MARİA VE JACKİE’NİN
AŞK ÜÇGENİNİN KARANLIK YÜZÜ
KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA-44
-SONİ'NİN BAR MITZVASI-
Evet 1990 yılının ne kadar dinamik geçtiğini anlatırken önce 15 günlük İsrael seyahatimizden başlamışken, bu seyahatin benim üzerimde ne kadar derin izlenimler bıraktığını anlatmam yersiz. Bu gezi sonunda ince ince sızlayan ve sözde kabuk tuttuğunu sandığım kalp yaram, yeniden açılmış ve iyiden iyiye sızlamaya başlamıştı.
Açıkça söyleyeyim, benim gençliğimde kendiniz için beslediğiniz hayaller evlenene kadar sürerdi. Sonuçta evlenip çoluk çocuğa karışınca, artık yaşamınızı ailenizin etrafında örersiniz,hayalleriniz bile kişisel olmaktan çıkar, ailenize endeksli olur. Belki ben öyleydim. Diğer insanları bilemem ama benim hayatım, aile büyükleri ve kendi yaptığım aileyle sınırlıydı. Farklı düşünmek beni bile şaşkınlığa sürükleyebilirdi. Nedir ki hayat yeni sürprizlere gebeydi. İngilizce “köşeyi dönerken karşına ne çıkacağını kim bilebilir ki?” diye ata sözü vardır. İşte 90 yılı böyle bir yıldı. İsrael’den eve bir valiz dolusu İsrael lezzetleri ve içki, likör vs ile dönmüştüm. Bütün bunları sofralarımda ailem ve dostlarımla paylaşıyor ve oradan esintiler yaşıyordum.
Haziran ortasında yine Selimpaşa’daki yazlık evimize gitmiştik. Soni sonbaharda bar mitzvasını yapacaktı ve harıl harıl peraşasını hazırlıyordu. Yeni İbrani yılının ilk peraşasını yani” Bereşit “ bölümünü bütün olarak okuyacaktı. Sesi çok güzeldi ve Talmud Tora’daki hocası Ribi Adoni onun peraşanın tümünü okumasını istemişti. Ayrıca tefilin takma günü için ise, ayrı bir bölüm daha öğreniyordu. Her sabah yataktan çıkığımda onu salonda peraşa çalışırken bulurdum. Çok çalışkan ve disiplinli bir çocuktu. Ayrıca o yaz kuzenim Yitshak’ın oğlu Yosi ile İris evlenmiş ve balayına İstanbul’a gelmişlerdi. İris çok güzel bir kızdı. Yosi zaten canımın içiydi. Çok genç oldukları için bizim eve gelmişlerdi. Onlara kendi yatak odamızı tahsis etmiştim. Her gün sabah kahvaltısı ettikten sonra, vapurla karşıya geçerler ve İstanbul’u dere tepe gezerlerdi. Sabah kalktıkları zaman onlara baş başa edecekleri muhteşem kahvaltılar hazırlar ve klasik bir müzik koyarak yalnız bırakırdım. Kız salona girip etrafına bakar ve iki kişilik sofrayı görünce “Versailles Sarayı’nda balayı yapıyoruz” derdi. Hafta sonu da onları yazlık eve götürüyor, bu sefer de o senelerde çok revaçta olan Classis Oteli’ne gidip, beş çayı veya gece canlı müziklerin olduğu barına götürüyorduk. Son 4 günlerinde ise Antalya’daki Club Med’e gidip balaylarını öyle bitirmişlerdi. Antalya’dan uçağa binip İsrael’e dönmüşlerdi.
