GÜZELLİĞİ DİLLERE DESTANDI! MISIR PRENSESİ VE İRAN KRALİÇESİ FEVZİYE’NİN YÜREK BURKAN HAYATI
Kadıköy’lü Küçük Sara 43
- İsrael seyahati -
1990 yılı gerçekten hayatımın en önemli kilometre taşlarını içeren bir yıldı. İlk aksiyon İsrael seyahatimizdi. 17 yıl sonra yeniden gitme olanağı bulduğum İsrael seyahatim hayatımda yeni bir sayfa olarak şekil kazanacaktı.
Haifa’da kaldığımız ev rahmetli dayım Yosef Sasson sevgili eşi Tante Viki’nin ve büyük oğulları Yitshak Sasson’un evleriydi. Çift daireli iki giriş katıydı. Tante Viki artık oldukça yaşlandığından bizi Yitshak’ın evinde ağırlıyorlardı ama, iki dairenin kapıları asla kilitli değildi. Yan odaya girer gibi yan daireye girilebilirdi. Orada kaldığımız 15 gün boyunca her gün David’le birlikte değişik şehirlere gidiyorduk. Egged firmasından üç değişik gezi paketi satın almıştık.
Birincisi Yeruşalayim gezisiydi. Egged’in Haifa Hadar bölgesindeki Egged bürosunun önünden kalkan tur otobüslerine binen turistler, o gün tertiplenecek olan tura katılırlardı. Bizim ilk turumuz Yeruşalayim’di. David ömründe ilk kez gideceği ebedi kent için çok heyecanlıydı. Ben ise unutamadığım ebedi aşkıma kavuşacağım için çocuklar gibi coşkuluydum. İlk olarak Doğu Yeruşalayim’deki Batı Duvarı’nı ziyaret etmiştik. “Ağlama Duvarı” da denilen Kotel Ha'maaravi’yi uzaktan görünce sevinçten nefesim kesildi. Neredeyse koşarak önüne gittim. İlk defa ağlama duvarında ağlıyordum, yeniden kavuşmamızın sevincinden. Ben 71 ve 73 yılında oraya annem ve babamla gittiğim zaman, duvarda kadın erkek karışık bir biçimde ibadet edilirken, bu sefer araya bir separatör konmuştu. Kadınlar sağda, erkekler solda dua ediyorlardı. David’le ayrılmıştık. Ben şükranlarımı ve sevgimi paylaştıktan sonra, erkeklerin olduğu alanın en gerisinde durarak David tefilin ve kipasıyla duvarda dua ederken, resimlerini çekmiştim. Gerçekten oradaki ortam, bu yaştaki kafamla beni daha fazla etkilemişti.
Duvardan ayrıldıktan sonra Arap çarşısından geçerek Via Dolorosa’ya girmiştik. Yıllar önce gezdiğim devasa kiliseleri yeniden ziyaret ediyorduk. Açıkçası burası beni uhrevi olarak etkilemiyordu. İhtişamlı yerlerdi, özel bir tarih içeriyorlardı. Davidö Hıristiyan kilise sanatına hayran olduğu için etraftaki sanattan ve dini objelerin ihtişamından çok etkilenmişti. Sonra bütün turu açık havada bir restorana yemeğe götürmüşlerdi. Her sofrada önceden yerleştirilmiş pita, humus ve turşu ve minik yeşil zeytinler vardı. Onları yemeye başladığımda, zevkten ve özlemden gözlerim kayıyordu. Yemek bitince turun kalkma zamanına kadar yerdeki çimlere uzanıp yeşillikleri okşarken, gülerek David’e bakarak Yehoram Gaon’un seslendirdiği Ladino şarkıyı söylemeye başlamıştım.
“İr me kero madre, a Yeruşalayim,
a bezar las tierras i pizar las yervas,
Para artarme de eyas” şarkısını söylerken yattığım yerde, çimlerden bir tutam koparıp, burnuma kokusunu çekmiştim.
Yemekten sonra Har HaTsofim'e, Ha-universita Ha-ivrit’e gitmiştik (Kudüs İbrani Üniversitesi). Oranın tarihini öğrenirken, açılış töreninde yapılan yağlıboya devasa boyutlardaki tablonun önünde uzun zaman kalmıştım. İçimden çocuklarımın da bir gün bu üniversiteye gidebilmeleri için Tanrı’ya yakarmıştım. Dualarım kabul edilmiş olmalı ki, oğlum Soni 1995 yılında aliya yaparak bu okula girdi, çift dalda mezun oldu ve rüyalarımı gerçeğe dönüştürdü.
