MARİA VE JACKİE’NİN
AŞK ÜÇGENİNİN KARANLIK YÜZÜ
KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA-39-
Hay Eytan doğdu!
1984 yılı yılbaşı gecesi artık ‘karnı burnunda’ tabir edilen bir vaziyetteydim. O gece televizyonun karşısında kurduğumuz sofrada Soni, David ve ben otururken, Soni kardeşi için aldığımız deri kumaş karışımı patiklerini de sofraya koymuştu. Patikleri kendi tabağının yanına yerleştirmişti. Çok heyecanlıydı. “Anne gelecek sene yılbaşı gecesi, kardeşim de bu sofrada olacak” diyordu.
O sene Soni üst üste o kadar çok hastalanıyordu ki, ben artık korkudan ve sıkıntıdan çökmüş bir durumdaydım. Sokağa neredeyse hiç çıkmıyordum. Hep evdeydik. Ablam ve çocuklar, komşularım Canan ve Nilgün ve has dostum Fügen sürekli yanımda oluyorlardı.
Bu hamileliğimde Soni’de olduğu gibi kusma veya kokulara karşı hiçbir hassasiyetim yoktu. Soni’de olduğu gibi makarnaya da sardırmamıştım. Sadece bir gece saat 23.00 sularında çok ilginç bir şey yaşadım. Hava buz gibi, ocak ayının ortalarındayız, yatmaya hazırlanıyoruz, birden bire ağzımın içinde, tarif edilmez bir Coca-Cola tadı hissettim, ağzım sulandı ve David’e ”kola istiyorum” dedim. Son kolayı David akşam yemeğinde içmişti. Ben zaten gaz yapacak diye hiç içmiyordum. David “tamam yarın alır içersin” dedi. Bunu kelimelerle anlatamam imkansız, içimde duyumsadığım kola isteğini tarif edemem. Gözyaşları içinde, çaresizlikle koltuğa çöktüm. Soni uyuyordu. David mecburen paltosunu giydi, atkısına sarındı, botlarını giymeye başladı. Zavallıcık bütün Bahariye’yi dolaşmış, o saatte açık tek bir bakkal veya süpermarket yokmuş. Sonunda açık bir kıraathane görmüş. İçeri girince yerlerde temizlik yapılıyormuş. Masalar, sandalyeler kenarda üst üste duruyormuş. David’e “abi kapalıyız” demişler. David bir şişe kola istediğini söylemiş. Kasanın da kapandığını söylemişler. David evde hamile karısının evde kola aşerdiğini ve ağladığını anlatınca adam kasanın yanındaki mostralık şişelerden bir tanesini vererek ”al abi yengeye helal olsun” demiş. David zorla cebine parayı sokmuş. Ben evimde şişe açacağı ile onu beklerken zil çaldı. Şişeyi paltosunun içinde saklamış, bulamadığını söyleyince, ben hüngür hüngür ağlamaya başladım. Telaşla, şaka yaptığını söyleyip, bana cam şişeyi uzattı. Ben onu açıp kafama diktim. O bağcıklı botlarını daha açıp çıkaramadan, ben şişeyi bitirmiştim bile. O kadar mutluydum ki size tarif etmem mümkün değil. Ertesi akşam David eve litrelik bir kasa coca-cola getirdi ama, benim kılım bile kıpırdamadı. Bir daha hiç Coca Cola içmedim. İnanmayacaksınız ama bu krizi bana karnımdaki bebek yaşatmıştı. Küçük oğlum Hay Eytan iptila derecesinde kola seven bir insan olmuştu. Geçen sene sigarayı bırakır çok, zorluk çekerek kolayı bıraktı.