Demirören sitesi benim hiçbir zaman çok hoşlandığım bir yer olmamıştı. Evime lafım yoktu. Bütün sitedeki arkadaşlarımız bize gelmeye bayılırlardı ama, ben orayı evin içindeyken severdim. Orası çok kalabalık ve her sınıftan insanın olduğu bir yerdi. Kafa yapıma uygun olmayan insanların içinde olmaktan hazzetmiyordum. Arkadaşlarımız Eti ve Hayim Nifusi de artık oraya çok seyrek geliyorlardı. Eti’nin annesinin Büyük Ada’daki yazlık evinde kalıyorlardı. Bu arada Lemi adında bir oğulları daha olmuştu.
O yaz,Kadıköyden bir arkadaşım olan ve Silivri’ye çok yakın olan Murat Suyu adlı bir yerde yaşayan Tuna ve Rahmi Kohen’i görmeye gittiğimizde, oranın çok daha nezih ve canlı bir yer olduğunu görmüştük. Onlar Saraçoğlu adlı bir sitede yaşıyorlardı. Orada en az on kadar genç ve Yahudi, çocuklu aileler vardı. Buranın özellikle Soni ve Hay için daha iyi olduğuna karar vermiştik. Yaptığımız bir çevre gezisi sonunda Saraçoğlu Sitesi’ne bitişik ve yeni bitmiş dubleks villaların satıldığı bir siteye girdik. Adı Ay-Sar sitesiydi. Yeni tamamlanmış inşaatın şantiyesinde, sitenin müteahhidi ve mühendisi olan genç bir adam oturuyordu. Adı Sefer Aysoy’du. Çok kibar, güler yüzlü ve saygıdeğer bir görünüşü vardı. Vilları görmek istediğimizi söyleyince, hemen bizi henüz satılmamış olan bir dupleks eve götürdü. Ev gerçekten mükemmeldi. Tam havuzun karşısındaydı ve odaları geniş ve aydınlıktı. Dav d bana baktı, ben yavaşça” olabilir” diye mırıldandım. Tekrar şantiye bürosuna döndük. Çocuklar sıkılmaya başlamışlardı. Sefer beyle anlaşan David, bizi topladı ve eve döndük. Ertesi akşam iş çıkışı oraya gitti ve evin satın alış protokolünü hazırladılar. Artık Demirören yılları bitiyordu. Ancak o yazı orada bitirecek, gelecek yaz Ay-Sar Sitesi’ne taşınacaktık.
Aynı yaz ablamlar da Göztepe Hamam Sokak’ta bir ev almışlardı. Gerçekten çok sevinçliydim. Bu arada David’in abisi Hayim’in ve Ester’in büyük oğulları Soni’nin bar-mitzva töreni vardı. Soni benimkinden 2,5 ay daha büyüktü. Sünnetler gibi şimdi bar- mitzvalar da peş peşe geliyordu. Giyindik kuşandık, şapkaları taktık ve büyük Soni’nin sıcak bir yaz günü yaptığı bar- mitzva’sına gittik. Gece kutlamasını da Tarabya Oteli’nde yapmışlardı. Çok keyifli ve güzel bir kutlama olmuştu. Bütün gece dans etmiş ve çok eğlenmiştik.
Eylül ayının 24’ ünde benim Soni’min tefilin töreni gerçekleşmiş, ardından sinagogun bahçesinde bir sabah kahvaltısı vermiştik. Araya giren Roş Aşana, Yom Kipur ve Sukot Bayramları’nın bitimindeki ilk cumartesi günü sabahı Soni Caddebostan Sinagogu’nda bar mitzva törenini gerçekleştirmişti. Ben o sabah o kadar heyecanlıydım ki, yerimde kaskatı oturuyordum. Bu arada Tanrı’ya şükredip duruyordum. Aile büyüklerimiz güzel giysileri ve şapkalarıyla, erkekler alt katta, biz kadınlar üst katta tam takım ve neşe içinde bir aradaydık. Büyükbabalar kıvançlıydı, büyükanneler neşeli ve mutluydu. Bizler ise ara nesil olarak Venezya, Ester ve ben genç, güzel ve mutluyduk. Sinagog hıncahınç doluydu. Soni kendisine Sefer Tora’dan okutulan Tevrat’ın ilk bölümü olan Bereşit’i o kadar başarılı okumuştu ki, tören bitip te dışarıya çıkınca ben bir tebrik denizinin içine dalmıştım. David’le bu ilk evlat mürüvvetinin sevincini yaşarken, mutluluktan içimiz kabarıyordu. O gün sabah davetli olan 500 kişilik davetli topluluğunu Göztepe Kültür Derneği’nin büyük salonunda ağırlamıştık. Sahneye konulan büyük Menora’ya gönül çiçeklerini koymak üzere, Soni her dereceden kuzin ve kuzenlerini törene çağırmış ve çiçekleri Menoraya koydurmuştu. Boydan boya kurulan tatlı ve tuzlu açık büfesi harika olmuştu.
