MARİA VE JACKİE’NİN
AŞK ÜÇGENİNİN KARANLIK YÜZÜ
KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA -40-
-Fotokopi yılları-
Hay Eytan doğmuştu ve doludizgin yeni hayatımıza başlamıştık. Hay çok iyi bir bebekti. Anne sütü ile besleniyordu ve kilosu çok dengeliydi. Soni ona bayılıyordu. David artık iki çocuklu bir aile babasıydı, çok yoğun çalışmasının yanı sıra, evdeyken de bana çok yardımı dokunurdu. Soni ise kardeşine, küçük bir baba gibiydi. Onun her şeyiyle yakından ilgilenirdi.
Hay 3 aylıkken ben çok ağır ve ateşli bir grip geçirdiğim için, onu mamayla beslemeye başlamıştık. İyileştikten sonra da artık sütten kesilmişti. Çok iştahlı bir bebekti. Elma suyuna bayılırdı. İlk aylarda başladığı sebze çorbasını yutarcasına yerdi. Peyniri damağı ve dili arasında ezer ve “dayın, dayın” diye iştah sesleri çıkarırdı. Çok hızlı büyüyordu ve en çok da uyumayı severdi. Bıraksanız neredeyse hep uyurdu.
7 aylık diş çıkarmaya başlayınca, doktora abone olduk. Neredeyse iki haftada bir ateşlenirdi ve haydi doktora. 1984 yazında Soni 2. sınıfa, Rina 3. sınıfa geçmişlerdi. Ari de artık orta okul öğrencisiydi.
1984 ayının mart sonunda, Ari Bar- Mitzva’sını yapmıştı. Hay’ı sinagoga portbebesine koyup götürmüştük. Sanırım 40 günlüktü. Ablam o gün çok güzeldi. İlk bebeğimiz Ari artık delikanlı olmuştu. O akşam aile efradı, Boğaz’da bir restoranda yemek yemiştik. Hay'ı da David’in abisi Hayim'lerin evine bırakmıştık. Güzel bir geceydi ve biz ilk olarak uzun bir zamandan sonra, giyinip kuşanmış ve topluma karışmıştık.
Aynı ay içinde, halamızın oğlu Avram Kalvo’nun oğlu Sami Kalvo’nun da Bar- Mitzva’sı Hilton otelinde yapılmıştı. O aklan için kayısı rengi bir gece elbisesi almıştım. Üzerine de David’in doğum hediyesi olan kızıl tilki, uzun kürk mantomu giymiştim. O devirlerde kürk giymek şimdiki gibi ayıp olarak karşılanmazdı. Herkesin kürkleri vardı. Şimdilerde hayvan hakları dolayısı ile insanlar, ben de dahil olmak üzere kürklerimizi giysi dolaplarının derinliklerinde saklıyoruz..
Geçmiş zaman böyle akarken, ağustos ayının başında ilk defa bir yaz tatiline çıktık ve Tekirdağ’daki Kumbağ Miltur Tatil Köyü’ne gittik. Hay’ın portatif karyolasını da yanımızda götürmüştük. Çocuklarımız iyi ve uyumlu çocuklar oldukları için problem yoktu. Her gün deniz ve havuz, etraftaki kişilerle güzel sohbetler derken, günün birinde ben günü birlik Edirne’ye gitmek istedim. Dördümüz arabaya doluşup şen şakrak yola çıktık. Edirne’ye vardık. Selimiye Camii, çarşı ve özellikle de Bedesten kapalı çarşısını gezdik, çünkü bir zamanlar babaannem Venezya Sarfati’nin orada hububat dükkanı varmış, babam hep anlatırdı. Yıkık duran sinagogu ve Kale İçi’ni gezdik. Orada satılan meşhur meyve şeklindeki sabunlardan ve küçük bir teneke beyaz peynir aldık. Her şey çok keyifliydi. Babamın memleketini ilk defa görmüş ve çok duygulanmıştım.