Ocak ayının ikinci haftası Soni ateşlendi. Ateşi bir türlü düşmüyordu. Yapılan kan tahlillerinde analizi yapan biolog, kanda bazı atipik hücreler olduğunu söyleyince aklım çıktı. Doktoruna gittik, ben kriz halindeyim. Çocuk doktoru Rana Beşe, yanımda Hematolog Prof. Dr. Yücel Tamgün’den bizim için bir randevu aldı. Ertesi gün gidecektik. O gece herkes uyurken ben kocaman göbeğimle evin içinde turlanıp, on dakikada bir Soni’nin nefesini dinliyordum. O gece o kadar azap içindeydim ki, sabah tuvalete girip aynaya baktığımda, ihtiyar ve çökük bir kadının bana baktığını gördüm. Dehşet içindeydim. O gün öğleden sonra, David eve geldi, Soni ile beni arabaya atıp Teşvikiye’deki doktora götürdü. Doktor çocuğu muayene etti ve bizzat kanını aldı ve “siz yarım saat içeride bekleyin, sizi çağıracağım” dedi. O yarım saat ömrümün en acı saatiydi sanırım. Bizi içeri çağırdı. Bacaklarım titriyordu. Doktor elindeki tetkiklere bakarak ”Soni’nin kötü bir şeyi yok. Kulak altındaki gangliyonlarına bakteri bulaşmış. Ona iğne ve ağızdan yazdığım antibiyotiklerle tedavi olacak. Kesinlikle lösemi değil” dedi. Sevinçten ağlayıp çocuğuma sıkıca sarıldım. Tanrı’ya nasıl şükrettiğimi bilemezsiniz. Neredeyse doktorda secdeye gelecektim. Eve döndük. Herkese müjdeyi verdik. İlaçlar, iğneci derken, yattık uyuduk. Ertesi sabah düzensiz doğum sancılarıyla uyandım. Daha doğuma bir ay vardı. O gün akşam üstüne kadar, düzensiz aralıklarla ağrı çektim. Soni için sevinçliyken bu sefer karnımdaki bebek için endişelenmeye başlamıştım. Doktoru aradım. Yanıma küçük bir çanta yapıp hastaneye gelmemi istedi. Tabii ki, David eve erken geldi, beni arabaya attı ve bu kez Şişli’deki Can Hastanesi’ne gittik. Doktor beni muayene etti, ”Henüz doğum başlamamış, bu akşam hastanede yatacaksınız. Bir serum takılacak. Sabaha kadar sancı durursa, eve dönersiniz. Aksi halde farklı bir serum takıp doğumu başlatacağız ve çocuğu alacağız. Tam gelişmemişse kuvöze koyarız” dedi.
Odaya çıktık, serum takıldı ve bekleyiş başladı. Bütün gece gözümü kırpmadım, çünkü ağrılar devam ediyordu, sabah 5 sularında ağrım durdu. Serum da bitti. Doktor çok erken bir saatte odama geldi. Ağrının durduğunu öğrenince “gözümüz aydın” dedi. Plasentayı kuvvetlendirecek bir hap vererek beni taburcu etti. Eve neşeyle döndük. İkinci faciayı da atlatmıştık. Nedir ki korkudan ve sinirden başlayan sahte kasılmaların sonucunda, ben o kadar gerilmiştim ki, eve dönünce bu sefer yemek borum kasıldı ve su bile yutamamaya başladım. Yutmak için verdiğim ağrı mücadelesini tarif etmem olanaksız. Annem başımda yemek yememi istiyor, bense suyu bile yutamıyorum. Yemek borusunda takılan lokmalar o kadar acı veriyordu ki, ben ağrıdan bağırıyordum. Sulu yiyecekleri bile yiyemiyordum. Bu durum tam iki gün sürdü. Doktorun verdiği hafif müsekkin ve magnezyumlu şurup ile yemek borumun kasılması açıldı. Ağrısız yutabildiğim ilk yarım bardak su için de Tanrı’ya şükrettim. Bir insanın yiyip içtiğini rahatça yutabilmesinin ne kadar büyük bir mutluluk olduğunu biliyor musunuz? Bunun için her lokmayı yutarken Tanrı’ya müteşekkir olmamız gerekir. Ben bu bilgeliklere o kış, 28 yaşımdayken ulaşmıştım. Ocağın son haftası artık iyileşen ve okula başlayan Soni bir sabah her tarafı döküntülerle uyandı. Tabii ki doktora gittik ve suçiçeği olduğunu öğrendik. Hiç telaşlanmadım, teşhis tamamdı ve olağan bir çocuk hastalığıydı. Hastalığının 11. gününde, David sabah 6’ da kalktığında ben de uyandım. Çok hafif bir sancıyla birlikte biraz da suyumun geldiğini gördüm. David’e bakarak 'Artık 8,5 aylık hamileyim. Bu bebek sağlam doğar bence” dedim. Sakinlikle yatağı topladık. Soni’yi uyandırdık. Giyindi. Doğum çantası zaten hazırdı. Önce anneme gittik. Soni’yi teslim ettik, ben doktoru aradım. Doktor “Hadi tontonum gel, artık doğur, sen de kurtul, bebek de artık çıksın” dedi. Boğaz Köprüsü’nü geçerken, incecik bir kar serpiştiriyordu ama yol açıktı ve trafik akıyordu. Çok rahat ve huzurluydum. David’e “Bu bebeğin Bar Mitzva’sı şubatta olacak ve ben tayyörümün yakasına vizon kürk taktıracağım” dedim. David gülmeye başlamıştı. Soni’nin doğumuna da giderken, David’e, sünnette saçıma takacağım beyaz çiçekli tokalarımı çantaya koymasını söylemiştim. David onu hatırlattı. Hastaneye geldik. Doğum başlamıştı bile. Gerekli hazırlıklardan sonra doğum odasına alındım. Sanırım üç kere bağırdım. 15 dakika sonra oğlumuz Hay Eytan doğdu. 3.850 gram ve 54 cm boyundaydı. Eğer 9 aylık doğsaydı sanırım 4 kiloyu geçecekti.