Dernek çıkışı fotoğrafçıya gidip aile resmi ve Soni’nin talletini kuşanmış bir şekilde resmini çektirmiştik. O akşam Dedeman Oteli’nde, Soninin bar mitzva töreni kutlaması yapıldı. O gece tüm aile yakınlarımız ve arkadaşlarımızla birlikte çok güzel bir akşam olmuştu. Soni’nin mum yakma töreni çok güzeldi ve özellikle 6,5 yaşındaki Hay Eytan’ın adı söylenince, koşa koşa mumunu yakmaya gitmesi ve abisinin üzerine sevgiyle atlaması çok sempatikti. Bütün salon alkış ve kahkahalarla inliyordu. Bizim ufaklık yine zirveye tırmanmıştı. İki kardeş birbirini o kadar çok severdi ki, birinin sevinci veya başarısı diğerinin bayramı olurdu.
Artık yetişkin bir oğula sahiptik ve adı üzerinde tam kendisine biçilen, olgun yetişkin rolü onun üzerine tam uymuştu. Ona gözünüz kapalı olarak her konuda güvenebilirdiniz.
Ekim ayında Göztepe Kültür Derneği’nin yeni faaliyet sezonu başladığı zaman, biz kadınlar tiyatrosunun yazıp oynadığı oyun olan “La Kazika” ile sahneye çıktık. Bu oyunda ben, ablam Venezya Altaras, Perla Hasan, Eti Romano, Belin Pardo, Yıldız Krespi ve Jinet Bahar oynuyorduk. Bu yarı Ladino dilinde, yarı Türkçe,Yahudi aile hayatından bir kesitin sunulduğu bir komediydi. Provalar ve sahneleme döneminde çok güler, çok eğlenir ve verilen dinlenme molalarında dertleşir, içimizi döker ve hoşça zamanlar geçirirdik. Her kadın tiyatrosu, bir kereye mahsus olmak üzere gece de sahneye konurdu.O zaman eşlerimiz, babalarımız ve diğer arkadaşlarımız da eşleriyle bizi izlemeye gelirlerdi. Dernekte kendimi evimde gibi hissederdim. Çok mutlu saatler yaşar, herkesle çok iyi anlaşır ve çok eğlenirdim.
