MARİA VE JACKİE’NİN
AŞK ÜÇGENİNİN KARANLIK YÜZÜ
KADIKÖYLÜ KÜÇÜK SARA -38-
1982 yılında evi satın aldıktan sonra, ilk işimiz kat kaloriferi tesisatını ve sistemi kurmak oldu. Mazot tankı arkadaki balkona, cihaz ise küçük alaturka tuvaletin üzerine konuldu. Parke cam cila, boya badana, temizlik derken, yeni evimize taşındık.
Eve gelen taşınabilir röntgen aletiyle çekilen röntgen sonucunda, tam 2 ay sırt üstü yatan annemin kaburgaları ve pelvis kemiğinin tamamen kaynadığı tespit edilmişti. Ortopedist Prof. Dr. Kut Sarpyener eve gelmişti. Röntgeni inceledikten sonra, doktor annemi törenle yatağından kaldırdı. Biraz yürüttü ve annem artık kötürüm olmadığına dair ikna oldu. Evde bir bayram havası vardı. Emekler boşa gitmemişti. Bunu da atlatmıştık.
Bu arada Banker Kastelli adında bir iş adamı o sırada piyasayada para rüzgarları estiriyordu. David bir gün,” Bu Kastelli’ye 4 günlüğüne 100 bin lira para yatıralım, 4 günlük faizle eve yeni perdeler yaptırırız” dedi. Ertesi gün parayı verdi, ben Altıyol’da, Efes Çarşısının içindeki Kastelli Şubesine gidip parayı yatırdım. Bu hikaye gerçekten traji-komik. Ertesi sabah zil çaldı, babam gelmiş, kapı ağzında David’le fısır fısır konuşuyorlar. Atladım ve bağırarak “ne oluyor?” diye sordum. David bana dönüp, “Banker Kastelli iflas etmiş, devlet paralarına el koymuş” dedi. Ben önce idrak edemedim, sonra değil perde parasının, 100 bin liranın da kuş olup uçtuğunu anladım. David yine çok sakindi, babamla beni yatıştırdı ve “takip edelim bakalım neler olacak?” dedi.
O sırada bu toplu paraya çok gereksinimimiz olduğu için David babasından borç para alarak ve birkaç ay sonra iade ederek bu krizi de kansız atlatmamıza ortam sağladı. Bu Banker Kastelli olayları neydi?
Esas adı Abidin Cevher Özden olan Banker Kastelli, 1970’li yıllardan itibaren finans piyasalarında ismini duyurmaya başlamıştı. Bununla birlikte Kastel İnşaat 1975 yılında batmıştı. Azimli ve kararlı bir insan olan Cevher Özden iş hayatına devam etmiştir. Bankerliğe hız vererek kısa sürede işlerini ilerletmiştir. 1981 yılında alınan 24 Ocak kararları ile serbest piyasa ekonomisine geçilmesi sonrasında esas patlamasını yapmıştır. Bu dönemde Türkiye’nin en önemli oyuncuları Kastelli’nin reklamlarında oynamıştır.
100 binlerce insanın güvenip parasını teslim ettiği ve o dönem takribi 100 milyar Türk Lirası büyüklüğünde bir fonu yöneten Banker Kastelli’nin çöküşü, bankaların mevduat sertifikası vermeyi bırakması ile başlamıştır. Bunda 1980 darbesinin de çok etkisi vardır. Banker krizinin patlaması ile yurt dışına kaçan Cevher Özden yakalanarak yurda getirilmiş ve 255 gün hapis yatmıştır. 8.5 yıl süren yargılama sonunda ise Banker Kastelli beraat etmiştir.
Bu skandal sonucu o dönemde başbakan yardımcısı olan Turgut Özal istifa etmiştir. Daha sonra 1984 yılında çıkarılan bir yasa ile devlet tarafından el konulan 3 banka aracılığı en fazla 200 bin lira kaptırmış olan vatandaşlara, paraları faizsiz iade edilmiştir. Bu Kastelzedelerden bir olarak, 1984 yılında İstanbul Bankası’na giderek gasp edilen 100 bin liramızı geri alabilmiştik.
Bu olaydan alınan ders ise “kısa günün karı”nın insana büyük zarar verebileceğiydi.