Dönüş yoluna çıkmadan, Hay’ın yoğurdunu ve bisküvisini yedirdik. Altını değiştirdik. Yolda, Soni de sevdiği krakerlerden atıştırıyor, teypte çalan şarkılara neşeyle eşlik ediyorduk. Bir süre sonra hava karardı ve arabamızın elektrik sistemi bozuldu. Farlar, reflektörler, teyp, korna hiçbir şey çalışmıyordu. David’le bakıştık ve Soni anlamasın diye hiç tepki vermedik. Aniden yoldaki ışıklar ve yerdeki beyaz çizgiler da yok oldu ve biz başka arabaların farlarını takip ederek ilerlemeye çalıştık. Yolun iki yanında tarlalar vardı ve asfaltın iki yanı da düşük banketti. Yani o karanlıkta, farları yakamadan, yoldan çıkıp bir tarlaya düşmemiz işten bile değildi. Hay tok ve temiz olduğu için uyuyordu, Soni olayın farkına varmış ve “Ne olacak? Nasıl ilerleyeceğiz?” diye sorup duruyordu. Ona sakin olmasını ve babasını tedirgin etmemesini söylüyordum. Ama aslında ben de şeşi beş atıyordum. Birden bire epeyi gerimizden gelen bir arabanın farlarını görünce David’e; ”Dur, arabadan inip bu gelen arabayı durduracağım” dedim. İndim ve yolun ortasına çıktım. Üzerimde bembeyaz bir tişört vardı. Karanlıkta göze çarpıyordu. Araba durdu, şoförün penceresine gittim. Arabada üç gençten erkek vardı. Ben; ”İyi akşamlar, bizim arabanın elektrik sistemi bozuldu. Bu yolda ışıklandırma yok, önümüzü göremiyoruz. Arabada bebek ve küçük çocuk var. Lütfen bizim önümüze geçin, sizin ışığınızla Tekirdağ’a varalım” dedim. Şoför; “Hanımefendi bizim Tekirdağ’da cenazemiz var, haber aldık gidiyoruz, vaktimiz yok dedi”, ben de “Gittiğiniz kişi zaten ölmüş, ama bize yardım etmezseniz, biz de yolda kaza geçirip öleceğiz. Hem de dört kişiyiz, cenaze evi bekleyebilir” dedim. Adamlar bakıştılar ve “Tamam, ama bizim hızımıza ayak uydurun “dediler. Arabaya bindim ve David’e “Gazla ve hızını onlara göre ayarla” dedim. Arabanın peşine takıldık ve selametle Tekirdağ’ın merkezine vardık. Ellerimizi dışarı çıkarıp onlara el salladık. Merkezde bir park yerinde arabayı park ettik. Hemen bir taksi tutarak Kumbağ’daki Miltur’a geri döndük. Sağ salim geri varmıştık ama benim korkunç derecede başım ağrımaya başlamıştı. İçtiğim ağrı kesicilere rağmen bir türlü kesilmiyordu. David ertesi gün merkeze giderek arabanın elektrik aksamını tamir ettirip otele döndü. Bu şekilde üç gün sonra tatil bitti ve eve döndük. Aynı gün aile doktorumuza gittim. Meğerse o baş ağrıları yüksek tansiyonmuş. Bana kan tahlilleri ve basit bir tansiyon ilacı verdi. Kan tahlilleri tamamen temizdi ama tansiyonum zıp zıp inip çıkıyordu. Burnumun üzerinde büyük bir baskı hissediyordum ve kafam sık sık uyuşuyordu. Günde iki kere gidip tansiyon ölçtürüyordum ve hep yüksek çıkıyordu.
O Edirne gezisinde yaşanan dönüş paniği, beni bitirmişti demek. Ben her zaman kötü bir şey olduğu vakit, önce aslan kesilirim ve kahraman gibi davranırım. Ama ardılları hep tansiyon veya depresyon olarak geri döner. 29 yaşıma 4 ay kala bu illet beni yakalamıştı.
