, Mısır prenseslerinin fotoğrafları genç veliahta gösterildi. Aslında İranlı bir kıza aşık olan veliaht prens, Mısır prensesi Fevziye’yi bir İngiliz dergisinin kapağında görünce onunla evlenmek istedi. O sırada eğitimini tamamlayıp ülkesine dönen, daha sonradan güzelliği nedeniyle ‘Asya Venüsü’ lakabıyla tanınacak olan Fevziye ise sıkıcı bulduğu saray hayatına uyum sağlamaya çalışıyor ve hayatını değiştirebilecek hayaller kuruyordu.
MISIR PRENSESİ İRAN KRALİÇESİ OLDU
İki ülke arasındaki hazırlıklar iki tarafın da onayıyla hemen başlatıldı, Muhammed Rıza ve Fevziye düğünden önce birbirlerini sadece nişan töreninde görmüşlerdi. Eğitimli ve dünyalar güzeli prensesin hayatı artık değişiyordu. Mısırın son prensesi ve İran’ın ilk imparatoriçesi Fevziye ve Muhammed Rıza, 40 gün 40 gece süren törenlerle 15 Mart 1939’da Kahire’de Abdeen Sarayı’nda evlendi. Prenses Fevziye’nin acıklı günleri işte tam da bu evlilikle başladı.
Çiftin çocukları, evliliklerinden yaklaşık bir buçuk yıl sonra dünyaya geldi. Takvimler 27 Ekim 1940’ı gösterdiğinde, Fevziye ve Veliaht Muhammed Rıza Pehlevi, Şehnaz adını verdikleri kız çocuklarını kucaklarına aldı. Evliliğin mimarı olan İran Şahı baba Rıza Pehlevi ise saltanatının son yılındaydı. Minik Şehnaz henüz 11 aylıkken, Prens Muhammed Rıza Pehlevi, babasının tahttan çekilmesiyle İran Şahı oldu. Takip eden yılda Kraliçe Fevziye’nin İngiliz fotoğrafçı Cecil Beaton tarafından çekilen fotoğrafı, dönemin ünlü haber dergisi ‘Life’ın 21 Eylül 1942 tarihli sayısının kapağı oldu.
KIZ ÇOCUK DOĞURDUĞU İÇİN SEVİLMİYORDU
Tüm gözler onun üzerindeydi ancak Fevziye mutlu değildi. Ortadoğu’nun en gelişmiş kentlerinden biri olan Kahire’den sonra Tahran, ’Asya Venüsü’ne hiç de cazip gelmiyordu. Şehrin yolları toprak, binalar ve evler demode, Gülistan Sarayı ise büyük bir villadan ibaretti. Kraliçenin İran’ın iklimine alışamaması nedeniyle sağlığının bozulması ve Şah’ın başka kadınları alenen Gülistan Sarayı’na getirerek kendisini aldatması gibi sebepler evliliğin bitmesi için aslında yeterliydi. Üstelik dillere destan güzelliği ve hüzünlü bakışlarıyla herkesi büyüleyen Fevziye, erkek yerine bir kız çocuğu doğurması nedeniyle, sarayda ve saray dışında da sevilmiyordu. Kayınvalidesi ve görümceleri ona çok kötü davranıyorlardı. Bu sıkıntılı günlerin ardından boşanmaya karar verdi. Takvimler 1945’i gösterdiğinde boşanmak için başlatacağı işlemlerin yeterli olacağını düşünüyordu. Ancak hesap edemediği çok önemli bir şey vardı.
BAŞINA GELECEKLERDEN HABERSİZDİ
Kızı Şehnaz’ı alıp Kahire’ye dönmeye karar verdi. Kocasi Şah Pehlevi, eşinin bu isteğine karşı çıkmamış ve kabul etmişti. Fevziye ummadığı bu kabulden sonra çok sevinmiş ve mutlu olmuştu. Fakat işler hiç de Fevziye’nin düşündüğü gibi kolay değildi. Kraliçe olduğu İran’dan, prenses olduğu Mısır’a dönmek istiyordu.
Kızıyla birlikte uçağa binen ‘Asya Venüsü’ artık Kahire uçuşunun başlamasını bekliyordu. Şah kızıyla uzun uzun vedalaşmıştı. Uçak henüz kalkmadan Şah arabasının içinde hala pistteydi. Protokol Şefi’ni uçağa göndererek kızı Şehnaz’ı son bir kez öpebilmesi için izin istedi. Fevziye kızını muhafıza verdi ve kızının, babası Şah’la son bir kez vedalaşması için gitmesine izin verdi.
FİLM GİBİ SAHNE
Minik Şehnaz uçaktan inince uçağın kapıları hızla kapatıldı ve Şah Pehlevi’nin emriyle Fevziye, kızı olmadan Kahire’ye yola çıkarıldı. Kocasının kurduğu tuzağı çok geç fark eden ve durumdan hiç şüphelenmeyen Fevziye’nin kızıyla yaşadığı yıllar süren ayrılığı işte bu film gibi sahneyle başladı. Uçakta haykırdı, kendini yerlere attı. Pilota geri dönmesi için yalvardı. Fakat emir kesindi. Şahın emrine kimse karşı gelemezdi. Kızı olmadan Kahire’de mutsuz günler geçirmeye devam eden Fevziye, kendisine büyük acı yaşatan kocası Muhammed Rıza Pehlevi’den resmi olarak ancak 17 Kasım 1948’de boşanabildi. Şah Pehlevi, Fevziye’den boşandıktan sonra önce Süreyya Bahtiyari ile, sonra ise Farah Diba ile evlendi.
KIZINA HASRET KALDI AMA PES ETMEDİ
Prenses Fevziye Fuad, Şah’tan boşandıktan beş ay sonra 28 Mart 1949’da Kahire’deki Kubbe Sarayın’da Çerkez asıllı diplomat ve 1. Faruk’un yaveri İsmail Şirin ile evlendi. Çiftin bir kızı ve bir oğlu oldu. 1952’de ağabeyi Kral Faruk tahttan indirilip sürgüne gönderilince, cumhuriyet ilan edildi ve kraliyet ailesi ülke dışına çıktı. Ancak ailesinin aksine Fevziye doğup büyüdüğü Mısırda kalmayı tercih etti.Kalan ömrünü İskenderiye ve Kahire’de geçirdi. 1994’te eşi, 2009’da ise kızı Nadia öldü. Dünyalar güzeli Mısır prensesi Fevziye’nin ihtişamlı hayatı, böyle hazin bir biçimde sona erdi.
Henüz 6 yaşındayken yollarının ayrıldığı kızı Şehnaz’la yıllar sonra İsviçre’de bir araya geldi. Kızı Şehnaz annesine mesafeliydi. Kızı onunla bir bağ oluşturmaya hevesli değildi. İkili birkaç kez buluşmalarına rağmen soğukluk ortadan kalkmadı. Fevziye bu durumu kabullenmek zorunda kaldı. Yaşadığı büyük hasret ve acıya rağmen hiçbir zaman pes etmedi
Fevziye yaşadığı zorluklara rağmen kararlı duruşu ve güçlü karakteriyle günümüzde de birçok kadına ilham kaynağı olmayı sürdürüyor.
Fevziye 2 Temmuz 2013 tarihinde Mısır’ın İskenderiye şehrinde, 92 yaşındayken hayata veda etti.
Çocukları: İran prensesi Şehnaz Pehlevi. Ardeşir Zahidi ile evlendi ve Zahra Mahnaz adında bir kızı oldu,
İkinci eşinden; Nadia Şirin, Hüseyin Şirin Efendi.
Kaynak: Wikipedia