Scopus Dağı’ndan (Har Hatsofim) sonra Holokost Müzesi Yad Vashem’e götürülünce içimde yine fırtınalar kopmaya başlamıştı. Yad Vashem aradan geçen 17 yılda çok değişmiş, daha da genişlemiş, hatta yeni bölümler eklenmiş,objeler çoğalmıştı. Her salonda televizyonlar ve kulaklıklar vardı, bunları takarak Holokost kurtulanlarının anlattıkları ölüm kamplarının dehşet dolu öykülerini dinleyebiliyordunuz. Biz eşimle duygulu birer Yahudi olarak orada çok etkilenmiştik. Zaten bence Yahudi inancını taşımasanız bile, bu insanlık utancının boyutlarını görünce, en azından insan olarak şaşırmanız ve hüzünlenmeniz gerekir. Ardından Doğu Yeruşalayim’in surları dışında ilk kez inşa edilen ve ünlü hayırsever Moses Montefiore’nin yaptırdığı Yemin Moshe ve Mishkenot Sha'ananim sokaklarını gezdikten sonra, Yeruşalayim şehrinin ilk değirmeni olan Montefiore’nin değirmenini de ziyaret etmiştik. Orada Montefiore’nin bu şehri her ziyarete gelişinde bindiği atlı araba da bir vitrin içinde sergileniyordu. Montefiore’nin değirmeni Yeruşalayim’in sembollerinden biridir. Daha sonra Knesset (Parlamento binasını) ve bahçedeki İngiliz hükümetinin armağanı olan dev Menora’yı uzun uzun inceleme fırsatını bulmuştuk. Üzerinde Tevrat’ta okuduğumuz önemli kişilerin yaptıklarıyla birlikte kabartma şeklindeki figürleri incelemek çok güzeldi. Bu menora, İngiliz Yahudi’si bir heykeltıraş olan Benno Elkan’ın eseridir. Dönüş yolunda ise mutlu, doygun ama çok yorgunduk.
İkinci gezimiz Egged turuyla gittiğimiz Yam HaMelah ve Ein Gedi gezisiydi. Yam HaMelah, yani Ölü Deniz, İsrael’in en önemli tuz kaynağıdır. Suyu o kadar tuzludur ki, yere ayaklarınızı değdirmeniz neredeyse imkansızdır. Su sizi anında kaldırır ve suyun üzerine sırt üstü uzanır kalırsınız. Ölü Deniz’in çamuruna bulanıp zenci gibi insanlar etrafta dolaşırlar. Çünkü bu çamur cilt için çok faydaları olan kimyasalları ve mineralleri içerir. Denizden çıktıktan sonra önce duşlara girip ardından jakuzili sıcak kaynak sularının doldurduğu havuzlara girdik. Ne yalan söyleyeyimö ömrüme ilk kez jakuziye girmiştim. Üzerime çöken rehaveti size anlatamam. Çıkışta da ömrümüzde ilk kez frozen yougurt yemiştik. Aman Allahö orası adeta bir kaplıca ve hamam sefası niteliğindeydi. Seçtiğiniz dondurulmuş meyve ve yoğurdun karışımıyla bir makinenin çeşmesinden akan buz gibi meyveli yoğurt dondurması mükemmeldi. İkide bir David’e, beni İsrael’e yeniden kavuşturduğu için teşekkür ediyordum.
Üçüncü Egged turu Eilat turu idi. O da başlı başına muhteşem bir yolculuktu. Önce Negev Çölü’ndeki Sde Boker Kibutz’una gitmiştik. Orada David Ben-Gurion ve eşi Paula’nın son yıllarını tamamladıkları kendi evleri vardı. Ev müze gibi ziyaret edilebiliyordu. Ben-Gurion’un mütevazı çalışma odası, duvarları boydan boya kaplayan kütüphanesi, ve dinlenme koltuğu, mutfakta eşi Paula’nın kırmızı teflonlu tencereleri ve sade ve eski model fırını ve buzdolabı, mütevazı oturma ve yatak odaları, bu ülkeyi kuran kişilerin karakterlerini ve tevazularının işaretiydi. Onlar ömür boyu kendilerini bu ülkeye adamış ve devlet kurulduktan sonra da gayet sade bir hayat yaşamayı yeğlemişlerdi. Onların zenginliği ,beyinleri, okudukları kitaplar, yazdıkları eserler ve bir ülkeyi, bir rüyayı yaşama geçirmenin verdiği memnuniyet ve gururdu. Ayrıca bütün ülke halkı onları saygıyla karışık bir sevgiyle seviyordu. Mezarları bahçede yan yana duruyordu. Ben- Gurion yeniden yeşerdiğini bizzat gözlemlediği Negev Çölü’ne gömülmeyi vasiyet etmişti.