Her pazar sabahı, çocukların Talmud Tora dersinden sonra derneğe giderdik. Hay küçükler basketbol grubunda oynardı. Soni junior grubuyla buluşur toplantılara girerdi. Biz de onları beklerken, girişteki geniş kanapelere oturur oraya giren çıkan arkadaşlarımızla sohbet eder kahve içerdik. Zaten her Pazar sabahı öğlene kadar David’lerin ”Nostalji”adlı dernek orkestrası prova yapardı. Her Pazar sabahı oraya Yahudi cemaatinin bilinen simalarından Yusuf Altıntaş da gelir, bizim kahve sohbetimize katılırdı. Altıntaş müthiş zeki ve entellektüel bir insandı. İnce mizahi ve biraz da ironik bir şekilde yaptığı konuşmaları benim her zaman çok ilgimi çekerdi. Onunla her konuda saatlerce konuşabilir ve doyamadan da ayrılırdınız. Benim için yeni bir entellektüel dünyanın giriş kapısına vardığım bir yıl olarak 90 yılını sevgi ve şükranla anarım. Bir pazar sabahı Yusuf Altıntaş, mutad kahve sohbetimizi ederken, ortaya bir el bombası attı, patlattı ve ben kendimi yeni bir dünyanın eşiğinde duruverdim. Bombanın konusu buydu, ”Sevgili Sara, Yeşua Salvo Loya kardeşimden, İsrael’e bir seyahat yaptığınızı öğrendim. Sizden bu seyahatinizi kaleme almanızı istiyorum. Eğer tahminim doğru çıkarsa onları Şalom Gazetesi’nde yayınlamaya hazırım” dedi. Benim nutkum tutulmuştu. Liseyi bitirdikten sonra Kardeşlik Kulübü için çeviriler yapmıştım ama, bunlar özgün yazılar değildi. Ben “bunu yapabileceğimi sanmıyorum, okul bittiğinden beri sadece alış veriş listesi yazıyorum.“ dedim. Altıntaş; ”Bence çok iyi yazacaksınız, böylesine güzel konuşabilen bir insan, eminim ki çok da güzel yazacaktır” dedi.
Sardı mı beni bir telaş? İki gece gözümü kırpmadım. Adam içime bir tohum atmıştı sanki, beynim durmadan deli gibi çalışıyordu. 3. gün Salvo Loya’yı aradım. Salvo Loya çok sakin, ince ruhlu, insanın ruhunu duruşuyla ve gülümseyen çehresi ile sağaltan bir insandır. Ona, Altıntaş’ın teklifinden ve benim içimde peydah olan huzursuzluktan bahsettim. O tatlı sesiyle ”Sarika sakin ol ve seyahatin hakkında bir şeyler yaz. Bitirince önce bana ver. Bilirsin seni çok severim. Sana dürüst bir biçimde düşüncelerimi söyleyeceğim. Sonra daha sağlıklı düşünebileceksin “dedi.
O akşam televizyonda Fenerbahçe futbol maçı vardı. Hay ve David avaz avaz maç seyredip, her golde kendilerini yere atarken, ben salon masasında oturup o kargaşa ve gürültü içinde, kendi içime döndüm ve ilk yazımı yazdım. Yazının adı Yeruşalayim’di. Maç bitince yazıyı David’e okudum. Ağzı açık kaldı ve “sen manyaksın” dedi. Bu arada “manyak” burada çok önemli bir hayranlık ifadesi olup, David çok güzel bir yemeğimi yediğinde veya çok şık ve güzel göründüğümde de bana “sen manyaksın” dediği için, bu iltifatına çok sevinmiştim. Manyak sevinmiş ve heyecanlanmıştım. O gece bu sefer heyecandan uyumadım. Yataktan 10 kere çıkıp, 10 kere daha Yeruşalayim adlı yazımı okudum. Gittikçe bu iş beni artık enikonu sarmıştı. Ertesi akşam David beni arabayla Loya’ların Göztepe’deki evine götürdü, kapı ağzından ona yazımı verdim. “Ne olur çabuk oku, bana en kısa zamanda izlenimini söyle” dedim.
Ertesi gün sabah karın ağrısıyla kalktım. Mutfakta bağlı olan telefonun zilini, kalp çarpıntısıyla beklerken, yemek pişirmeye çalışıyordum ki telefon çaldı. Titrek sesle “alo” dedim. Salvo en neşeli sesiyle ”günaydın nasılsın?” deyince gülümsemeye çalışarak mutfakta yemek hazırladığımı söyledim. Salvo; ”Bence tencereleri bırak ve masa başı yap ”dedi. “Sen bunun için doğmuşsun, yazın mükemmel, hiç durma yaz, durmadan yaz yaz yaz. Demek ki Yusuf ve ben haklıymışız” dedi.