1982 yılının Eylül ayında Soni’nin 5. yaşını yeni evimizde kutlamıştık. Annem bile gelebilmişti. Yeni evi ilk defa o gün görmüştü. Herkes huzurluydu. Evimizi kutlamıştık. Minik oğlumuz da artık bir delikanlı olma yoluna girmişti.
O sene 13 Eylül günü Rina 1. sınıfa başlamıştı. Soni ise tam o gün 5 yaşını bitirmişti. Onu Rina ile aynı sınıfa koyup misafir öğrenci olarak okula verdik. Siyah önlüğü, beyaz yakası ve tam tertibatlı çantası ile ilk birkaç gün Rina’yla güle oynaya okula giderken, bir gün ders ortasında sınıftan çıkan Soni, müdürün odasına giderek, bir telefon etmek istediğini söylemiş. Müdür çok şaşırmış ama telefonu Soni’ye vermiş, bizim evde o dönemde telefon olmadığından, Soni annemi aramıştı. Ben de tesadüfen o sırada annemlerdeydim ve telefonu açtım. Soni karşımda “beni gelip alır mısın lütfen, ben bu kadından hoşlanmadım”, dedi. Kadın dediği öğretmen Hadiye hanımdı. “Ne oldu?” diye sordum. ”Sen gel, ben müdürün odasındayım, gelince anlatırım” dedi. Okul eve çok yakındı, ben de hemen yola koyuldum. Okula geldiğimde, onu Müdürün odasında bir koltuğa oturmuş bir halde beni beklerken buldum. Odaya girince müdür, hayretler içinde çocuğun kararlılığını ve sakinliğini anlattı. Öğretmeni de odasına getirtti. Hadiye hanım alı al moru mor ”Soni ne oldu?” deyince bizimki kaşlarını çattı ve “Hesap sayacım yere düştü, ben onu almak için eğilince, siz oyun oynadığımı sanıp, bana bağırdınız ve abaküsümü elimden alıp geri vermeyeceğinizi söylediniz. Ben de bana inanmadığınız için sınıftan çıktım. Siz beni konuşturmadınız bile. Ben artık bu sınıfta olmak istemiyorum. Zaten misafir öğrenciyim, kaydım bile yok“ dedi. Müdür, öğretmen ve ben gülmemek için kendimizi dizginliyorduk. Bunları sakinlikle söyledikten sonra, sonunda sinirleri bozuldu ve yanaklarından aşağı gözyaşları düşmeye başladı. Ben izin isteyerek çocuğu topladım ve eve döndük. Yolda bana kesinlikle kendisini savunmaya izin vermeyen bir öğretmenle durmak istemediğini anlattı. “Üzülme, ben daha küçüğüm. Seneye okula giderim“, dedi.
Soni’yi okula dönmeye hiçbir şekilde ikna edemedik ve yeniden eski hayatımıza döndük. Nedir ki, ben daha ilk günden dergi ve fiş paralarını ödediğim için, Rina her yeni dergiyi ve fişleri alıp Soni’ye veriyordu. Biz de evde bunları günü gününe aynen çalışıyorduk. Sonuç olarak o sene kasım ayında Soni sular seller gibi okuyup yazmaya ve minik Cin Ali kitapları okumaya başlamıştı. İlerleyen aylarda matematik problemleri ve işlemlerine başlamıştık.
Böyle zaman akışı içinde 1983 yılına girmiştik. O sene Tante Suzan artık çok zayıflamış ve yemek istememeye başlamıştı. Şubat sonu ölmeye yattı. Annem ona bir bebek gibi bakıyordu ama, onun yaşam alevi gitgide küçülüyordu. Mart ortasında uykusunda uçtu gitti. 75 yaşındaydı. Çok hüzünlü ve acılı bir hayat yaşamıştı. 18 yıllık eşi onu terk edip İsrael’e gitmişti. Teyzem ondan asla boşanmadı. Annemle babam onu evlerine aldılar. O adeta ablamla benim ikinci annemizdi. Ari, Rina ve Soni’ye aşıktı. Hepimize verdiği emekleri asla unutamayız. Çocuklarımız onu çok severlerdi. Onları Ladino ve Bulgarca şarkılar söyleyerek uyuturdu. Çok fedakardı. Kibardı. Annemin üzerine titrerdi. Ama bir kardeşin evinde, 25 yıl boyunca öylece yaşamak kanımca onun için hiç de kolay değildi. Duygularını hiç belli etmez, yanımızda ağlamazdı. Sadece radyoda “Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime” şarkısı çaldığı zaman, başını öne eğer, gözyaşlarını içine akıtırdı. Ben bu gün hala bu şarkıyı dinlediğimde, teyzemi hatırlar ve onun için gözyaşlarımı tutamam.