Negev’de yolculuk devam ederken bu sefer Mitzpe Ramon’da durulmuş oradaki, neolitik taşlar ve jeolojik özellikleri hakkında yerleri ve hakkındaki bilgileri aldıktan sonra, bu kez de Avdat adlı bölgeye gelmiştik. Avdat bölgesinde Bizans döneminin arkeolojik kazılarda ortaya çıkartılan kalıntılar, amfiteatro, agora ve kilise kalıntıları vardı. Giderek Eilat’a yaklaşıyorduk. Orada da yol boyunca neolitik çağından itibaren orada mevcut olan tepeler vardı. Shlomo HaMeleh (Kral Süleyman) döneminde Shlomo’nun kurduğu Timna bölgesinde Timna Park ve Shlomo'ya ithafen Amudei Shlomo (Süleyman’ın Sütunları) adı verilen demir oksitli topraktan oluşmuş kızıl çok yüksek dağlar vardı. Orası bir zamanlar Shlomo döneminde bakır madenleriydi. En sonunda Eilat’a varınca kalacağımız King Solomon oteline vardık . Otel 5 yıldızlıydı. Odalar müthişti. Yemek salonunda sonu gelmez masaların üzerinde, açık büfe şeklinde, çeşitli ülkelerin mutfaklarından hazırlanmış yiyecekler vardı. O gün hava mayıs ayının başı olduğu halde çok sıcak değildi. Ben havuz başında sweatshirt ile otururken, David havuza girmişti. Çıkışta ”Su anastezi gibiydi. İğne batırsan şu an hissedemem herhalde” demişti. Diğer tarihleri hatırlamıyorum ama o gün, nedense aklımda kalmış 5 mayıstı. O gün otel odasından annemleri aradım onlarla konuşmadan önce, Hay telefonu açınca şaşırmıştım. Çünkü Hay o saatte yuvada olmalıydı. ”Neden evdesin?” diye sorunca, ”Ben suçiçeği oldum. Sizin gittiğiniz günden bir gün sonra hastalandım. Ama iyiyim korkma” dedi. Babam telefonu kaptı ve “Korkma, Hay çok iyi, artık döküntüleri kabuklarındı ve ateşli dönemi atlattı” dedi. Annem ise Hay’a tembihledikleri halde bize anlattığı için çok kızgındı. Hay telefonu almış, yeniden bana ”Ben senden bir şey gizlemem, eğer çocuğun hastaysa bilmen gerekir, ama üzülme artık yatmıyorum, sadece oturup dinleniyorum.” dedi. Ben üzüntüden ağlamaya başlamıştım. Bir de vicdan azabı, ben eğlenirken çocuğum meğerse hasta yatıyormuş. Üstelik annemle babam da yorulup uğraştıkları için, kendimi suçlu hissediyordum. Sonunda çaresizce telefonu kapattım, uzun bir süre yatakta uzanıp çok özlediğim çocuklarımı düşünmeye başlamıştım. Ertesi gün dönüş yolunda Eilatın meşhur akvaryumuna gitmiştik. Bir denizaltıya girmiştik. Deniz dibindeki balıkları yosun çeşitlerini ve koral kolonilerini görmek harikaydı. Sonra bizi Eilat dağlarından elde edilen yeşil malakit taşının işlendiği bir atölyeye götürmüşlerdi. Sonra satış mağazasına alınmıştık. Harika bir yeşil malakit taşlı gümüş bir kolye ve küpe takımı almıştık. Çok stil bir kolyeydi.