Bazen kendimi o kadar berbat hissediyordum ki, bir keresinde ablama “bu bebeği galiba sen büyüteceksin” demiştim. Herkes çok üzgündü, ben başımı dik tutamıyordum. Hep yatar vaziyetteydim. Görevlerimi mecburen yapmaya çalışıyordum. Sonunda o dönemin en iyi nörologlarından bir olan Dr. Josef Benbanaste ’den randevu aldık. Giyindim, kuşandım, dolmuşla karşıya geçtim ve David’le doktorun Nişantaşı’ndaki muayenehanesinde buluştuk. Doktor bizi içeri aldı. Ben o kadar şık ve güzeldim ki, Doktor, David’i hasta sandı. Ben gülerek ona korkudan, savunma mekanizması olarak kendime özendiğimi anlattım. Doktor da gülmeye başlamıştı. Beni uzun uzadıya tetkik etti. Sonunda” sizde nevroz oluşmuş. O gün yaşadığınız panik yüzünden bu haldesiniz” dedi. Bana Fransa’dan getirtilecek “Sargenor” isimli içilebilir, ampul şeklinde bir ilaç yazdı. Günde iki kez birer ampul kırılacak ve yarım bardak suya atılıp içilecekti. Diğeri ise “Visken” adlı bir tansiyon ilacıydı. O hafta, David ‘in iş yerinden, tesadüf eseri bir mühendis Fransa’ya üç günlük bir iş seyahatine gideceğinden, David reçeteyi ona verdi. Dördüncü gün ilacım gelmiş ve tedavim başlamıştı. Tedavi tam 30 gün sürdü. Tansiyon ilacımı da düzenli kullanıyordum Gerçekten de o ayın sonunda tamamen iyileşmiştim. Hayatım normale dönmüştü. Çocuklarıma sanki yeniden kavuşmuştum. Nedir ki tansiyon ilacım artık her zaman çantamın içinde olacaktı. Aşırı bir sinir veya korku geçirdiğim anda, haplar her zaman elimin altında olmalıydı.
Bu da bitmişti. Gazi olan ben 29 yaşıma böyle başlamıştım. 85 yılı geldi. 6 Şubat 1985 günü Hay Eytan tam bir yaşındaydı ve yürümeye başlamıştı. Yeniden diş çıkardığı için ateşi 39’du ve Lincocin iğne oluyordu. Ancak iki hafta sonra tamamen iyileşince aile içinde 20 kişilik bir doğum günü partisi yapmıştık. Oğlan altın bukleli, minik burunlu, çok hareketli ve neşeli bir bebekti. Ellerini sehpanın üzerinde duran kristallere uzattığı zaman ben ona “NO HAY” derdim. O da bunu öğrenmiş, elini uzattığı anda, kendi kendine “NO GA!” der ve elini geri çekerdi. Kendi adını “Ga” olarak söylerdi. Abisi gibi erken konuşmamıştı. Tam 18 aylıkken ilk defa “Dede” demişti. Sonra da seri olarak cümleler halinde konuşmaya başlamıştı. Babam ilk defa –dede- demesine çok sevinmişti. “Çünkü o benim adaşım” demişti. Hay babama bayılırdı, ikisi devamlı gülüşürlerdi. Yani benim gibi, o da babama aşıktı.
O yaz bir kez daha Kumbağ’daki Miltur’a gitmiştik. Bu sefer yanımızda David’in kuzeni Hayim Yanarocak, eşi Terry ve Hay’dan 7 ay büyük olan oğulları Eliko da vardı. Ne tesadüftür ki Eliko ve Hay aynı gün 39 ateşle hastalanmışlardı. O gün tatili erteledik, ertesi gün ateşleri 37’lere inince yola çıktık. Yanımızda torbalar dolusu ilaç vardı. Tatil köyünün doktoru her iki oğlana da –Augmentine- iğne vuruyordu. Terry ile ben yemek hariç hep odadaydık. Böylece kendi çapımızda bir tatil yapmıştık. En azından çene çalıyor geyik yapıyorduk. Soni çok mutluydu, çünkü bebekliğinden beri Terry’ye bayılırdı.
Ağustos ayında salonun eşyalarını değiştirmiştik, beyaz brokar kumaştan berjer koltuk takımı, mermer sehpalar, yine ceviz ağacından yemek odası takımı ve vitrin almıştık. Yerlere duvardan duvara beyaz halı kaplanmıştı, salon için ikinci bir renkli televizyon ve cam dolabı içinde bir müzik seti alınmıştı. Perdeler beyaz tüldü ve etekleri gipür danteldi.
Ayrıca masif meşe ağacından yapılmış yeni bir yatak odası takımı da almıştık. Birkaç gün boyunca yeni ev taşınmış gibi salonu ve yatak odasının dolaplarını düzenlemiştim Tabii ki ablacığım hep yanımdaydı.
Böylece 1985 yılının 11 Aralık gününe ulaştık. O gün tam 30 yaşındaydım. Bu önemli yaştı ama, benim işim başımdan aşkın olduğu için yaşımın farkında bile değildim.