Tanrım dünyalar benim olmuştu. Hemen annemi ve ablamı arayarak olanları anlattım. Onlar da çok sevinmişlerdi. Ödevlerim konusunda, çok disiplinli ve ciddi olduğum için, önce yemeklerimi pişirip, ocağı söndürdüm. Hay o sene 1. sınıfa başlamıştı ve sabahçıydı. Okuldan geldi, onun yemeğini yedirdikten sonra, kağıtlarımı ve kalemimi aldım ve yeni bir dünyanın eşiğinden içeri giriverdim. İkinci yazım Haifa idi. O akşam David gelince, bu sefer Yusuf Altıntaş’ın Göztepe’deki evine gidip yine kapı ağzından ilk yazım olan Yeruşalayim’i ona teslim ettim. Yusuf genellikle soğuk duran ve beğenilerini çok fazla açık etmeyen bir insandır. O dönem henüz “siz” diye hitap ettiğim canım Yusuf’uma yazıyı verdim ve yarım ağızla ”telefonla fikrinizi bildirirseniz çok sevinirim” dedim, telefon numaramın yazılı olduğu bir kağıdı ona uzattım. Eve döndük. Bir saat sonra telefon çaldı. “Yazınız mükemmel, gazetede -Gezilerimde Gözlediklerim- adlı bir köşenin altında 4. sayfada yayınlatmayı düşünüyorum. Yalnız bu iş tavsamaya gelmez. En az 4 gün içinde diğer yazınızı bekliyorum” dedi. Gerçekten artık yazı dünyasının içine bodoslama girmiştim. Aralık ayının ikinci haftasında yazım Şalom Gazete’sinde yayınlandı. 35.yaşıma farklı duygular ve yeni bir kişilikle başlıyordum. Tam Dante’nin, Divina Comedia’yı bitirdikten sonra dediği gibi, 35 yaşındayım ve ömrümün yarısını boşa geçirmişim dediği gibi. Elbette ben bir Dante değildim ama, hiç de fena değildim doğrusu.
Jackie Kennedy ve Maria Callas, Marilyn Monroe olmasaydı, 29 Mayıs 1962’de New York’taki Maddison Square Garden’daki JFK Gala konserinde kesinlikle tanışacaklardı.
Bu, Başkan John F. Kennedy’nin 45. doğum günü kutlamalarının olduğu bir geceydi. Bu gecenin en önemli sanatçı konuğu, Milano’dan o gece için uçakla ABD’ye gelen opera yıldızı soprano Maria Callas’tı. Ancak akşama kayda değer bir şekilde katılmayan bir kişi başkanın eşi Jackie idi.
Marilyn Monroe’nun şarkı söylemeye davet edildiğini ve kendisinin, kocasının Monroe ile olan aşk ilişkisini bilen Jackie, film yıldızının Ulusal Televizyonda başkanı sesli olarak baştan çıkarırken, küçük düşürülmek istememişti.
Jackie’nin yokluğunda, Marilyn cinsel içerikli ve artık kötü şöhrete sahip ”Doğum günün kutlu olsun bay başkan” –Happy Birthday Mr. Presedent- yorumunu ulusa salmakta özgürdü.
New York köşe yazarı Dorothy Kilgallen tepkileri özetledi. ”Görünüşe göre Marilyn, 40 milyon Amerikalının önünde başkanla sevişiyormuş”. Sahnesinin alınmasına alışık olmayan Maria Callas bile Marilyn Monroe’nun onun rolünü çaldığını kabul etmek zorunda kaldı.
Maria Callas ve Jackie Kennedy hiç tanışmadılar. Oysa ikisi de yaldızlı jet sosyetenin iki ayrı önemli kişisiydi. Başlangıçta sadece yolları hiç kesişmedi. Daha sonraki yıllarda, her ikisi de Yunan denizcilik milyarderi Aristotle Onassis ile alenen yakınlaştıklarında bilinçli olarak birbirlerinden kaçındılar.