Bu turistik gezilerin arasında, aile ziyaretleri de yapıyorduk. Kuzinim Sara’nın evine gittiğimiz gün, onun bütün çocukları ve yeni torunları bizi orada bekliyorlardı. Sara’nın büyük kızı Ester’den iki torunu vardı Merav ve Liran, büyük oğlu Shlomo’nun Sapir adında bir kız bebeği, küçük kızı Viki’den de Opal adında bir kız bebek torunu vardı. Bu iki kız bebek arabalarında yatıyorlardı. Hepsi çok şekerdi. Sara’nın damatları Rafi ve İlan, gelini Levana da oradaydı. Çocuklara bakmaya doyamıyorduk. Ailemiz gitgide genişliyordu. Sara ve eşi İzak Katalan, bizi çok güzel ağırlamışlardı. Kahkaha ve mutluluk dolu bir gün geçirmiştik.
Bir keresinde Holon’a amcam Samil Sarfatiyi ziyaret etmiştik. David amcamı görünce çok şaşırmıştı, çünkü babamla çok benzeşiyorlardı. Tavırları ve konuşmaları bile aynıydı. Amcam gerçekten çok kibar bir insandı ama eşi Tante Suzan çatal dilli, evlere şenlik bir karakterdi. Onlara her gidişimde, onun dokundurmalarından ve sitemlerinden gam yüklenerek çıkardım.
Bu arada Petah Tikva’daki Hagor isimli Moshav'ına babamın öz kuzeni Hayim Alkabetz ve eşi Brurya’nın evine gitmiştik. Orada bir gece yatıya kalmıştık. Ertesi gün bizi Moshav’ın cipi ile Beit Guvrin’e ve Mearat HaNetifim’e götürmüşlerdi. Mearat HaNetifim, bir damla taş mağarasıydı. Her taraf bal rengi travertenlerle kaplıydı. Mağaranın içinde sarkıtlar ve dikitler vardı. Sarkıtlardan su damlaları akıyordu. Müthiş bir ekosu vardı oranın, bir tatbikat sırasındaki mola saatinde bir asker mağarayı keşfetmiş ve yerini görevlilere bildirdikten sonra orası turizme ve ziyarete açılmıştı. Bir tabiat şaheseriydi. Aynı gün, yola devam ederek Beer Sheva’ya gitmiştik. O gün hava o kadar sıcaktı ki doğal bir hamam gibiydi. Derin nefes alınca ciğerleriniz fırına verilmiş gibi yanıyordu. Orada o gün Brurya’nın bir kuzen çocuğunun Brit Milası vardı. Hepimiz önce tuvalete girip üstümüzü değiştirip, yanımızda getirdiğimiz güzel kıyafetleri giyip, sonra sünnet salonuna girmiştik. Bizi çok güzel bir masaya oturttular. Bebek sünnet edildikten sonra, sünneti yapan dindar, siyah şapkalı, uzun sakallı hahamı yanımıza getirdiler. Ona bizim Türkiye’den geldiğimizi söylemişlerdi. Haham yanımıza geldi ”Merhaba” dedi gülerek. Kuzguncuklu olduğunu ve buraya çok gençken aliya yaptığını, fakat ablasının hala Göztepe’de oturduğunu anlattı. Ayrılırken “Ne mutlu Türk’üm diyene” dedi ve gülerek vedalaştık. Bu ülkede her an bir sürprizle karşılaşmak olasıydı. Çünkü İsrael, bütün dünyadan yapılan göçlerle bir araya gelen Yahudilerden oluşmuştu. Din birliğinin yanı sıra kültür farklılıkları ülkenin gökkuşağı rengini yaratıyordu.
Başka bir gün Ashdod’a, sevgili halam Rebeka’nın kızı olan kuzinim Zizi’nin evine gittik. Halam bir süre önce vefat etmişti. Orada da sevinç ve gözyaşlarıyla sarmalandık. Zizi ve eşi Eli Kalef’in çocukları çok büyümüşlerdi. Büyük oğlu Niso askerliği sırasında Lübnan Savaşı’na katılmış, ardından orduda kalarak subay olmuştu. Kızı Lizet de askerdi ve Rus kökenli bir gençle nişanlanmak üzereydi. Çocukları böyle büyümüş görmek beni çok şaşırtıyordu ama, benim oğlum bile ekim ayında bar mitzvasını yapacaktı.