Doğum günümde masanın üstünde sütlü börek, Divan Pastanesi’nin çikolatalı bisküvileri, benim geleneksel kestaneli doğum günü pastam ve kaşarlı croissent’lar vardı. Masamda ablacığım Venezya, Rina, Ari, annem, babam, Soni, Hay ve Fügen vardı. Herkes çok mutlu ve neşeliydi. Soni benden daha heyecanlıydı. O sırada televizyonda okunan saat 17.00 haberlerinde sanatçı Adile Naşit’in ölüm haberi verilmişti. O kadar üzülmüştüm ki, gözlerimden yaşlar akmaya başlamıştı. O çok tatlı, sevimli ve gülüşüyle herkesi fetheden bir sanatçıydı. Soni her akşam televizyonda onun “Uykudan Önce” isimli masal programını dinlemeye bayılırdı. Bütün çocuklara “Kuzucuklarım” derdi. Herkes onu çok severdi. Keyfim iyice kaçmış bir şekilde mumlarımı üfledim, herkesle tek tek kucaklaştım ve Fügen; ”Sara 30 yaşındasın, ne hissediyorsun?” diye sorunca ben “İnan ki hiçbir özel bir şey hissetmiyorum. Dün de Hay’ın altını temizliyordum, şimdi de temizlemem gerek, çünkü kokusu burnuma geldi bile” derken hepimiz kahkahalarla gülmeye başlamıştık. Ben ufaklığı alıp, poposunu çeşmede bir güzel yıkamış sabunlamış, kurulamış, ardından Pampers’ını bağlamıştım. 22 yaşımla tek farkım, o zaman Soni’nin alt bezlerini elden yıkarken, şimdi Hay’ın kirli Pampers marka bezlerini çöpe atıyor ve yenisini takıyordum. Artık alt bezlerini yıkamıyordum.
Hay’ın doğumuna yakın, Turgut Özal iktidara geldiğinden, ithal serbestisini getirmiş ve Türkiye şimdiye kadar hiç görmediği ithal mallara kavuşmuştu. Hay’ın biberonları, emzikleri, oyuncakları, meyve mamaları, hatta misafirlikte olduğumuz zaman ona kavanozundan yedirdiğim sebze mamalarını, ithal mallar getirten eczanelerde bulabiliyordum.
Keza yiyecekler de ilginçti,” La Vache Qui Ri” peynir çeşitleri alırdım. Soni hepsine bayılırdı. Kendime de eczaneden “Fa” markalı deodorant alırdım. Türlü çeşit parfümeri artık vitrinleri süslemekteydi. Bir keresinde Soni’ye ışıklar saçan, gürültülü bir oyuncak uzay tabancası almıştım. Bir sabah Soni’nin okula gidişini pencereden izlerken Hay, kaşla göz arasında tabancayı pencereden aşağı fırlatmıştı. O sırada evden çıkan komşunun çocuğu, oyuncağı kaptığı gibi koşarak uzaklaşmıştı. Soni eve dönünce komşuya gidip tabancasını isteyince, annesi “Bana ne! Geri vermiyoruz. Oğlum onu çok beğendi. Annen sana yenisini alsın” deyince Soni eve hayal kırıklığıyla dönmüş ve “anne, kadın oyuncağıma el koydu, inanamıyorum” demişti. Soni artık dünyanın kaç bucak olduğunu anlamaya başlamıştı. Henüz 20 aylık olan Hay’a “Bir daha pencereden aşağı bir şey atma” diye bağırmıştı. Sanırım birkaç gün sonra, Hay bu defa da pencereden aşağı iki küçük renkli cam küllük fırlatmıştı. Ondan sonra bir daha Hay salondayken pencereyi hiç açmamaya özen gösterirdik. Hay çok efeydi, kızdığı zaman ellerini beline koyar, yüzü kızarır ve bağırmaya başlardı. Fügen ona “Ali kıran, baş kesen” derdi ve çok gülerdik. Günlerimiz biraz hastalık, biraz eğlence, ders çalışmak, yemek yapıp, her gün çamaşır makinesi kurarak ve asarak, benim “fotokopi yılları”olarak tabir ettiğim gibi akıp geçiyordu.
Jackie Kennedy ve Maria Callas, Marilyn Monroe olmasaydı, 29 Mayıs 1962’de New York’taki Maddison Square Garden’daki JFK Gala konserinde kesinlikle tanışacaklardı.
