GÜZELLİĞİ DİLLERE DESTANDI! MISIR PRENSESİ VE İRAN KRALİÇESİ FEVZİYE’NİN YÜREK BURKAN HAYATI
KADIKÖYLÜ KÜÇÜK SARA-45
-Yazmaya başlıyorum-
91 yılı yazarlık serüvenimin ilk senesiydi. Artık her hafta Şalom Gazetesi'nde bir yazım çıkıyordu. O zamanlar, bilgisayarlar henüz hayatımıza girmemişti. Ben, “Gezi̇lerimde gözlediklerim” adli köşem için her hafta yazimi Yusuf Altıntaş’a elle yazip verirdim. O, yaziyi gazeteye götürür, gazetenin yazılarını dizen Nilay isimli çok genç bir kıza verir, yazdırırdı. Daha sonra yazı yayına girerdi.
Her hafta, gezdiğimiz bir İsrail şehrini, yarı duygusal yarı belgesel gibi yazardım. Önce çalakalem yazdığım yazılarımı, daha sonra temize çeker, gazeteye öyle yollardım. O yıllarda gazetecilik büyük emek isterdi. Her pazartesi ve salı akşamları gazetenin yönetmeni Silvio Ovadya ve Yusuf Altıntaş, sabahlara kadar birlikte çalışırlar, yazıları kontrol ederler ve düzeltirlerdi. Herkes elden yazarken Yusuf yazılarını daktiloyla yazardı, ama sonuç olarak tüm yazılar yine dizgicinin elinden geçerdi. Gazetenin fotoğraf, pikaj ve montaj odaları vardı. Resimler yüzde hesabıyla küçültülür veya büyütülürdü. Karanlık odada fotoğraflar hazırlanırdı. Gazeteler, dergiler tek tek taranır, güzel resimler kesilir ve arşiv dosyalarına konurdu. Her hafta bu resim dosyaları açılır ve konuya ilişkin resimler seçilip, boyutları hesaplanarak hazırlanan mizampaj sayfalarına iliştirilirdi. Çekilen fotoğraflar yakındaki bir fotoğrafçıya götürülüp bastırılır, kullandıktan sonra arşive kaldırılırdı. Ben Şalom Gazetesi'nin primitif dönemlerinde yıllarca çalıştım. Aktif olarak 91 yılının sonbaharına kadar Şalom’a hiç gitmedim. Yazılarımı Yusuf’a verir, gerisine karışmazdım. Sanırım kasım ayıydı. Bir cuma günü Yusuf bana telefon etti ve ertesi günü beni beraberinde gazeteye götürüp oradaki diğer arkadaşlarla tanıştırmak istediğini söyledi. Şalom’a ilk gittiğim o cumartesi günü yüreğim ağzımdaydı. İçeri girince ilk tanıştığım kişi Nana Tarablus’tu. Çok genç, incecik ve çok hoş bir kadındı. Hemen kaynaştık, konuşup gülüşmeye başladık derken, içeri güler yüzlü, klas, uzun boylu ve soylu bir duruşu olan Lizi Behmoaras, çıtı pıtı, zarif ve kibar Meri Asayas girdi. Bu kadınlar kırklarını süren, kültürlü ve tecrübeli insanlardı. Nana iç haberler sayfasını, Lizi kültür sayfasını ve Meri sanat sayfasını yönetiyorlardı. Sanırım o zaman 23 yaşlarında olan Josephine Dayan gazetenin hem yazı hem de teknik işlerinde çalışırdı. Genç delikanlılar Albert Nasi, David Behmoaras, genç kız yazarlar Beki Molho, Rozali Elnekave, Yael Eskenazi, Selin Feldman aklımda kalanlar arasında. Bir de gazetenin sorumlu yazı işleri müdürü, Ladino’nun ustası Salamon Bicerano vardı. Gazetenin yönetmeni çok genç, aktif, sıcak kanlı, yüksek sesle konuşan ve benim yaşıtım olan Silvyo Ovadya ile tanıştık. Açıkçası hepsi de beni sevgi ve ilgiyle karşılamışlardı. Albert Nasi, İvo Molinas ve ben çok yakın zamanlarda, 90 yılında çalışmaya başlamıştık. İvo çok gençti, sanırım 30 yaşındaydı, 5 yaş aramız var çünkü. O dış haberler sayfası sorumlusuydu. Yusuf’un siyaset yazdığı büyük bir köşesi vardı. Ayrıca Judeo Espanyol sayfasının adı konmamış yönetmeniydi. Gazetenin her tarafında emeği ve kontrolü vardı. Gazeteyi bir mutfak gibi düşünürsek, mutfağın şefi o ve Silvio idiler. Yusuf çok ciddiydi ve herkes ondan biraz çekinirdi. Gerçi henüz 46 yaşındaydı, ama bir ağırlığı vardı.