Hay bebek, hiç uğraş vermeden kolaylıkla doğuvermişti. Hastanede, yanımda ablam ve David vardı. Bebek o kadar güzeldi ki, ablam eniştem Niso’yu aramış,”Niso bebek o kadar güzel ki, yapma oyuncak bebeklere benziyor “demişti. Çocuk minicik kalkık burunlu, pembe beyaz tenliydi. Altın renkli saçları vardır. Minik burun delikleri su damlası gibiydi. Dudakları koyu pembe gül koncası gibiydi. Biz ona “melek tozu” diyorduk. Kokusunu uyuşturucu gibi içime çekiyordum. Yatağın üzerine yatırmış, ablamla hayranlıkla onu seyrediyorduk. Hamileliğim çok sıkıntılı geçmişti ama sonunda Tanrı yüzüme gülmüş güzeller güzeli Hay Eytan’ımı kucağıma almıştım. Soni de evde heyecan içinde suçiçeğinin 15 günün dolmasını bekliyordu. Pazartesi günü doğan kardeşini ilk defa beş gün sonra, cumartesi günü hastaneye gelerek görebilmişti. Tabii ki Soni'ye baktığı için, annem de Hay'ı ilk defa o gün görebilmişti.
Hay, 6 Şubat 1984’te doğmuştu. 13 Şubat'ta hastanede Brit Mila’sını olmuştu. Hastane büyük bir kalabalıkla dolmuştu. Bu defa brit mila koltuğunda babam Hayim oturuyordu. Adaşı Hay’ı da annem kucağına alıp ona vermişti. Sünnet bittikten sonra konuklar kurulan sofralarda yiyip içerken, fonda Ofra Haza’nın 1983 yılının Eurovision şarkısı “HAY” şarkısı çalıyordu.
” Hay hay hay,
Am İsrael Hay”
Şarkısı çalmaya devam ederken, annem bebeğimi yukarıya getirdi. Bebek içtiği bir damla şarabın etkisiyle uyuyordu. Soni de yatağın kenarında oturuyor ve kardeşinin elini tutuyordu. Üzerinde içi kürklü yeşil deri ceketi vardı ve çok yakışıklıydı. Herkes çok mutluydu. Rüyam gerçekleşmiş ve Hay Eytan hayatımıza bütün haşmetiyle girmişti. Tanrı’ya verdiği bütün sevinçler için şükrederken, sarışın, güneş renkli oğulcuklarıma sıkı sıkı sarılıyordum.
Jackie Kennedy ve Maria Callas, Marilyn Monroe olmasaydı, 29 Mayıs 1962’de New York’taki Maddison Square Garden’daki JFK Gala konserinde kesinlikle tanışacaklardı.
Bu, Başkan John F. Kennedy’nin 45. doğum günü kutlamalarının olduğu bir geceydi. Bu gecenin en önemli sanatçı konuğu, Milano’dan o gece için uçakla ABD’ye gelen opera yıldızı soprano Maria Callas’tı. Ancak akşama kayda değer bir şekilde katılmayan bir kişi başkanın eşi Jackie idi.