Teyzem öldükten sonra annem büyük bir depresyon geçirdi. Ömrünün neredeyse tümünü ablasıyla geçirmişti, şimdi onun eksikliği ile çılgına dönüyordu. Sonuç olarak ülseri azdı ve korkunç acılar çekmeye başladı. Bir gün Gastoenterelog olan doktoru Prof. Dr. Öznur Kuşakçıoğlu’na gittik. Baktı, konuştu, teyzemi ve acılarını anlatınca, ona ilaçlarını yazdıktan sonra, bana döndü. Genç kızlığımdan beri beni tanırdı ve “Sen neler yapıyorsun, evlendin mi? “diye sordu. Ben de evlendiğimi ve 5,5 yaşında bir oğlum olduğunu söyledim. Doktor bana “annen şu anda büyük bir boşluğa düştü, o yüzden ülseri nüksetti. Sen hemen annene bir yeni torun doğur. Annen bebek için sana yardım ederken iyileşecek” dedi. Ben gülmeye başladım ve başka çocuk düşünmediğimizi söyledim. O da güldü “sen yap bir bebek” dedi.
Biz eve döndük, akşam olanları David’e anlattım. “Daha evin borcu bu ay bitiyor, olmaz öyle şey“ dedi. Ama ben zaten her zaman iki çocuğum olmasını istiyordum. Hatta Tante Suzan, son demlerinde bana “Soni’ye bir kardeş yap, insanın hayatta bir kardeşi olmalıdır. Birlikte dertleri ve sevinçleri paylaşırlar” demişti. Uzun lafın kısası, o sene mayıs ayının sonlarına doğru bebek beklediğimizi öğrendik. Ev borcumuz da bitmişti. Annem bu haberi alınca gerçekten canlandı, babamın da yüzü güldü. Babama bir oğlum olursa adını Hay Eytan koyacağımı söyledim. Onun adı Hayim’di ve oğlan Hay olacaktı. Eytan ise demir gibi güçlü demektir. Ben bir gün Hay Eytan isimli bir oğlum olacağını rüyamda görmüştüm. Bunu zaman zaman birileriyle paylaştığım zaman, bıyık altından güldüklerini hissetmiştim. Bu rüyam hakkında da kimseye bir şey kanıtlamaya ihtiyaç duymuyorum. Sadece anılarımın içinde yer aldığından ve kayda geçmesini istediğimden anlatıyorum.
Hamileliğimin ikinci ayında aynı Soni’de olduğu gibi yine ufak bir kanama geçirdiğimden, yine bir haftayı kanapede uzanarak geçirmiştim. Tabii annem her gün geliyor, ortalık, yemek pişirmek derken kendini tamamen unutuyordu. Aslında doktor söylediklerinde çok haklıydı. Annem için yeni bir amaç vardı artık. Soni de kardeşi olacağı için çok sevinçliydi. Rina devamlı karnımın üzerine parmağını koyuyor, “bebe” diyordu. Ari Kadıköy Anadolu Lisesi'ne gidiyordu. O da hamileliğimi ilgiyle takip ediyordu. Kuzen çetesi giderek genişliyordu.
Eylül ayı gelince Soni gerçek okul çağına gelmiş ve Gül Apartmanı'ndan komşumuz olan ve Soni’yi çok seven Ülkü Yılmaz öğretmenin sınıfına yazılmıştı. Soni ilk gün Ülkü hanımı gördüğü anda gözleri parlamıştı. Öğretmenini o kadar çok sevdi ki, bu gün hala, artık epeyi yaşlanmış olan öğretmenini İsrael’den arar ve onunla uzun uzun konuşur. Kadın ise mutluluktan ne diyeceğini bilemez. Soni zaten okuma yazma ve her şeyi bildiği için 1. sınıf onun için oyun ve keyifle geçti. O sene ilk defa evden ayrıldığı için, sürekli hasta oluyordu. Bereket, dersleri kaybetme derdi olmadan, o seneyi epeyi devamsızlık yaptığı halde, problem olmadı. Ama gelin bir de bana sorun. Gitgide büyüyen karnımla ve Soni ile uğraşmaktan iflahım kesiliyordu.