Yazarlık ve gazetecilik hayatımda Yusuf Altıntaş bir ekoldü. Ben onun tedrisatından geçtiğim için çok ciddi ve disiplinli çalışırdım. Aksi halde beni tepelemesi işten bile değildi. Gazeteye yeni giren yazarlar, hemen her cumartesi günü yapılan yazı kurulu toplantısına giremezlerdi. O kişinin ustalığı, çalışma temposu ve istikrarı test edildikten sonra toplantılara dahil olabilirdi. İşte ben bu şerefe ancak 91 yılının sonunda nail olabildim. Toplantılarda Yusuf’un yanına oturur, sadece dinler, neredeyse hiç konuşmazdım. Artık ilk yazı dizim bitmiş, ikinci dizime başlamıştım. “Geleneklerimiz” adlı bir köşede, her hafta Yahudi dini ve gelenekleri hakkında 4. sayfada yazmaya devam ediyordum. Geleneklerimiz serisi bitince, bir gün toplantıda "Bu seri de bitti, bana iş versenize" deyince, Nana “Röportaj yap” dedi.” Buradan çıkınca İzel Rozental’in karikatür sergisine gidiyoruz. Hadi bakalım ilk röportajını İzel’le yap” dedi. İzel Rozental’in ilk kitabı “Her Şeye Rağmen” in kitap tanıtımı, satışı ve sergisi vardı. Aman Allah, o akşamüstü bodoslama olarak İzel’le ilk röportajımı yaptım. Resimleri de çekildi. Bingo artık topluma karışmaya başlamıştım. Ama Yusuf'un benim hakkımda farklı emelleri vardı. O benim röportajcı değil araştırmacı/yazar olmamı istiyordu.” Arada zevk için yap ama, ben senin beynini terletmeni istiyorum” diyordu. Adam sanki bana kazma vurmuş, petrol çıkarmıştı. Şimdi petrol kuyularını çoğaltmak istiyordu. Bir pazar günü sabahı dernekte otururken “Bizim Kadınlarımız” adı altında tarihe mal olmuş Yahudi kadınlarını yazmamı istedi. Ama bu kadınlar hayat hikayelerini “ben” diliyle başlayarak, teatral bir biçimle anlatacaklardı. Önce Tevrat’tan ve Tanah’tan başlayacaktım. Sonrası ilerleyen zamanda kendini getirecekti zaten. Bir kağıda sırasız bir biçimde Tevrat ve Tanah kadınlarını yazdı. Artık yeni bir yük altına girmiştim. Türkçe'ye tercüme edilmiş, Tevrat’ı, yani Kitab-ı Mukaddes’i ilk sayfasından itibaren okumaya başladım. İlk kadın, kutsal Sara annemizdi. Start'ı verdim. O kadar çok yazıyordum ki parmaklarım romatizma olmuş gibi ağrıyordu. Çünkü okul hayatından sonra, kalemi bırakan elim alışkanlığını kaybettiğinden, parmaklarım sızım sızım sızlıyordu.