Marilyn Monroe’nun şarkı söylemeye davet edildiğini ve kendisinin, kocasının Monroe ile olan aşk ilişkisini bilen Jackie, film yıldızının Ulusal Televizyonda başkanı sesli olarak baştan çıkarırken, küçük düşürülmek istememişti.
Jackie’nin yokluğunda, Marilyn cinsel içerikli ve artık kötü şöhrete sahip ”Doğum günün kutlu olsun bay başkan” –Happy Birthday Mr. Presedent- yorumunu ulusa salmakta özgürdü.
New York köşe yazarı Dorothy Kilgallen tepkileri özetledi. ”Görünüşe göre Marilyn, 40 milyon Amerikalının önünde başkanla sevişiyormuş”. Sahnesinin alınmasına alışık olmayan Maria Callas bile Marilyn Monroe’nun onun rolünü çaldığını kabul etmek zorunda kaldı.
Maria Callas ve Jackie Kennedy hiç tanışmadılar. Oysa ikisi de yaldızlı jet sosyetenin iki ayrı önemli kişisiydi. Başlangıçta sadece yolları hiç kesişmedi. Daha sonraki yıllarda, her ikisi de Yunan denizcilik milyarderi Aristotle Onassis ile alenen yakınlaştıklarında bilinçli olarak birbirlerinden kaçındılar.
1974’te çekilen bir Barbara Walters televizyon çekiminde, Jackie hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, Maria buz gibi bir soğuklukla ”Onu tanımıyorum, onunla hiç tanışmadım.” dedi. Daha sonra konuyu değiştirdi.
Jacqueline Kennedy ve Maria Callas 1920’lerin Manhattan’ında dünyaya geldiler. Maria 23’te, Jackie 29’da doğmuşlardı. Ancak yaşam şartları taban tabana zıttı. Jackie, borsacı ’Black Jack’ Bouvier ve İrlanda kökenli bir sosyetik olan Janet Lee’nin kızı olarak zenginlik ve ayrıcalık içinde doğdu. Babası ona hayrandı ve ondan sık sık “bir erkeğin sahip olacağı en güzel kızı” olarak bahsediyordu.
Ondan 6 yıl önce doğan Maria, Yunan göçmenler George ve Evangelia Kalegeropoulos’un ikinci kızıydı. Aile ABD’ne göç ettikten sonra soyadlarını Callas olarak değiştirmişlerdi.
Maria, Jackie’nin aksine istenmeyen bir çocuktu. Annesi bir erkek bebek bekliyordu, yeni doğan bebeğinin kız olduğunu görünce, ilk dört gün ona bakmayı reddetti.
Jackie New York’ta seçkin bir özel okula gitti ve tatillerini Hamptons’ta ata binerek geçirdi. Edebiyat ve dillerde mükemmeldi. Maria yerel devlet okuluna gittiği Queens ilçesindeki bir eczanenin üzerindeki küçük bir apartman dairesinde büyüdü. Henüz beş yaşındayken olağanüstü bir sesi olduğu ortaya çıktı.
Ortak noktaları ise ikisinin de ebeveynlerinin mutsuzluğu ve sonuç olarak boşanmalarıydı. Anne ve babası ayrıldıklarında, annesi Maria ve kız kardeşini Yunanistan’a geri götürdü. Jackie ve kız kardeşi Lee ise Conneticut’taki yatılı okula gönderildi.
Ancak 24 yaşından itibaren hayatları benzerlik göstermeye başladı. O zamana kadar muhabir olarak çalışan Jackie, John Kennedy adlı hevesli ve atılgan bir politikacı ile tanıştırıldı. İrlanda asıllı, hırslı, zengin Boston’lu bir ailenin oğluydu. Kısa sürede evlendiler ve 10 yıldan kısa bir süre içinde, 32 yaşına gelen Jackie, Amerika’nın first lady’si olarak Beyaz Saray’da yaşamaya başladı.
Bu arada Maria Yunanistan’da Atina Konservatuarı’nda yıllarını şan eğitimi alarak geçirmişti. Sonuç olarak da Opera de Verona’da rol almak üzere iken, henüz 24 yaşındayken zengin bir İtalyan iş adamı olan Giovanni Batista Meneghini ile nişanlandı. Adam ondan 26 yaş büyüktü. Birkaç yıl içinde evlendiler ve kocası Maria’nın menajeri oldu.