1974’te çekilen bir Barbara Walters televizyon çekiminde, Jackie hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, Maria buz gibi bir soğuklukla ”Onu tanımıyorum, onunla hiç tanışmadım.” dedi. Daha sonra konuyu değiştirdi.
Jacqueline Kennedy ve Maria Callas 1920’lerin Manhattan’ında dünyaya geldiler. Maria 23’te, Jackie 29’da doğmuşlardı. Ancak yaşam şartları taban tabana zıttı. Jackie, borsacı ’Black Jack’ Bouvier ve İrlanda kökenli bir sosyetik olan Janet Lee’nin kızı olarak zenginlik ve ayrıcalık içinde doğdu. Babası ona hayrandı ve ondan sık sık “bir erkeğin sahip olacağı en güzel kızı” olarak bahsediyordu.
Ondan 6 yıl önce doğan Maria, Yunan göçmenler George ve Evangelia Kalegeropoulos’un ikinci kızıydı. Aile ABD’ne göç ettikten sonra soyadlarını Callas olarak değiştirmişlerdi.
Maria, Jackie’nin aksine istenmeyen bir çocuktu. Annesi bir erkek bebek bekliyordu, yeni doğan bebeğinin kız olduğunu görünce, ilk dört gün ona bakmayı reddetti.
Jackie New York’ta seçkin bir özel okula gitti ve tatillerini Hamptons’ta ata binerek geçirdi. Edebiyat ve dillerde mükemmeldi. Maria yerel devlet okuluna gittiği Queens ilçesindeki bir eczanenin üzerindeki küçük bir apartman dairesinde büyüdü. Henüz beş yaşındayken olağanüstü bir sesi olduğu ortaya çıktı.
Ortak noktaları ise ikisinin de ebeveynlerinin mutsuzluğu ve sonuç olarak boşanmalarıydı. Anne ve babası ayrıldıklarında, annesi Maria ve kız kardeşini Yunanistan’a geri götürdü. Jackie ve kız kardeşi Lee ise Conneticut’taki yatılı okula gönderildi.
Ancak 24 yaşından itibaren hayatları benzerlik göstermeye başladı. O zamana kadar muhabir olarak çalışan Jackie, John Kennedy adlı hevesli ve atılgan bir politikacı ile tanıştırıldı. İrlanda asıllı, hırslı, zengin Boston’lu bir ailenin oğluydu. Kısa sürede evlendiler ve 10 yıldan kısa bir süre içinde, 32 yaşına gelen Jackie, Amerika’nın first lady’si olarak Beyaz Saray’da yaşamaya başladı.
Bu arada Maria Yunanistan’da Atina Konservatuarı’nda yıllarını şan eğitimi alarak geçirmişti. Sonuç olarak da Opera de Verona’da rol almak üzere iken, henüz 24 yaşındayken zengin bir İtalyan iş adamı olan Giovanni Batista Meneghini ile nişanlandı. Adam ondan 26 yaş büyüktü. Birkaç yıl içinde evlendiler ve kocası Maria’nın menajeri oldu.
Ardından ünü çığ gibi büyüdü, 30’lu yaşlarının başında, Maria Callas operanın first lady’si olarak selamlanıyordu.
Callas ve Kennedy, kendi kamusal kişiliklerini yaratma konusunda içgüdüsel bir yeteneğe sahiptiler. Jackie ideal “başkanlık eşi” imajını yarattı. Chanel ve Dior’dan giyindiği, kusursuz bir kağıt bebek ikonu oldu. Zahmetsiz bir imajın sahibi oldu.
Akşam yemeklerinden sonra, dünyaca ünlü müzisyenlerin çaldığı Beyaz Saray’da düzenlenen gala gecelerinde, Avrupa dillerine olan hakimiyetiyle konuklarını etkiledi. Aynı zamanda Jackie, cephenin arkasında evlat kayıpları yaşadı, kocasının sürekli olarak onu aldatmasının üzüntüsünü hiç belli etmedi ve çok güçlü bir profil sergiledi.