Bu arada 1983 Kasımı’nda Tante Veneta’nın eşi Onkle Bohor ağır bir felç geçirerek vefat etmişti. Ondan üç gün sonra da babamın büyük ablası halam Tante Palomba vefat etmişti. İkisinin de "şiv'a"ları (7 günlük yas dönemi) annemin evinde olmuştu. Teyzem ve kuzenim Aşer acı içindeydiler. Babam da ablasını kaybetmişti. Peşpeşe cenazeler ve her akşam evde yapılan yas duaları ile hepimiz gamlı ve üzgündük. Çocukluk ve gençliğimizin bütün yakın aile sakinleri yavaş yavaş eksiliyorlardı. Hasılı ben 5. ayımdan itibaren hep sıkıntı ve hüzün içindeydim. Bu hamilelik dönemi birincisi gibi değildi. Artık yaşamın yükü sırtımıza binmişti. Eskisi kadar kolay sevinip, kahkahalar atamıyorduk. Böyle bir ruh hali ve 6 aylık hamile olarak aralık ayında 28 yaşımı bitirdim. O gün yanımda ablam ve çocukları, annem ve babam ve Fügen vardı. Fügen de bebeği heyecanla bekliyordu.
Evimizin üst katında oturan Canan ve Dursun Karalı çifti ile çok yakın arkadaş olmuştuk. Canan’la yaşıttık. 10 yıllık evliydiler, ama çocukları olmuyordu. Sürekli tedavilere gider ve benimle paylaşırdı. Ben hamileyken, o da bana çok yakın ilgi gösterirdi. Yeni bebek için faşadura (bebek bezi kesme töreni) bile yapmamıştım. Hem ailenin keyfi yoktu, hem de ben bunu gereksiz görüyordum. Aslında ben her zaman sade bir hayatı yeğlemişimdir. Annemle Sümerbank’tan aldığımız patiska kumaşı ablam kesmişti. Sonra da Moda Divan Pastanesi’nden aldığım fıstıklı, çikolatalı pastadan yemiştik. Böylece bez kesilmiş ve annem bebek için bir gömlek dikmişti. Usulde doğduğu anda, eskiden doğum evlerde yapıldığından, evin büyükleri yeni doğmuş bebeğe bu gömleği giydirirlerdi. Biz tabii ki hastanede doğuruyorduk. Ben Soni’ye gömleğini evde ilk banyosunu yaptıktan sonra 3 günlük sünnetliyken giydirmiştim. Bu bebeğe de öyle yapacaktım. Ablamın çocuklarından ve Soni’den kalma o kadar çok kıyafet ve çamaşır vardı ki hepsi yıkandı, ütülendi. Koca bir şifonyer doldu. Yeni olarak sadece bir takım zıbın, çorap, eldiven ve başlık aldım. O da hastane çıkışı yepyeni giydirmek için. O sırada geleneği de kulak arkası etmemiş, 8 kişilik bir törenle geçiştirmiştim. Ablamın kayınvalidesi Madam Recina Altaras da bebek için, mermerşahiden, tığla bir yığın mendil işlemiş, hazırlamıştı.
İkinci bebeğin döneminde, cinsiyeti artık ultrasound aletiyle görülüyordu. Çekime gittiğimde bebeğin ellerini, ayaklarını, hatta omurgasını bile görebilmiştik. Doktorum Can Daver’den, sürpriz olmasını istediğimden bebeğin cinsiyetini söylememesini istemiştim ama “erkek olduğuna eminim” dediğimde gülmüştü. Emindim çünkü içimde Hay Eytan vardı. Gelecek günler bize zaten her şeyi gösterecekti.
Jackie Kennedy ve Maria Callas, Marilyn Monroe olmasaydı, 29 Mayıs 1962’de New York’taki Maddison Square Garden’daki JFK Gala konserinde kesinlikle tanışacaklardı.
Bu, Başkan John F. Kennedy’nin 45. doğum günü kutlamalarının olduğu bir geceydi. Bu gecenin en önemli sanatçı konuğu, Milano’dan o gece için uçakla ABD’ye gelen opera yıldızı soprano Maria Callas’tı. Ancak akşama kayda değer bir şekilde katılmayan bir kişi başkanın eşi Jackie idi.