1991 yılı başka olaylara da gebeydi. 1990 Ağustos'unda Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin, Kuveyt’e saldırmış ülkeyi ve Körfezi eline geçirmişti. Körfezi zorbalıkla ele geçirince, başta ABD olmak üzere bütün dünya kaynamaya başlamıştı. Ben bir gün David’e “göreceksin bu sonunda yine İsrael’in başına patlayacak” diyordum. Bütün siyasi görüşmelere rağmen, Saddam körfezden çekilmeyince, ABD, Başkan baba George Bush döneminde bir gece aniden Bağdat’ı bombalamaya başladı. Tarih 17 Ocak 1991’di. Hiç unutmam eniştem Niso Altaras sabahın üçünde bize telefon etmiş, “Irak’ta savaş başladı CNN’i açın” demişti. Hepimiz uyandığımızdan Soni ve Hay dahil hemen Kablolu yayından CNN televizyonunu açmış, açık neon yeşili renklerle, şehrin bombalandığını naklen görüyorduk. Bu ömrümüzde şahit olduğumuz ilk naklen yayın savaştı. CNN spikeri maç anlatır gibi bombalamayı anlatırken, simultane tercüme yapan bir kadın bunu Türkçeye çeviriyordu. Vaziyet dehşetti. Irak’ın elinde kimyasal silahlar olduğu ve kimyasallarla dolu füzeler fırlatacağını da önceden öğrenmiştik zaten. Saddam Hüseyin acımasız, zalim bir diktatördü. Kısa zamanda herkes Saddam uzmanı olmuştu.
O gece Hay savaşı büyülenmiş gibi izliyordu. Henüz 8 yaşında bile değildi ve onu televizyonun başından zorla söküp yatağına geri göndermiştim. Aklıma gelen şeyler doğru çıkmıştı. Saddam kıskıvrak, gizlendiği yerden emir veriyor, ABD’nin Bağdat’ı bombalamasından hemen sonra İsrael’e füze fırlatıyordu. İsrael savaşa dahil olmadığı halde, sırf Yahudi ülkesi olduğu için diyet ödüyordu. ABD, savaşa girmesine engel olarak İsrael’in elini kolunu bağlamıştı ve oraya Patriot Füzeleri göndermişti. Saddam’ın gönderdiği Rus yapımı Scud Füzelerini, İsrael Ordusu patriotlarla havada yakalayıp infilak ettiriyorlardı. İsrael her an tetikteydi. İsrael’de herkesin evlerinde bir oda sığınak odası haline getirilmişti. Kapı pencere naylonlarla kaplanmıştı. Devlet herkese gaz maskesi ve bir sarı kutu vermişti. İnsanlar sokağa bile gaz maskeleri ve sarı kutularıyla çıkıyorlardı. Sirenler çalmaya başlayınca insanlar maskelerini takıp sığınak odalarına giriyorlardı. Füze gelip patladıktan sonra, radyoda füzenin kimyasal olup olmadığı açıklanıyordu. Aksi halde kutunun içinde duran ve kimyasallara karşı panzehir olan ilacı, kutudaki enjeksiyonla kendilerine vuracaklardı. Bu maraton ve panik, savaş süresince yani yaklaşık olarak 40 gün kadar sürmüştü. Füzeler eğer havada patlatılamazsa, mucizevi bir biçimde ya boş alanlara ya da insanların içinde yaşamadıkları binalara düşüyordu. O kadar günde sadece iki üç yaşlı insan korkudan kalp krizi geçirip, hayatlarını kaybetmişlerdi. Her füzeden sonra deliler gibi İsrael’deki kuzenlerimi arıyordum. Üzüntüden perişan bir haldeydim. Hayatım sanki durmuştu. Hiçbir şey yapamıyordum. CNN devamlı açıktı. Bütün gün hep TV’nin başındaydım. Soni, savaş sürerken bir gün, İsrael için oruç tutmuş, devamlı mum yakıyordu. Hay okula gitmek istemiyordu. Zorla gönderiyordum. Eve gelir gelmez TV başına çöküyordu. Onu oradan kopartamıyordum. Gecemiz gündüzümüze karışmıştı. Dernekler güvenlik sebebiyle kapatılmışlardı.