Günlerimiz maalesef akıp gidiyordu. Bu arada Cuma akşamları Yitshak’ın evinde bütün Sasson ailesi toplanırdı. Onların hepsine bayılıyordum. Günler çok keyifli geçiyordu. Bir gün Yitshak’la Ako ve Rosh HaNikra’ya gitmiştik. Başka bir gün Miri ve eşi Yaron bizi dürzü köyü olan Daliat Al Carmel’e ve Haifa, Carmel’e çok yakın olan Muhraka’ya götürmüşlerdi. Muhraka, Eliyahu Haanavi’nin bir süre gizlendiği mağaraydı. Başka bir gün Moshe ve Lior bizi önce Moshe’nin profesör olduğu Haifa Technion Üniversitesi’ne, sonra da Tiberia’ya götürmüşlerdi. Orada dördümüz birlikte yemek yemiştik. Bir akşam da Moshe'nin kızı Miri bizi evine çağırmış, hafif yiyecekler eşliğine Eurovision Şarkı Yarışması’nı izlemiştik. İsrael'i ünlü israelli şarkıcı Rita, Türkiye’yi Kayahan temsil ediyordu. Bir gün Yishak ve Dalia ile, Bulgar kökenli ressam bir arkadaşının (L.A.PEPO) sergi açılışına gitmiştik. Oradan sanatçının birkaç suluboya tablosunu satın almıştık. Yom HaShoa günü, Sasson’larla birlikte Haifa, Hadar’daki Sefarad sinagoguna gitmiştik. Orada beni misafir olduğumdan, 6 mumdan birini yakmaya davet etmişlerdi. Ertesi hafta sakin bir Yom HaZikaron geçirdikten sonra o akşam Yom HaAtsmaut gecesi başlamıştı. İsrael’in 42 doğum günü kutlanıyordu. Carmel Dağı'nın merkezinde kurulan bir sahne üzerinde harika müzikler çalan orkestralar müzik yapıyorlardı. Gökyüzünde havai fişekler patlıyordu. Herkesin elinde İsrael bayrakları vardı. Sesli, yumuşak, plastik çekiçlerle herkes birbirinin kafasına vuruyor, gençler sprey kutularından hepimizin üzerine beyaz köpükler sıkıyorlardı. David’le ben ömrümüzde ilk defa böyle bir şenlik görmüştük. Halkın sevinç ve coşkusu bize de sirayet etmişti. Orkestra eşliğinde, epeyi bir zaman, sokak ortasında dans etmiştik. Tante Viki bizi sevinçle izlerken, 42 yıllık İsrael için gururla göğsü kabarıyor, gözleri yaşlanıyordu. Artık yolculuğun sonuna yaklaşıyorduk. Sıra artık hediye alışverişine gelmişti. Çocuklarıma kavuşacağım için mutluydum, ama kendim için çok hüzünlüydüm. Çünkü oraya veda günü çok yakındı ve bu ayrılık benim için ateşten gömlekti…
İngiltere’den bağımsızlığını elde eden Mısır’ın ilk Kralı I. Fuad ve kendisinden 26 yaş küçük olan ikinci eşi Nazlı Sabri’nin aylardır beklediği gün gelmişti. 1921’in 5 Kasım sabahında İskenderiye’de dünyaya gözlerini açan Fevziye bebek dillere destan güzelliğiyle adını tüm dünyaya duyuracaktı. Daha sonra Mısır kralı olacak I.Faruk’tan sonra gelen dört kız kardeşin en büyüğüydü. Doğduğu günden beri sıkı bir eğitim sürecinden geçti, sarayda yabancı bakıcılar tarafından büyütüldü. Üniversite okumak için İsviçre’ye gitmeden önce, sarayda yabancı dil ve müzik dersleri aldı. Arapçaya ek olarak akıcı bir şekilde Fransızca ve İngilizce de konuşabiliyordu. İsviçre’ye gittiğinde yolu İran Şahı Rıza Pehlevi’nin oğlu Muhammed Rıza Pehlevi ile kesişecekti. Üstelik Pehlevi onun hayatının dönüm noktalarından birinde başrolde olacaktı. İsviçre’den ülkesine döndükten sonra, alınan bir kararla hayatı altüst oldu. 18 yaşına kadar mutluluk içinde geçen ömrünün geri kalanında Fevziye’yi acı dolu günler bekliyordu.