Bu, Başkan John F. Kennedy’nin 45. doğum günü kutlamalarının olduğu bir geceydi. Bu gecenin en önemli sanatçı konuğu, Milano’dan o gece için uçakla ABD’ye gelen opera yıldızı soprano Maria Callas’tı. Ancak akşama kayda değer bir şekilde katılmayan bir kişi başkanın eşi Jackie idi.
Marilyn Monroe’nun şarkı söylemeye davet edildiğini ve kendisinin, kocasının Monroe ile olan aşk ilişkisini bilen Jackie, film yıldızının Ulusal Televizyonda başkanı sesli olarak baştan çıkarırken, küçük düşürülmek istememişti.
Jackie’nin yokluğunda, Marilyn cinsel içerikli ve artık kötü şöhrete sahip ”Doğum günün kutlu olsun bay başkan” –Happy Birthday Mr. Presedent- yorumunu ulusa salmakta özgürdü.
New York köşe yazarı Dorothy Kilgallen tepkileri özetledi. ”Görünüşe göre Marilyn, 40 milyon Amerikalının önünde başkanla sevişiyormuş”. Sahnesinin alınmasına alışık olmayan Maria Callas bile Marilyn Monroe’nun onun rolünü çaldığını kabul etmek zorunda kaldı.
Maria Callas ve Jackie Kennedy hiç tanışmadılar. Oysa ikisi de yaldızlı jet sosyetenin iki ayrı önemli kişisiydi. Başlangıçta sadece yolları hiç kesişmedi. Daha sonraki yıllarda, her ikisi de Yunan denizcilik milyarderi Aristotle Onassis ile alenen yakınlaştıklarında bilinçli olarak birbirlerinden kaçındılar.
1974’te çekilen bir Barbara Walters televizyon çekiminde, Jackie hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, Maria buz gibi bir soğuklukla ”Onu tanımıyorum, onunla hiç tanışmadım.” dedi. Daha sonra konuyu değiştirdi.
Jacqueline Kennedy ve Maria Callas 1920’lerin Manhattan’ında dünyaya geldiler. Maria 23’te, Jackie 29’da doğmuşlardı. Ancak yaşam şartları taban tabana zıttı. Jackie, borsacı ’Black Jack’ Bouvier ve İrlanda kökenli bir sosyetik olan Janet Lee’nin kızı olarak zenginlik ve ayrıcalık içinde doğdu. Babası ona hayrandı ve ondan sık sık “bir erkeğin sahip olacağı en güzel kızı” olarak bahsediyordu.
Ondan 6 yıl önce doğan Maria, Yunan göçmenler George ve Evangelia Kalegeropoulos’un ikinci kızıydı. Aile ABD’ne göç ettikten sonra soyadlarını Callas olarak değiştirmişlerdi.
Maria, Jackie’nin aksine istenmeyen bir çocuktu. Annesi bir erkek bebek bekliyordu, yeni doğan bebeğinin kız olduğunu görünce, ilk dört gün ona bakmayı reddetti.
Jackie New York’ta seçkin bir özel okula gitti ve tatillerini Hamptons’ta ata binerek geçirdi. Edebiyat ve dillerde mükemmeldi. Maria yerel devlet okuluna gittiği Queens ilçesindeki bir eczanenin üzerindeki küçük bir apartman dairesinde büyüdü. Henüz beş yaşındayken olağanüstü bir sesi olduğu ortaya çıktı.
Ortak noktaları ise ikisinin de ebeveynlerinin mutsuzluğu ve sonuç olarak boşanmalarıydı. Anne ve babası ayrıldıklarında, annesi Maria ve kız kardeşini Yunanistan’a geri götürdü. Jackie ve kız kardeşi Lee ise Conneticut’taki yatılı okula gönderildi.
Ancak 24 yaşından itibaren hayatları benzerlik göstermeye başladı. O zamana kadar muhabir olarak çalışan Jackie, John Kennedy adlı hevesli ve atılgan bir politikacı ile tanıştırıldı. İrlanda asıllı, hırslı, zengin Boston’lu bir ailenin oğluydu. Kısa sürede evlendiler ve 10 yıldan kısa bir süre içinde, 32 yaşına gelen Jackie, Amerika’nın first lady’si olarak Beyaz Saray’da yaşamaya başladı.
Bu arada Maria Yunanistan’da Atina Konservatuarı’nda yıllarını şan eğitimi alarak geçirmişti. Sonuç olarak da Opera de Verona’da rol almak üzere iken, henüz 24 yaşındayken zengin bir İtalyan iş adamı olan Giovanni Batista Meneghini ile nişanlandı. Adam ondan 26 yaş büyüktü. Birkaç yıl içinde evlendiler ve kocası Maria’nın menajeri oldu.