Ardından ünü çığ gibi büyüdü, 30’lu yaşlarının başında, Maria Callas operanın first lady’si olarak selamlanıyordu.
Callas ve Kennedy, kendi kamusal kişiliklerini yaratma konusunda içgüdüsel bir yeteneğe sahiptiler. Jackie ideal “başkanlık eşi” imajını yarattı. Chanel ve Dior’dan giyindiği, kusursuz bir kağıt bebek ikonu oldu. Zahmetsiz bir imajın sahibi oldu.
Akşam yemeklerinden sonra, dünyaca ünlü müzisyenlerin çaldığı Beyaz Saray’da düzenlenen gala gecelerinde, Avrupa dillerine olan hakimiyetiyle konuklarını etkiledi. Aynı zamanda Jackie, cephenin arkasında evlat kayıpları yaşadı, kocasının sürekli olarak onu aldatmasının üzüntüsünü hiç belli etmedi ve çok güçlü bir profil sergiledi.
Çocukluğundan beri aşırı kilolu olan Maria da yeni kişiliğini icat etmeye koyuldu. 1953’ te 36 kg. verdi ve Audrey Hepburn tarzında güzel giyimli bir moda ikonu olarak ortaya çıktı. Jackie gibi, Maria da pek çok dili akıcı olarak konuşabiliyordu. O da bildiklerini birleştirerek, kendine özgü krallara layık bir aksanla konuşuyordu. Kendine yarattığı imajla sadece sahnelerin divası değil, kaprisleri, talepleri ve konser iptalleri ile gazetelerde manşet oluyordu.
Maria Callas, 1957’de Venedik’teki bir partide Yunan Denizcilik patronu milyarder iş adamı Aristotle Onassis ile tanıştırıldı. Birkaç hafta içinde, Maria ve kocasını Akdeniz gezisi için özel yatında kendisine katılmaya davet etti.
Onassis operayla zerre kadar ilgilenmiyordu, o aslında değerli ve ünlü insan koleksiyoncusuydu. Bu yat gezisi davetini, Maria şarkıcılık kariyeri ile çok meşgul olduğunu söyleyerek reddetti. Ancak sonunda Christina yatında Sir Winston ve Lady Churchill ile yapılacak olan tatil davetini kabul etti. Gemiden ayrıldığında Meneghini ile olan evliliği bitmişti. Oysa Onassis’in Tina isimli bir karısı ve iki çocuğu vardı.
Maria, Onassis tarafından baştan çıkarılmış, sesini ihmal etmesine ve bir zamanlar muhteşem opera kariyerine aniden son vermesine neden olacak bir dünyanın içine çekilmişti.
1963’te Onassis, Jackie Kennedy ile benzer bir fırsatçı taktik hazırladı. Oğlu Patrick’in henüz iki günlükken öldüğünü ve Jackie’nin delice bir yas içinde olmasını fırsat bilerek, onu iyileşmesi için Christina yatıyla yapılacak bir gemi yolculuğuna davet etti. Nedir ki, uzun zamandır birlikte olduğu Maria Callas bu seyahate dahil edilmemişti. Bunun yerine Onassis, onu Paris’te, onun için satın aldığı görkemli bir dairede bıraktı.
Üç ay sonra Kennedy Dallas’ta suikaste kurban gittiğinde dünya şoka girdi. Onassis elinden geldiğince Jackie’ye desteğini sunarak ona kol kanat germeyi sürdürdü.
JFK’nin ölümünden sonra, Jackie, kocasının erkek kardeşi Robert Kennedy ile teselli buldu ve onun başkanlık kampanyalarına destek verdi. Ancak Haziran 1968’de, onun da başkanlık seçimleri kampanyasında Los Angeles’te vurularak öldürülmesi sonunda Jackie paniğe kapıldı. Sırada kendi çocuklarının olduğu sanrısına kapılmıştı.
Onassis’in evlenme ve onu koruma teklifini kabul ederek, ona özel adası olan Scorpion’u, Olympic Havayolları şirketini ve muazzam servetini emrine verdi. Jackie arzuladığı güvenliği elde ederken, Onassis en büyük ödülü, dünyanın en ünlü kadınını almıştı. Düğün o kasım ayında bir tanıtım haberiyle patladı. Bu konu hakkında hiçbir haberi olmayan Maria, düğün haberini, Paristeki muhteşem evinde tek başına televizyonu izlerken öğrendi.