Bir sabah Hay “ben derin nefes alamıyorum” dedi. Okula göndermedim. Çok derin nefes alamıyordu, nefes açlığı çekiyordu. O akşamüstü onu taksiye atıp Bağdat Caddesi’nde bakan doktoru Asuman Eğribozlu’ya götürmüştüm. Doktor uzun uzun çocuğu muayene etti, fiziksel olarak bir şeyi yoktu, onu oturttu ve “Bana anlat bakalım, okulda bir problemin mi var?” diye sordu. Çocuk ona bakarak; ”Yok canım ne okulu? Sizin Saddam’ın savaşından haberiniz yok galiba?” dedi. Doktor oğlana baktı ve “Saddam’ın savaşından sana ne? sen oyna, lego yap, top oyna, sana ne?” dedi ve bana baktı. Hay “Anlatamıyorum galiba, adam devamlı haksız yere füze fırlatıyor, ben sinirden nefes alamıyorum” dedi. Doktor bana kesinlikle Hay’a TV’yi yasak etmemi istedi. “Adama bak bu yaşta siyasetten nefes darlığı oluyor” deyip, gülüyordu. Neyse, ben rahatlamıştım. Yolda oğlana bakarak;” Artık CNN seyretmek yok, yasak “dedim. Yüzüme bakıp; “Sen benimle dalga mı geçiyorsun? Benim bunları takip etmem lazım. Ama söz artık o kadar üzülüp, kızmayacağım” dedi. Körfez Savaşı tam Purim Bayramının akşamı bitmişti. Tarih 28 şubat 1991’di. O kadar mutlu olmuştum ki, Yusuf’u, Salvo Loya’yı ve eşleri Meri ve Lizet’i tatlı yemek için bize davet etmiştim. Masayı tatlılar, meyve şekerlemeleri, mavlaç ve pastalarla doldurmuştum. Soni, ben ve Hay sevinçten şakıyorduk. Yusuf ”Aman, Purim’de bir kez daha yenildi” diyordu. Aslında benzetmesi harikaydı, ve bu modern zaman İsrael Mucizesiydi. Kimsenin burnu bile kanamamıştı. Soni o gece, henüz iki gün evvel David’in evimiz için yeni satın aldığı piyanonun başına geçmiş olan harika melodiler çalıyordu. Çok mutlu bir geceydi. O yıllar ne kadar yoğunmuş, veya ben ilk defa evden ve ailemden başımı dışarı çıkardığım için, hayatın akış hızına yetişemiyordum. Nedir ki, bu bana zaten genç olduğum halde, çok fazla coşku katmıştı. Dernekteki tiyatro provaları, gazete yazıları, kutsal kitap okumaları, arkadaşlarla gidilen gece gezmeleri derken, doğal görevlerime odaklanmak artık zor gelmeye başlamıştı. Ama aile ve ev birincil görevimdi ve aksatmadan yürütmeye gayret ediyordum.
İngiltere’den bağımsızlığını elde eden Mısır’ın ilk Kralı I. Fuad ve kendisinden 26 yaş küçük olan ikinci eşi Nazlı Sabri’nin aylardır beklediği gün gelmişti. 1921’in 5 Kasım sabahında İskenderiye’de dünyaya gözlerini açan Fevziye bebek dillere destan güzelliğiyle adını tüm dünyaya duyuracaktı. Daha sonra Mısır kralı olacak I.Faruk’tan sonra gelen dört kız kardeşin en büyüğüydü. Doğduğu günden beri sıkı bir eğitim sürecinden geçti, sarayda yabancı bakıcılar tarafından büyütüldü. Üniversite okumak için İsviçre’ye gitmeden önce, sarayda yabancı dil ve müzik dersleri aldı. Arapçaya ek olarak akıcı bir şekilde Fransızca ve İngilizce de konuşabiliyordu. İsviçre’ye gittiğinde yolu İran Şahı Rıza Pehlevi’nin oğlu Muhammed Rıza Pehlevi ile kesişecekti. Üstelik Pehlevi onun hayatının dönüm noktalarından birinde başrolde olacaktı. İsviçre’den ülkesine döndükten sonra, alınan bir kararla hayatı altüst oldu. 18 yaşına kadar mutluluk içinde geçen ömrünün geri kalanında Fevziye’yi acı dolu günler bekliyordu.