Ardından ünü çığ gibi büyüdü, 30’lu yaşlarının başında, Maria Callas operanın first lady’si olarak selamlanıyordu.
Callas ve Kennedy, kendi kamusal kişiliklerini yaratma konusunda içgüdüsel bir yeteneğe sahiptiler. Jackie ideal “başkanlık eşi” imajını yarattı. Chanel ve Dior’dan giyindiği, kusursuz bir kağıt bebek ikonu oldu. Zahmetsiz bir imajın sahibi oldu.
Akşam yemeklerinden sonra, dünyaca ünlü müzisyenlerin çaldığı Beyaz Saray’da düzenlenen gala gecelerinde, Avrupa dillerine olan hakimiyetiyle konuklarını etkiledi. Aynı zamanda Jackie, cephenin arkasında evlat kayıpları yaşadı, kocasının sürekli olarak onu aldatmasının üzüntüsünü hiç belli etmedi ve çok güçlü bir profil sergiledi.
Çocukluğundan beri aşırı kilolu olan Maria da yeni kişiliğini icat etmeye koyuldu. 1953’ te 36 kg. verdi ve Audrey Hepburn tarzında güzel giyimli bir moda ikonu olarak ortaya çıktı. Jackie gibi, Maria da pek çok dili akıcı olarak konuşabiliyordu. O da bildiklerini birleştirerek, kendine özgü krallara layık bir aksanla konuşuyordu. Kendine yarattığı imajla sadece sahnelerin divası değil, kaprisleri, talepleri ve konser iptalleri ile gazetelerde manşet oluyordu.
Maria Callas, 1957’de Venedik’teki bir partide Yunan Denizcilik patronu milyarder iş adamı Aristotle Onassis ile tanıştırıldı. Birkaç hafta içinde, Maria ve kocasını Akdeniz gezisi için özel yatında kendisine katılmaya davet etti.
Onassis operayla zerre kadar ilgilenmiyordu, o aslında değerli ve ünlü insan koleksiyoncusuydu. Bu yat gezisi davetini, Maria şarkıcılık kariyeri ile çok meşgul olduğunu söyleyerek reddetti. Ancak sonunda Christina yatında Sir Winston ve Lady Churchill ile yapılacak olan tatil davetini kabul etti. Gemiden ayrıldığında Meneghini ile olan evliliği bitmişti. Oysa Onassis’in Tina isimli bir karısı ve iki çocuğu vardı.
Maria, Onassis tarafından baştan çıkarılmış, sesini ihmal etmesine ve bir zamanlar muhteşem opera kariyerine aniden son vermesine neden olacak bir dünyanın içine çekilmişti.
1963’te Onassis, Jackie Kennedy ile benzer bir fırsatçı taktik hazırladı. Oğlu Patrick’in henüz iki günlükken öldüğünü ve Jackie’nin delice bir yas içinde olmasını fırsat bilerek, onu iyileşmesi için Christina yatıyla yapılacak bir gemi yolculuğuna davet etti. Nedir ki, uzun zamandır birlikte olduğu Maria Callas bu seyahate dahil edilmemişti. Bunun yerine Onassis, onu Paris’te, onun için satın aldığı görkemli bir dairede bıraktı.
Üç ay sonra Kennedy Dallas’ta suikaste kurban gittiğinde dünya şoka girdi. Onassis elinden geldiğince Jackie’ye desteğini sunarak ona kol kanat germeyi sürdürdü.
JFK’nin ölümünden sonra, Jackie, kocasının erkek kardeşi Robert Kennedy ile teselli buldu ve onun başkanlık kampanyalarına destek verdi. Ancak Haziran 1968’de, onun da başkanlık seçimleri kampanyasında Los Angeles’te vurularak öldürülmesi sonunda Jackie paniğe kapıldı. Sırada kendi çocuklarının olduğu sanrısına kapılmıştı.
Onassis’in evlenme ve onu koruma teklifini kabul ederek, ona özel adası olan Scorpion’u, Olympic Havayolları şirketini ve muazzam servetini emrine verdi. Jackie arzuladığı güvenliği elde ederken, Onassis en büyük ödülü, dünyanın en ünlü kadınını almıştı. Düğün o kasım ayında bir tanıtım haberiyle patladı. Bu konu hakkında hiçbir haberi olmayan Maria, düğün haberini, Paristeki muhteşem evinde tek başına televizyonu izlerken öğrendi.