Çocukluğundan beri aşırı kilolu olan Maria da yeni kişiliğini icat etmeye koyuldu. 1953’ te 36 kg. verdi ve Audrey Hepburn tarzında güzel giyimli bir moda ikonu olarak ortaya çıktı. Jackie gibi, Maria da pek çok dili akıcı olarak konuşabiliyordu. O da bildiklerini birleştirerek, kendine özgü krallara layık bir aksanla konuşuyordu. Kendine yarattığı imajla sadece sahnelerin divası değil, kaprisleri, talepleri ve konser iptalleri ile gazetelerde manşet oluyordu.
Maria Callas, 1957’de Venedik’teki bir partide Yunan Denizcilik patronu milyarder iş adamı Aristotle Onassis ile tanıştırıldı. Birkaç hafta içinde, Maria ve kocasını Akdeniz gezisi için özel yatında kendisine katılmaya davet etti.
Onassis operayla zerre kadar ilgilenmiyordu, o aslında değerli ve ünlü insan koleksiyoncusuydu. Bu yat gezisi davetini, Maria şarkıcılık kariyeri ile çok meşgul olduğunu söyleyerek reddetti. Ancak sonunda Christina yatında Sir Winston ve Lady Churchill ile yapılacak olan tatil davetini kabul etti. Gemiden ayrıldığında Meneghini ile olan evliliği bitmişti. Oysa Onassis’in Tina isimli bir karısı ve iki çocuğu vardı.
Maria, Onassis tarafından baştan çıkarılmış, sesini ihmal etmesine ve bir zamanlar muhteşem opera kariyerine aniden son vermesine neden olacak bir dünyanın içine çekilmişti.
1963’te Onassis, Jackie Kennedy ile benzer bir fırsatçı taktik hazırladı. Oğlu Patrick’in henüz iki günlükken öldüğünü ve Jackie’nin delice bir yas içinde olmasını fırsat bilerek, onu iyileşmesi için Christina yatıyla yapılacak bir gemi yolculuğuna davet etti. Nedir ki, uzun zamandır birlikte olduğu Maria Callas bu seyahate dahil edilmemişti. Bunun yerine Onassis, onu Paris’te, onun için satın aldığı görkemli bir dairede bıraktı.
Üç ay sonra Kennedy Dallas’ta suikaste kurban gittiğinde dünya şoka girdi. Onassis elinden geldiğince Jackie’ye desteğini sunarak ona kol kanat germeyi sürdürdü.
JFK’nin ölümünden sonra, Jackie, kocasının erkek kardeşi Robert Kennedy ile teselli buldu ve onun başkanlık kampanyalarına destek verdi. Ancak Haziran 1968’de, onun da başkanlık seçimleri kampanyasında Los Angeles’te vurularak öldürülmesi sonunda Jackie paniğe kapıldı. Sırada kendi çocuklarının olduğu sanrısına kapılmıştı.
Onassis’in evlenme ve onu koruma teklifini kabul ederek, ona özel adası olan Scorpion’u, Olympic Havayolları şirketini ve muazzam servetini emrine verdi. Jackie arzuladığı güvenliği elde ederken, Onassis en büyük ödülü, dünyanın en ünlü kadınını almıştı. Düğün o kasım ayında bir tanıtım haberiyle patladı. Bu konu hakkında hiçbir haberi olmayan Maria, düğün haberini, Paristeki muhteşem evinde tek başına televizyonu izlerken öğrendi.
Jackie ile Onassis’in evliliği en başından beri bir felaketti. Onassis, ”Jackie gibi para harcayabilen biriyle hiç tanışmamıştım” diyordu. Evliliklerinin sadece ilk yılında 1,5 milyon dolar harcadı. Çoğunlukla evlerini yeniden dekore etti. En pahalı modaevlerinden alış veriş ederek gardrobunu baştan aşağı yeniledi.
