KADIKÖYLÜ KÜÇÜK SARA-70-
30 Kasım 2009 akşamı ilk torunumuz Guy David Yanarocak dünyaya geldikten sonra artık bütün aile yeni bir boyuta girmişti. Çocuğa bakmaya doyamıyordum. O sene 11 Aralıkta 54. yaş günümde Hanuka gecesi mumlarından bir tanesini 11 günlük torunum kollarımdayken yakmıştım. Bu da belki insana bu hayatta nasip olabilecek en güzel doğum günlerinden biriydi.
Guy doğduktan sonra artık hayatımızın eksenine o oturmuştu. Onun verdiği ilhamla “Torunuma Mektuplar” başlıklı, aslında içinde yaşam felsefesi içeren 49 mektupluk bir yazı dizisi yayınlamıştım. Hala o yazıları okuyanlardan övgüler alırım. Aslında bir gün, o mektupların kitap haline gelmesini çok istiyorum. Böylece torunlarıma anlamlı bir miras bırakmış olacağım.
https://www.salom.com.tr/arsiv/haber-73979-torunuma_ilk_mektup.html
Bir torunumuz doğduğuna göre, artık İsrael’de bir evimiz olması şart olmuştu. Hay Rishon LeTsiyon’da, Soni ise Petah Tikva’da oturuyordu. Çocuklara, gözlerine uygun bir ev ilanı çıkarsa bize haber vermelerini söyleyince, o sırada öğrenci olduğu için vakti daha geniş olan Hay, projeyi ele aldı ve kısa bir süre sonra, Rişon’da gördüğümüz bir evi satın alıp, içini restore ettirip döşedik. Ben çok mutluydum hem sık sık İsrael’e gelebilecek, hem de kimseye zahmet vermeyecektim. Aslında çocuklarımız ve eşleri tarafından sevgiyle karşılanıyorduk ama, ben kendi karakterim gereği kimseye ağırlık vermeyi sevmediğim için, David de bu girişimi olumlu karşılamıştı. Evin tamamen ayağa kalkıp döşenmesi, ustaların yavaşlığı yüzünden neredeyse 7-8 ay dürmüştü. Sonuç olarak artık ben yavrularımı evimde ağırlıyordum.
David’in Türkiye’deki iş hayatı hala yarı zamanlı bile olsa devam ettiği için, ilkbahar ve sonbahar mevsimlerinin 2'şer ayını İsrael'de, kalan zamanları ise İstanbul’da geçiriyorduk. Arada bazen bayramlar için çocuklar da İstanbul’a geliyorlardı.
Derken, büyük oğlum Soni bizlere Lisya'nın yeniden hamile olduğunu müjdeledi. Guy daha çok küçüktü, ama pek çok İsraelli genç artık kısa aralıklarla çocuk sahibi oldukları için, bu haber İsrael'deki yaşam açısından çok da değişik bir durum değildi. Genç çiftler, peş peşe doğum yapıp, birkaç sene oldukça yorucu bir tempo içinde yaşadıktan sonra çocukları aynı zamanlarda büyütüp, sonra rahat ediyorlar.
Her devrin ve jenerasyonun kendi dinamikleri var. Ben yaştakiler bu 3 pusetli genç aileleri şaşkınlıkla izlerken, genç nesil iki puset ve koca bir göbekle seyahatlere bile çıkıyorlar. Bizler bir yerlere gidebilmek için çocuklarımızı büyüklerimize bırakırdık. Biz, çocuklar kocaman olana kadar hiçbir seyahate bile gitmemiştik. Annemle babamı sıkıntıya sokmaya gönlüm razı gelmezdi. Şimdiki gençler tam tersine, biri elinde, biri sırtında, biri göbeğinde yurt dışına seyahatlere gidiyorlar. Bizim nesil ile bu nesil arasında sanki milattan önce ve sonra dercesine farklı bir yaşama biçimi var.
Neyse uzatmayayım, Lisya 1,5 aylık hamileyken, Hay ve Roslin’den hamilelik müjdesi gelmişti. Artık keyfimize payan yoktu. Bir anda torun torba sahibi oluyorduk. Guy'ın 2. Doğuımgününe 2 ay kala, 28 Eylül 2011’e denk gelen Roş Ha-şana arife sabahı, kız kardeşi Maya Sara, dünyaya geldi. Maya'nın hamilelik haberinin çabucak geldiği gibi, doğumu da bir saat kadar kısa bir süre içinde gerçekleşmişti. Heyecan içinde geçen günün ardından hastanede kalan Lisya ve Maya hariç tüm aile, bizim evde uzun bir masa etrafında kadehler kaldırmış ve Roş Ha-şana yemeği yemiştik. Maya, minicik ve cin bakışlı bir bebekti. Ailemizin ilk kızıydı.