Jackie ile Onassis’in evliliği en başından beri bir felaketti. Onassis, ”Jackie gibi para harcayabilen biriyle hiç tanışmamıştım” diyordu. Evliliklerinin sadece ilk yılında 1,5 milyon dolar harcadı. Çoğunlukla evlerini yeniden dekore etti. En pahalı modaevlerinden alış veriş ederek gardrobunu baştan aşağı yeniledi.
Onassis’in birkaç hafta içinde Maria Callas ile ilişkisine yeniden başladığı herkes tarafından bilinmekte. İlk başta anlaşılır bir şekilde harap olan Maria onu görmeyi reddetti. Ancak, Onassis’in Mercedes Coupe’sini apartmanının ön kapısına çarpmakla tehdit ettiğinde, sonunda yumuşadı.
Onassis’in şoförü Yaikinto Rossa,”Ölümüne kadar her ay bir araya geldiler” dedi. ”Gerçek şu ki Maria Callas, Onassis’in tek gerçek aşkıydı. Hiç evlenmemiş olsalar da onun gerçek karısıydı.”
Jackie Amerika’ya döndü ama Kennedy ile Callas arasındaki rekabet yoğun olarak devam etti. Dünya basını, Onassis ve Callas’ın Paris’teki Maxim’s de iki kişilik romantik bir akşam yemeği yerken görüntüleri yayınladığında, Jackie hemen Boston’dan uçağa bindi ve iki gece sonra Onassis ile aynı restoranda yemek yerken fotoğraflandı. Bu Callas’a karşı, kasıtlı bir meydan okumaydı.
Jackie ile evliliğinin son yıllarında Onassis, Maria'ya yaptığı ihanetini büyük bir hata olarak görmeye başladı. Ağır hasta olduğunu öğrendiğinde, avukatlarına Jackie’ye karşı boşanma davası açmalarını söyledi. Bunu tipik Onassis tarzında yaptı-bu ona kalacak serveti azaltmak için, zina yaptığını ispatlamak için- özel detektifler tuttu. Bu Jackie’nin sürekli takip edilmesi anlamına geliyordu. Ancak Onassis, Jackie’den boşanamadı. Bunu yapamadan önce, hayati hastalığının yüzünden Paris’te bir hastaneye kaldırıldı. Jackie onun yanında değildi. Bunun yerine Aspen’a kayak yapmaya gitti. Ama Maria Callas’ın başucuna kabul edilmemesi talimatını bırakmayı da ihmal etmedi.
Callas aslında Onassis’i ölüm döşeğinde ziyaret etti. Bir servis asansörüyle gizlice odasına çıkarıldı ve komada yatarken bir saat onunla oturdu. Bu onun son vedasıydı. Onassis birkaç gün sonra öldü.
Onassis’in vasiyetinde karısının servetindeki payını en aza indirildiği bildirildi ancak Jackie buna itiraz etti.
Onassis’in kızı Christina, uzayan ve kamuoyuna açık hukuk savaşından kaçınmak için Jackie’ye 26 milyon dolarlık tam ve nihai bir ödeme yapmayı kabul etti. Maria Callas’a hiçbir şey kalmadı.
1975’te Onassis’in ölümünden sonra, sesi kesilen Maria, Paris’teki dairesinde münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Fotoğraflarla ve hatıralarla çevrili, şanlı geçmişinde yaşayan bir opera sanatçısı Norma Desmond ile oturur eski kayıtlarını dinlerdi. İki yıl sonra, 16 Eylül 1977 sabahı Callas, yatak odasının zemininde kalp krizinden yaşamın kaybetti ve ölü olarak bulundu. Maria veda ettiğinde sadece 53 yaşındaydı.
Jackie, yayıncılık alanında yeni bir kariyere başladı ve elmas satıcısı Maurice Tempelsman ile yeni bir aşk buldu. 1994 yılında 64 yaşındayken kanserden öldü.
Hem Jackie hem de Maria, milyonlar tarafından zamanlarının ikonları olarak hatırlanırken, bir zamanlar
dünyanın en zengin adamı olan Aristotle Onassis, bu olağanüstü dramdaki rolüyle hatırlanmaktadır.