Marilyn Monroe’nun şarkı söylemeye davet edildiğini ve kendisinin, kocasının Monroe ile olan aşk ilişkisini bilen Jackie, film yıldızının Ulusal Televizyonda başkanı sesli olarak baştan çıkarırken, küçük düşürülmek istememişti.
Jackie’nin yokluğunda, Marilyn cinsel içerikli ve artık kötü şöhrete sahip ”Doğum günün kutlu olsun bay başkan” –Happy Birthday Mr. Presedent- yorumunu ulusa salmakta özgürdü.
New York köşe yazarı Dorothy Kilgallen tepkileri özetledi. ”Görünüşe göre Marilyn, 40 milyon Amerikalının önünde başkanla sevişiyormuş”. Sahnesinin alınmasına alışık olmayan Maria Callas bile Marilyn Monroe’nun onun rolünü çaldığını kabul etmek zorunda kaldı.
Maria Callas ve Jackie Kennedy hiç tanışmadılar. Oysa ikisi de yaldızlı jet sosyetenin iki ayrı önemli kişisiydi. Başlangıçta sadece yolları hiç kesişmedi. Daha sonraki yıllarda, her ikisi de Yunan denizcilik milyarderi Aristotle Onassis ile alenen yakınlaştıklarında bilinçli olarak birbirlerinden kaçındılar.
1974’te çekilen bir Barbara Walters televizyon çekiminde, Jackie hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, Maria buz gibi bir soğuklukla ”Onu tanımıyorum, onunla hiç tanışmadım.” dedi. Daha sonra konuyu değiştirdi.
Jacqueline Kennedy ve Maria Callas 1920’lerin Manhattan’ında dünyaya geldiler. Maria 23’te, Jackie 29’da doğmuşlardı. Ancak yaşam şartları taban tabana zıttı. Jackie, borsacı ’Black Jack’ Bouvier ve İrlanda kökenli bir sosyetik olan Janet Lee’nin kızı olarak zenginlik ve ayrıcalık içinde doğdu. Babası ona hayrandı ve ondan sık sık “bir erkeğin sahip olacağı en güzel kızı” olarak bahsediyordu.
Ondan 6 yıl önce doğan Maria, Yunan göçmenler George ve Evangelia Kalegeropoulos’un ikinci kızıydı. Aile ABD’ne göç ettikten sonra soyadlarını Callas olarak değiştirmişlerdi.
Maria, Jackie’nin aksine istenmeyen bir çocuktu. Annesi bir erkek bebek bekliyordu, yeni doğan bebeğinin kız olduğunu görünce, ilk dört gün ona bakmayı reddetti.
Jackie New York’ta seçkin bir özel okula gitti ve tatillerini Hamptons’ta ata binerek geçirdi. Edebiyat ve dillerde mükemmeldi. Maria yerel devlet okuluna gittiği Queens ilçesindeki bir eczanenin üzerindeki küçük bir apartman dairesinde büyüdü. Henüz beş yaşındayken olağanüstü bir sesi olduğu ortaya çıktı.
Ortak noktaları ise ikisinin de ebeveynlerinin mutsuzluğu ve sonuç olarak boşanmalarıydı. Anne ve babası ayrıldıklarında, annesi Maria ve kız kardeşini Yunanistan’a geri götürdü. Jackie ve kız kardeşi Lee ise Conneticut’taki yatılı okula gönderildi.
Ancak 24 yaşından itibaren hayatları benzerlik göstermeye başladı. O zamana kadar muhabir olarak çalışan Jackie, John Kennedy adlı hevesli ve atılgan bir politikacı ile tanıştırıldı. İrlanda asıllı, hırslı, zengin Boston’lu bir ailenin oğluydu. Kısa sürede evlendiler ve 10 yıldan kısa bir süre içinde, 32 yaşına gelen Jackie, Amerika’nın first lady’si olarak Beyaz Saray’da yaşamaya başladı.
Bu arada Maria Yunanistan’da Atina Konservatuarı’nda yıllarını şan eğitimi alarak geçirmişti. Sonuç olarak da Opera de Verona’da rol almak üzere iken, henüz 24 yaşındayken zengin bir İtalyan iş adamı olan Giovanni Batista Meneghini ile nişanlandı. Adam ondan 26 yaş büyüktü. Birkaç yıl içinde evlendiler ve kocası Maria’nın menajeri oldu.