İRAN ŞAHININ OĞLUYLA EVLENMEYİ KABUL ETTİ
1900’lü yılların ilk yarısında, İran Şahı Rıza Pehlevi kendisine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ü örnek alıyordu. Atatürk’ün inkılapları ve ileri görüşlülüğü, İran Şahı Pehlevi’nin ülkesinde yapacağı atılımlar için her zaman rehberlik etmişti. Atatürk yaptıkları bir görüşmede, Pehlevi’ye, Ortadoğu'da iki güçlü ülkenin bir akrabalık bağı kurmasının bölge için çok iyi sonuçlar verebileceğini söylemişti. O dönem Ortadoğu'da, 1.Faruk yönetimindeki Mısır hızla gelişiyor ve modernleşiyordu. İran Şahı Pehlevi, işlerin pek iyi gitmediği ülkesi için Mısır ile akrabalık kurmanın mantıklı olabileceğini düşünerek Veliahtı Muhammed Rıza Pehlevi’ye bu fikri açıkladı.
Genç prens, babasının düşüncesine sıcak bakınca, Mısır prenseslerinin fotoğrafları genç veliahta gösterildi. Aslında İranlı bir kıza aşık olan veliaht prens, Mısır prensesi Fevziye’yi bir İngiliz dergisinin kapağında görünce onunla evlenmek istedi. O sırada eğitimini tamamlayıp ülkesine dönen, daha sonradan güzelliği nedeniyle ‘Asya Venüsü’ lakabıyla tanınacak olan Fevziye ise sıkıcı bulduğu saray hayatına uyum sağlamaya çalışıyor ve hayatını değiştirebilecek hayaller kuruyordu.
MISIR PRENSESİ İRAN KRALİÇESİ OLDU
İki ülke arasındaki hazırlıklar iki tarafın da onayıyla hemen başlatıldı, Muhammed Rıza ve Fevziye düğünden önce birbirlerini sadece nişan töreninde görmüşlerdi. Eğitimli ve dünyalar güzeli prensesin hayatı artık değişiyordu. Mısırın son prensesi ve İran’ın ilk imparatoriçesi Fevziye ve Muhammed Rıza, 40 gün 40 gece süren törenlerle 15 Mart 1939’da Kahire’de Abdeen Sarayı’nda evlendi. Prenses Fevziye’nin acıklı günleri işte tam da bu evlilikle başladı.
Çiftin çocukları, evliliklerinden yaklaşık bir buçuk yıl sonra dünyaya geldi. Takvimler 27 Ekim 1940’ı gösterdiğinde, Fevziye ve Veliaht Muhammed Rıza Pehlevi, Şehnaz adını verdikleri kız çocuklarını kucaklarına aldı. Evliliğin mimarı olan İran Şahı baba Rıza Pehlevi ise saltanatının son yılındaydı. Minik Şehnaz henüz 11 aylıkken, Prens Muhammed Rıza Pehlevi, babasının tahttan çekilmesiyle İran Şahı oldu. Takip eden yılda Kraliçe Fevziye’nin İngiliz fotoğrafçı Cecil Beaton tarafından çekilen fotoğrafı, dönemin ünlü haber dergisi ‘Life’ın 21 Eylül 1942 tarihli sayısının kapağı oldu.
KIZ ÇOCUK DOĞURDUĞU İÇİN SEVİLMİYORDU
Tüm gözler onun üzerindeydi ancak Fevziye mutlu değildi. Ortadoğu’nun en gelişmiş kentlerinden biri olan Kahire’den sonra Tahran, ’Asya Venüsü’ne hiç de cazip gelmiyordu. Şehrin yolları toprak, binalar ve evler demode, Gülistan Sarayı ise büyük bir villadan ibaretti. Kraliçenin İran’ın iklimine alışamaması nedeniyle sağlığının bozulması ve Şah’ın başka kadınları alenen Gülistan Sarayı’na getirerek kendisini aldatması gibi sebepler evliliğin bitmesi için aslında yeterliydi. Üstelik dillere destan güzelliği ve hüzünlü bakışlarıyla herkesi büyüleyen Fevziye, erkek yerine bir kız çocuğu doğurması nedeniyle, sarayda ve saray dışında da sevilmiyordu. Kayınvalidesi ve görümceleri ona çok kötü davranıyorlardı. Bu sıkıntılı günlerin ardından boşanmaya karar verdi. Takvimler 1945’i gösterdiğinde boşanmak için başlatacağı işlemlerin yeterli olacağını düşünüyordu. Ancak hesap edemediği çok önemli bir şey vardı.