İRAN ŞAHININ OĞLUYLA EVLENMEYİ KABUL ETTİ
1900’lü yılların ilk yarısında, İran Şahı Rıza Pehlevi kendisine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ü örnek alıyordu. Atatürk’ün inkılapları ve ileri görüşlülüğü, İran Şahı Pehlevi’nin ülkesinde yapacağı atılımlar için her zaman rehberlik etmişti. Atatürk yaptıkları bir görüşmede, Pehlevi’ye, Ortadoğu'da iki güçlü ülkenin bir akrabalık bağı kurmasının bölge için çok iyi sonuçlar verebileceğini söylemişti. O dönem Ortadoğu'da, 1.Faruk yönetimindeki Mısır hızla gelişiyor ve modernleşiyordu. İran Şahı Pehlevi, işlerin pek iyi gitmediği ülkesi için Mısır ile akrabalık kurmanın mantıklı olabileceğini düşünerek Veliahtı Muhammed Rıza Pehlevi’ye bu fikri açıkladı.
Genç prens, babasının düşüncesine sıcak bakınca, Mısır prenseslerinin fotoğrafları genç veliahta gösterildi. Aslında İranlı bir kıza aşık olan veliaht prens, Mısır prensesi Fevziye’yi bir İngiliz dergisinin kapağında görünce onunla evlenmek istedi. O sırada eğitimini tamamlayıp ülkesine dönen, daha sonradan güzelliği nedeniyle ‘Asya Venüsü’ lakabıyla tanınacak olan Fevziye ise sıkıcı bulduğu saray hayatına uyum sağlamaya çalışıyor ve hayatını değiştirebilecek hayaller kuruyordu.
MISIR PRENSESİ İRAN KRALİÇESİ OLDU
İki ülke arasındaki hazırlıklar iki tarafın da onayıyla hemen başlatıldı, Muhammed Rıza ve Fevziye düğünden önce birbirlerini sadece nişan töreninde görmüşlerdi. Eğitimli ve dünyalar güzeli prensesin hayatı artık değişiyordu. Mısırın son prensesi ve İran’ın ilk imparatoriçesi Fevziye ve Muhammed Rıza, 40 gün 40 gece süren törenlerle 15 Mart 1939’da Kahire’de Abdeen Sarayı’nda evlendi. Prenses Fevziye’nin acıklı günleri işte tam da bu evlilikle başladı.
Çiftin çocukları, evliliklerinden yaklaşık bir buçuk yıl sonra dünyaya geldi. Takvimler 27 Ekim 1940’ı gösterdiğinde, Fevziye ve Veliaht Muhammed Rıza Pehlevi, Şehnaz adını verdikleri kız çocuklarını kucaklarına aldı. Evliliğin mimarı olan İran Şahı baba Rıza Pehlevi ise saltanatının son yılındaydı. Minik Şehnaz henüz 11 aylıkken, Prens Muhammed Rıza Pehlevi, babasının tahttan çekilmesiyle İran Şahı oldu. Takip eden yılda Kraliçe Fevziye’nin İngiliz fotoğrafçı Cecil Beaton tarafından çekilen fotoğrafı, dönemin ünlü haber dergisi ‘Life’ın 21 Eylül 1942 tarihli sayısının kapağı oldu.
KIZ ÇOCUK DOĞURDUĞU İÇİN SEVİLMİYORDU
Tüm gözler onun üzerindeydi ancak Fevziye mutlu değildi. Ortadoğu’nun en gelişmiş kentlerinden biri olan Kahire’den sonra Tahran, ’Asya Venüsü’ne hiç de cazip gelmiyordu. Şehrin yolları toprak, binalar ve evler demode, Gülistan Sarayı ise büyük bir villadan ibaretti. Kraliçenin İran’ın iklimine alışamaması nedeniyle sağlığının bozulması ve Şah’ın başka kadınları alenen Gülistan Sarayı’na getirerek kendisini aldatması gibi sebepler evliliğin bitmesi için aslında yeterliydi. Üstelik dillere destan güzelliği ve hüzünlü bakışlarıyla herkesi büyüleyen Fevziye, erkek yerine bir kız çocuğu doğurması nedeniyle, sarayda ve saray dışında da sevilmiyordu. Kayınvalidesi ve görümceleri ona çok kötü davranıyorlardı. Bu sıkıntılı günlerin ardından boşanmaya karar verdi. Takvimler 1945’i gösterdiğinde boşanmak için başlatacağı işlemlerin yeterli olacağını düşünüyordu. Ancak hesap edemediği çok önemli bir şey vardı.