Ardından ünü çığ gibi büyüdü, 30’lu yaşlarının başında, Maria Callas operanın first lady’si olarak selamlanıyordu.
Callas ve Kennedy, kendi kamusal kişiliklerini yaratma konusunda içgüdüsel bir yeteneğe sahiptiler. Jackie ideal “başkanlık eşi” imajını yarattı. Chanel ve Dior’dan giyindiği, kusursuz bir kağıt bebek ikonu oldu. Zahmetsiz bir imajın sahibi oldu.
Akşam yemeklerinden sonra, dünyaca ünlü müzisyenlerin çaldığı Beyaz Saray’da düzenlenen gala gecelerinde, Avrupa dillerine olan hakimiyetiyle konuklarını etkiledi. Aynı zamanda Jackie, cephenin arkasında evlat kayıpları yaşadı, kocasının sürekli olarak onu aldatmasının üzüntüsünü hiç belli etmedi ve çok güçlü bir profil sergiledi.
Çocukluğundan beri aşırı kilolu olan Maria da yeni kişiliğini icat etmeye koyuldu. 1953’ te 36 kg. verdi ve Audrey Hepburn tarzında güzel giyimli bir moda ikonu olarak ortaya çıktı. Jackie gibi, Maria da pek çok dili akıcı olarak konuşabiliyordu. O da bildiklerini birleştirerek, kendine özgü krallara layık bir aksanla konuşuyordu. Kendine yarattığı imajla sadece sahnelerin divası değil, kaprisleri, talepleri ve konser iptalleri ile gazetelerde manşet oluyordu.
Maria Callas, 1957’de Venedik’teki bir partide Yunan Denizcilik patronu milyarder iş adamı Aristotle Onassis ile tanıştırıldı. Birkaç hafta içinde, Maria ve kocasını Akdeniz gezisi için özel yatında kendisine katılmaya davet etti.
Onassis operayla zerre kadar ilgilenmiyordu, o aslında değerli ve ünlü insan koleksiyoncusuydu. Bu yat gezisi davetini, Maria şarkıcılık kariyeri ile çok meşgul olduğunu söyleyerek reddetti. Ancak sonunda Christina yatında Sir Winston ve Lady Churchill ile yapılacak olan tatil davetini kabul etti. Gemiden ayrıldığında Meneghini ile olan evliliği bitmişti. Oysa Onassis’in Tina isimli bir karısı ve iki çocuğu vardı.
Maria, Onassis tarafından baştan çıkarılmış, sesini ihmal etmesine ve bir zamanlar muhteşem opera kariyerine aniden son vermesine neden olacak bir dünyanın içine çekilmişti.
1963’te Onassis, Jackie Kennedy ile benzer bir fırsatçı taktik hazırladı. Oğlu Patrick’in henüz iki günlükken öldüğünü ve Jackie’nin delice bir yas içinde olmasını fırsat bilerek, onu iyileşmesi için Christina yatıyla yapılacak bir gemi yolculuğuna davet etti. Nedir ki, uzun zamandır birlikte olduğu Maria Callas bu seyahate dahil edilmemişti. Bunun yerine Onassis, onu Paris’te, onun için satın aldığı görkemli bir dairede bıraktı.
Üç ay sonra Kennedy Dallas’ta suikaste kurban gittiğinde dünya şoka girdi. Onassis elinden geldiğince Jackie’ye desteğini sunarak ona kol kanat germeyi sürdürdü.
JFK’nin ölümünden sonra, Jackie, kocasının erkek kardeşi Robert Kennedy ile teselli buldu ve onun başkanlık kampanyalarına destek verdi. Ancak Haziran 1968’de, onun da başkanlık seçimleri kampanyasında Los Angeles’te vurularak öldürülmesi sonunda Jackie paniğe kapıldı. Sırada kendi çocuklarının olduğu sanrısına kapılmıştı.
Onassis’in evlenme ve onu koruma teklifini kabul ederek, ona özel adası olan Scorpion’u, Olympic Havayolları şirketini ve muazzam servetini emrine verdi. Jackie arzuladığı güvenliği elde ederken, Onassis en büyük ödülü, dünyanın en ünlü kadınını almıştı. Düğün o kasım ayında bir tanıtım haberiyle patladı. Bu konu hakkında hiçbir haberi olmayan Maria, düğün haberini, Paristeki muhteşem evinde tek başına televizyonu izlerken öğrendi.