BAŞINA GELECEKLERDEN HABERSİZDİ
Kızı Şehnaz’ı alıp Kahire’ye dönmeye karar verdi. Kocasi Şah Pehlevi, eşinin bu isteğine karşı çıkmamış ve kabul etmişti. Fevziye ummadığı bu kabulden sonra çok sevinmiş ve mutlu olmuştu. Fakat işler hiç de Fevziye’nin düşündüğü gibi kolay değildi. Kraliçe olduğu İran’dan, prenses olduğu Mısır’a dönmek istiyordu.
Kızıyla birlikte uçağa binen ‘Asya Venüsü’ artık Kahire uçuşunun başlamasını bekliyordu. Şah kızıyla uzun uzun vedalaşmıştı. Uçak henüz kalkmadan Şah arabasının içinde hala pistteydi. Protokol Şefi’ni uçağa göndererek kızı Şehnaz’ı son bir kez öpebilmesi için izin istedi. Fevziye kızını muhafıza verdi ve kızının, babası Şah’la son bir kez vedalaşması için gitmesine izin verdi.
FİLM GİBİ SAHNE
Minik Şehnaz uçaktan inince uçağın kapıları hızla kapatıldı ve Şah Pehlevi’nin emriyle Fevziye, kızı olmadan Kahire’ye yola çıkarıldı. Kocasının kurduğu tuzağı çok geç fark eden ve durumdan hiç şüphelenmeyen Fevziye’nin kızıyla yaşadığı yıllar süren ayrılığı işte bu film gibi sahneyle başladı. Uçakta haykırdı, kendini yerlere attı. Pilota geri dönmesi için yalvardı. Fakat emir kesindi. Şahın emrine kimse karşı gelemezdi. Kızı olmadan Kahire’de mutsuz günler geçirmeye devam eden Fevziye, kendisine büyük acı yaşatan kocası Muhammed Rıza Pehlevi’den resmi olarak ancak 17 Kasım 1948’de boşanabildi. Şah Pehlevi, Fevziye’den boşandıktan sonra önce Süreyya Bahtiyari ile, sonra ise Farah Diba ile evlendi.
KIZINA HASRET KALDI AMA PES ETMEDİ
Prenses Fevziye Fuad, Şah’tan boşandıktan beş ay sonra 28 Mart 1949’da Kahire’deki Kubbe Sarayın’da Çerkez asıllı diplomat ve 1. Faruk’un yaveri İsmail Şirin ile evlendi. Çiftin bir kızı ve bir oğlu oldu. 1952’de ağabeyi Kral Faruk tahttan indirilip sürgüne gönderilince, cumhuriyet ilan edildi ve kraliyet ailesi ülke dışına çıktı. Ancak ailesinin aksine Fevziye doğup büyüdüğü Mısırda kalmayı tercih etti.Kalan ömrünü İskenderiye ve Kahire’de geçirdi. 1994’te eşi, 2009’da ise kızı Nadia öldü. Dünyalar güzeli Mısır prensesi Fevziye’nin ihtişamlı hayatı, böyle hazin bir biçimde sona erdi.
Henüz 6 yaşındayken yollarının ayrıldığı kızı Şehnaz’la yıllar sonra İsviçre’de bir araya geldi. Kızı Şehnaz annesine mesafeliydi. Kızı onunla bir bağ oluşturmaya hevesli değildi. İkili birkaç kez buluşmalarına rağmen soğukluk ortadan kalkmadı. Fevziye bu durumu kabullenmek zorunda kaldı. Yaşadığı büyük hasret ve acıya rağmen hiçbir zaman pes etmedi
Fevziye yaşadığı zorluklara rağmen kararlı duruşu ve güçlü karakteriyle günümüzde de birçok kadına ilham kaynağı olmayı sürdürüyor.
Fevziye 2 Temmuz 2013 tarihinde Mısır’ın İskenderiye şehrinde, 92 yaşındayken hayata veda etti.
Çocukları: İran prensesi Şehnaz Pehlevi. Ardeşir Zahidi ile evlendi ve Zahra Mahnaz adında bir kızı oldu,
İkinci eşinden; Nadia Şirin, Hüseyin Şirin Efendi.
Kaynak: Wikipedia