Onassis’in birkaç hafta içinde Maria Callas ile ilişkisine yeniden başladığı herkes tarafından bilinmekte. İlk başta anlaşılır bir şekilde harap olan Maria onu görmeyi reddetti. Ancak, Onassis’in Mercedes Coupe’sini apartmanının ön kapısına çarpmakla tehdit ettiğinde, sonunda yumuşadı.
Onassis’in şoförü Yaikinto Rossa,”Ölümüne kadar her ay bir araya geldiler” dedi. ”Gerçek şu ki Maria Callas, Onassis’in tek gerçek aşkıydı. Hiç evlenmemiş olsalar da onun gerçek karısıydı.”
Jackie Amerika’ya döndü ama Kennedy ile Callas arasındaki rekabet yoğun olarak devam etti. Dünya basını, Onassis ve Callas’ın Paris’teki Maxim’s de iki kişilik romantik bir akşam yemeği yerken görüntüleri yayınladığında, Jackie hemen Boston’dan uçağa bindi ve iki gece sonra Onassis ile aynı restoranda yemek yerken fotoğraflandı. Bu Callas’a karşı, kasıtlı bir meydan okumaydı.
Jackie ile evliliğinin son yıllarında Onassis, Maria'ya yaptığı ihanetini büyük bir hata olarak görmeye başladı. Ağır hasta olduğunu öğrendiğinde, avukatlarına Jackie’ye karşı boşanma davası açmalarını söyledi. Bunu tipik Onassis tarzında yaptı-bu ona kalacak serveti azaltmak için, zina yaptığını ispatlamak için- özel detektifler tuttu. Bu Jackie’nin sürekli takip edilmesi anlamına geliyordu. Ancak Onassis, Jackie’den boşanamadı. Bunu yapamadan önce, hayati hastalığının yüzünden Paris’te bir hastaneye kaldırıldı. Jackie onun yanında değildi. Bunun yerine Aspen’a kayak yapmaya gitti. Ama Maria Callas’ın başucuna kabul edilmemesi talimatını bırakmayı da ihmal etmedi.
Callas aslında Onassis’i ölüm döşeğinde ziyaret etti. Bir servis asansörüyle gizlice odasına çıkarıldı ve komada yatarken bir saat onunla oturdu. Bu onun son vedasıydı. Onassis birkaç gün sonra öldü.
Onassis’in vasiyetinde karısının servetindeki payını en aza indirildiği bildirildi ancak Jackie buna itiraz etti.
Onassis’in kızı Christina, uzayan ve kamuoyuna açık hukuk savaşından kaçınmak için Jackie’ye 26 milyon dolarlık tam ve nihai bir ödeme yapmayı kabul etti. Maria Callas’a hiçbir şey kalmadı.
1975’te Onassis’in ölümünden sonra, sesi kesilen Maria, Paris’teki dairesinde münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Fotoğraflarla ve hatıralarla çevrili, şanlı geçmişinde yaşayan bir opera sanatçısı Norma Desmond ile oturur eski kayıtlarını dinlerdi. İki yıl sonra, 16 Eylül 1977 sabahı Callas, yatak odasının zemininde kalp krizinden yaşamın kaybetti ve ölü olarak bulundu. Maria veda ettiğinde sadece 53 yaşındaydı.
Jackie, yayıncılık alanında yeni bir kariyere başladı ve elmas satıcısı Maurice Tempelsman ile yeni bir aşk buldu. 1994 yılında 64 yaşındayken kanserden öldü.
Hem Jackie hem de Maria, milyonlar tarafından zamanlarının ikonları olarak hatırlanırken, bir zamanlar
dünyanın en zengin adamı olan Aristotle Onassis, bu olağanüstü dramdaki rolüyle hatırlanmaktadır.