Jackie ile Onassis’in evliliği en başından beri bir felaketti. Onassis, ”Jackie gibi para harcayabilen biriyle hiç tanışmamıştım” diyordu. Evliliklerinin sadece ilk yılında 1,5 milyon dolar harcadı. Çoğunlukla evlerini yeniden dekore etti. En pahalı modaevlerinden alış veriş ederek gardrobunu baştan aşağı yeniledi.
Onassis’in birkaç hafta içinde Maria Callas ile ilişkisine yeniden başladığı herkes tarafından bilinmekte. İlk başta anlaşılır bir şekilde harap olan Maria onu görmeyi reddetti. Ancak, Onassis’in Mercedes Coupe’sini apartmanının ön kapısına çarpmakla tehdit ettiğinde, sonunda yumuşadı.
Onassis’in şoförü Yaikinto Rossa,”Ölümüne kadar her ay bir araya geldiler” dedi. ”Gerçek şu ki Maria Callas, Onassis’in tek gerçek aşkıydı. Hiç evlenmemiş olsalar da onun gerçek karısıydı.”
Jackie Amerika’ya döndü ama Kennedy ile Callas arasındaki rekabet yoğun olarak devam etti. Dünya basını, Onassis ve Callas’ın Paris’teki Maxim’s de iki kişilik romantik bir akşam yemeği yerken görüntüleri yayınladığında, Jackie hemen Boston’dan uçağa bindi ve iki gece sonra Onassis ile aynı restoranda yemek yerken fotoğraflandı. Bu Callas’a karşı, kasıtlı bir meydan okumaydı.
Jackie ile evliliğinin son yıllarında Onassis, Maria'ya yaptığı ihanetini büyük bir hata olarak görmeye başladı. Ağır hasta olduğunu öğrendiğinde, avukatlarına Jackie’ye karşı boşanma davası açmalarını söyledi. Bunu tipik Onassis tarzında yaptı-bu ona kalacak serveti azaltmak için, zina yaptığını ispatlamak için- özel detektifler tuttu. Bu Jackie’nin sürekli takip edilmesi anlamına geliyordu. Ancak Onassis, Jackie’den boşanamadı. Bunu yapamadan önce, hayati hastalığının yüzünden Paris’te bir hastaneye kaldırıldı. Jackie onun yanında değildi. Bunun yerine Aspen’a kayak yapmaya gitti. Ama Maria Callas’ın başucuna kabul edilmemesi talimatını bırakmayı da ihmal etmedi.
Callas aslında Onassis’i ölüm döşeğinde ziyaret etti. Bir servis asansörüyle gizlice odasına çıkarıldı ve komada yatarken bir saat onunla oturdu. Bu onun son vedasıydı. Onassis birkaç gün sonra öldü.
Onassis’in vasiyetinde karısının servetindeki payını en aza indirildiği bildirildi ancak Jackie buna itiraz etti.
Onassis’in kızı Christina, uzayan ve kamuoyuna açık hukuk savaşından kaçınmak için Jackie’ye 26 milyon dolarlık tam ve nihai bir ödeme yapmayı kabul etti. Maria Callas’a hiçbir şey kalmadı.
1975’te Onassis’in ölümünden sonra, sesi kesilen Maria, Paris’teki dairesinde münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Fotoğraflarla ve hatıralarla çevrili, şanlı geçmişinde yaşayan bir opera sanatçısı Norma Desmond ile oturur eski kayıtlarını dinlerdi. İki yıl sonra, 16 Eylül 1977 sabahı Callas, yatak odasının zemininde kalp krizinden yaşamın kaybetti ve ölü olarak bulundu. Maria veda ettiğinde sadece 53 yaşındaydı.
Jackie, yayıncılık alanında yeni bir kariyere başladı ve elmas satıcısı Maurice Tempelsman ile yeni bir aşk buldu. 1994 yılında 64 yaşındayken kanserden öldü.
Hem Jackie hem de Maria, milyonlar tarafından zamanlarının ikonları olarak hatırlanırken, bir zamanlar
dünyanın en zengin adamı olan Aristotle Onassis, bu olağanüstü dramdaki rolüyle hatırlanmaktadır.