BAŞINA GELECEKLERDEN HABERSİZDİ
Kızı Şehnaz’ı alıp Kahire’ye dönmeye karar verdi. Kocasi Şah Pehlevi, eşinin bu isteğine karşı çıkmamış ve kabul etmişti. Fevziye ummadığı bu kabulden sonra çok sevinmiş ve mutlu olmuştu. Fakat işler hiç de Fevziye’nin düşündüğü gibi kolay değildi. Kraliçe olduğu İran’dan, prenses olduğu Mısır’a dönmek istiyordu.
Kızıyla birlikte uçağa binen ‘Asya Venüsü’ artık Kahire uçuşunun başlamasını bekliyordu. Şah kızıyla uzun uzun vedalaşmıştı. Uçak henüz kalkmadan Şah arabasının içinde hala pistteydi. Protokol Şefi’ni uçağa göndererek kızı Şehnaz’ı son bir kez öpebilmesi için izin istedi. Fevziye kızını muhafıza verdi ve kızının, babası Şah’la son bir kez vedalaşması için gitmesine izin verdi.
FİLM GİBİ SAHNE
Minik Şehnaz uçaktan inince uçağın kapıları hızla kapatıldı ve Şah Pehlevi’nin emriyle Fevziye, kızı olmadan Kahire’ye yola çıkarıldı. Kocasının kurduğu tuzağı çok geç fark eden ve durumdan hiç şüphelenmeyen Fevziye’nin kızıyla yaşadığı yıllar süren ayrılığı işte bu film gibi sahneyle başladı. Uçakta haykırdı, kendini yerlere attı. Pilota geri dönmesi için yalvardı. Fakat emir kesindi. Şahın emrine kimse karşı gelemezdi. Kızı olmadan Kahire’de mutsuz günler geçirmeye devam eden Fevziye, kendisine büyük acı yaşatan kocası Muhammed Rıza Pehlevi’den resmi olarak ancak 17 Kasım 1948’de boşanabildi. Şah Pehlevi, Fevziye’den boşandıktan sonra önce Süreyya Bahtiyari ile, sonra ise Farah Diba ile evlendi.
KIZINA HASRET KALDI AMA PES ETMEDİ
Prenses Fevziye Fuad, Şah’tan boşandıktan beş ay sonra 28 Mart 1949’da Kahire’deki Kubbe Sarayın’da Çerkez asıllı diplomat ve 1. Faruk’un yaveri İsmail Şirin ile evlendi. Çiftin bir kızı ve bir oğlu oldu. 1952’de ağabeyi Kral Faruk tahttan indirilip sürgüne gönderilince, cumhuriyet ilan edildi ve kraliyet ailesi ülke dışına çıktı. Ancak ailesinin aksine Fevziye doğup büyüdüğü Mısırda kalmayı tercih etti.Kalan ömrünü İskenderiye ve Kahire’de geçirdi. 1994’te eşi, 2009’da ise kızı Nadia öldü. Dünyalar güzeli Mısır prensesi Fevziye’nin ihtişamlı hayatı, böyle hazin bir biçimde sona erdi.
Henüz 6 yaşındayken yollarının ayrıldığı kızı Şehnaz’la yıllar sonra İsviçre’de bir araya geldi. Kızı Şehnaz annesine mesafeliydi. Kızı onunla bir bağ oluşturmaya hevesli değildi. İkili birkaç kez buluşmalarına rağmen soğukluk ortadan kalkmadı. Fevziye bu durumu kabullenmek zorunda kaldı. Yaşadığı büyük hasret ve acıya rağmen hiçbir zaman pes etmedi
Fevziye yaşadığı zorluklara rağmen kararlı duruşu ve güçlü karakteriyle günümüzde de birçok kadına ilham kaynağı olmayı sürdürüyor.
Fevziye 2 Temmuz 2013 tarihinde Mısır’ın İskenderiye şehrinde, 92 yaşındayken hayata veda etti.
Çocukları: İran prensesi Şehnaz Pehlevi. Ardeşir Zahidi ile evlendi ve Zahra Mahnaz adında bir kızı oldu,
İkinci eşinden; Nadia Şirin, Hüseyin Şirin Efendi.
Kaynak: Wikipedia