Jackie ile Onassis’in evliliği en başından beri bir felaketti. Onassis, ”Jackie gibi para harcayabilen biriyle hiç tanışmamıştım” diyordu. Evliliklerinin sadece ilk yılında 1,5 milyon dolar harcadı. Çoğunlukla evlerini yeniden dekore etti. En pahalı modaevlerinden alış veriş ederek gardrobunu baştan aşağı yeniledi.
Onassis’in birkaç hafta içinde Maria Callas ile ilişkisine yeniden başladığı herkes tarafından bilinmekte. İlk başta anlaşılır bir şekilde harap olan Maria onu görmeyi reddetti. Ancak, Onassis’in Mercedes Coupe’sini apartmanının ön kapısına çarpmakla tehdit ettiğinde, sonunda yumuşadı.
Onassis’in şoförü Yaikinto Rossa,”Ölümüne kadar her ay bir araya geldiler” dedi. ”Gerçek şu ki Maria Callas, Onassis’in tek gerçek aşkıydı. Hiç evlenmemiş olsalar da onun gerçek karısıydı.”
Jackie Amerika’ya döndü ama Kennedy ile Callas arasındaki rekabet yoğun olarak devam etti. Dünya basını, Onassis ve Callas’ın Paris’teki Maxim’s de iki kişilik romantik bir akşam yemeği yerken görüntüleri yayınladığında, Jackie hemen Boston’dan uçağa bindi ve iki gece sonra Onassis ile aynı restoranda yemek yerken fotoğraflandı. Bu Callas’a karşı, kasıtlı bir meydan okumaydı.
Jackie ile evliliğinin son yıllarında Onassis, Maria'ya yaptığı ihanetini büyük bir hata olarak görmeye başladı. Ağır hasta olduğunu öğrendiğinde, avukatlarına Jackie’ye karşı boşanma davası açmalarını söyledi. Bunu tipik Onassis tarzında yaptı-bu ona kalacak serveti azaltmak için, zina yaptığını ispatlamak için- özel detektifler tuttu. Bu Jackie’nin sürekli takip edilmesi anlamına geliyordu. Ancak Onassis, Jackie’den boşanamadı. Bunu yapamadan önce, hayati hastalığının yüzünden Paris’te bir hastaneye kaldırıldı. Jackie onun yanında değildi. Bunun yerine Aspen’a kayak yapmaya gitti. Ama Maria Callas’ın başucuna kabul edilmemesi talimatını bırakmayı da ihmal etmedi.
Callas aslında Onassis’i ölüm döşeğinde ziyaret etti. Bir servis asansörüyle gizlice odasına çıkarıldı ve komada yatarken bir saat onunla oturdu. Bu onun son vedasıydı. Onassis birkaç gün sonra öldü.
Onassis’in vasiyetinde karısının servetindeki payını en aza indirildiği bildirildi ancak Jackie buna itiraz etti.
Onassis’in kızı Christina, uzayan ve kamuoyuna açık hukuk savaşından kaçınmak için Jackie’ye 26 milyon dolarlık tam ve nihai bir ödeme yapmayı kabul etti. Maria Callas’a hiçbir şey kalmadı.
1975’te Onassis’in ölümünden sonra, sesi kesilen Maria, Paris’teki dairesinde münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Fotoğraflarla ve hatıralarla çevrili, şanlı geçmişinde yaşayan bir opera sanatçısı Norma Desmond ile oturur eski kayıtlarını dinlerdi. İki yıl sonra, 16 Eylül 1977 sabahı Callas, yatak odasının zemininde kalp krizinden yaşamın kaybetti ve ölü olarak bulundu. Maria veda ettiğinde sadece 53 yaşındaydı.
Jackie, yayıncılık alanında yeni bir kariyere başladı ve elmas satıcısı Maurice Tempelsman ile yeni bir aşk buldu. 1994 yılında 64 yaşındayken kanserden öldü.
Hem Jackie hem de Maria, milyonlar tarafından zamanlarının ikonları olarak hatırlanırken, bir zamanlar
dünyanın en zengin adamı olan Aristotle Onassis, bu olağanüstü dramdaki rolüyle hatırlanmaktadır.