Maya’dan tam 5 hafta sonra, 3 Kasım 2011’de oğlumuz Hay ile Roslin'in kızı Sary dünyaya geldi. Roslin çok uzun saatler süren bir doğum sürecinin en sonlarındayken, artık yorgunluk ve meraktan bitap düşmüş olan ben, nasıl oldu bilmiyorum başımı doğum odasından içeri soktum. Sary o anda göbeğinden uzanan kordonuyla, çok açık eflatun bir renkte annesinin karnından dışarıya çıktı. Bunlar 1-2 dakika içinde oluvermişti ve orada heykel gibi bakakalmıştım. Sary’ yi eline alan ebe onu ters çevirdi, göbek bağını kesti, çocuk pembeleşti ve azıcık ağladı. Onu kanlı bir şekilde bezlere sardılar, diğer ebe anne ile ilgilenirken Sary’yi tutan ebe bana baktı ve “sen kimsin?”diye sordu. Ben İbranice “savta”(büyükanne) dedim. Kadının beni dışarı kovacağını sanırken, o bana “gel” dedi ve bebeği paket gibi kucağıma verip beni oturttu. Çocuk hızlı hızlı ve derin nefesler alıyordu. Yüzü gözü kan ve yağ içindeydi. Zavallıcık uzun yol koşusu yapmış gibi çok yorgundu. Ebe bana gülümseyerek baktı ve “mazaltov” dedi. Ben mutluluktan ağlıyordum. Ana rahminden çıkıp, babaannesinin kucağına verilen ilk bebek Sary idi galiba. Hele bu çağda. Oğlum o halimizle resmimizi çekmişti. Dışarı çıktığımda sersemlemiş bir haldeydim. Daha sonra akşamüstü, tekrar hastaneye gittiğimizde Sary annesinin kucağında yıkanmış, paklanmış, tertemiz koca yanaklı bir kız bebek olarak sakin sakin uyuyordu. Yanakları o kadar tombuldu ki, ağzı ve minicik burnu noktacık gibi görünüyordu.
Aylar geçiyor ve bebekler hızla büyümeye devam ediyorlardı. Biz aralıklı olarak gelip 2'şer ay kalıp dönüyorduk. Türkiye'de olduğumuz zamanlarda, her gün skype ile görüşüyorduk. Ben artık yazları adaya gitmek istemiyordum. Evimizi kiralamıştık, biz de İstanbul’da isek Fenerbahçe semtindeki İstanbul Yelken Kulübü’nün havuzuna gidiyorduk. David'in abisi Hayim ve eltim Ester'le orada birlikte hoşça vakit geçiriyorduk, ama benim aklım fikrim çocuklarımda ve torunlarımdaydı. Ablam da, annemin 2012 yılındaki ölümünden tam 2 ay sonra eşiyle İsrael’e aliya yapmıştı.
O zamanlar, İstanbul’da geçen aylarım, özellikle ilk sene bana çok ağır gelmişti. Ellerimi uzatınca sanki boşluğu tutuyordum. Aynı zamanda annemi ve ablamı kaybetmiştim sanki. Tanrı uzun ömür versin ablam tabii ki hayattaydı ama ben ona dokunamıyordum. Ben ömrümün hiçbir döneminde onlardan uzak yaşamamıştım, ilk defa yapayalnız, bir hazan yaprağı gibi boşluğa savrulmuştum. Kadıköylü küçük Sara’nın “Lale Devri” artık bitmişti. Artık koşulsuz şımarabileceğim anam, babam yoktu. Sevgili ablam da uzaklardaydı. O güzelim bebekleri de bilgisayarın ekranından görüp tatmin olmaya çalışıyordum.
David elinden geldiğince hayatımıza renk vermeye çalışıyordu. Onun annesi de artık çok rahatsızdı. O yüzden, İstanbul’da geçirdiğimiz zamanlar gri renklerdeydi. Sık sık birkaç günlük seyahatlere çıkıyorduk. Portekiz, Madrid, Malta, Kıbrıs, Sicilya, Venedik, Palma de Mallorca, Balkan ülkeleri, Belgrad, Stokholm, Finlandiya, Talin, Riga, Münih, Salzburg, yeniden Viyana, Budapeşte ve Prag, Paris, Marsilya, Nice, Monaco, Cannes, St.Tropez, Bratislava ve Dresden hep o zamanlar içinde yaptığımız seyahatlerdi. Bazılarına iki veya üçüncü kez gidiyorduk. İsveç’in başkenti Stokholm ve Letonya’nın başkenti Riga inanılmaz güzeldi. Üzerimdeki etkileri hala gitmedi. Fırsatım olsa tekrar gitmek isterdim.
Şalom gazetesi yazarlığım devam ediyordu. Eğer İsrael’de isem yazılarımı e-mail ile gönderiyordum. Yazı yazmak artık benim için ekmek gibi, su gibi elzemdi. Hiçbir şey yapmak istemesem bile, yazı yazarken yaşadığımı hissediyordum. Tanrı’ya şükürler olsun ki, bu aşkım kaybetmemiştim.
2013 yılının Ağustos ayında kayınvalidem Korin’i kaybetmiştik. Birbirimizi çok severdik. Onu her zaman sevgi ve özlemle anarım. Hiç kalbimi kırmamış, tam tersine haksız olduğum bazı zamanlarda bile benim yanımda olmuş, oğluna çıkışmıştı. Son derece asil, iyi yürekli ve soylu bir insandı. Ruhu şad olsun. Artık David’le bu ülkedeki son vazifelerimizi de bitirdiğimiz için daha fazla aliya meselesinden bahsetmeye başlamıştık. David hala ikircikliydi ama sonra ülkede antisemitzm iyice yükselip, onun işleri de sekteye uğramaya başladığı zaman, evimizi satmaya karar verdik. Evi istediğimiz fiyata satamadığımız için de süreç uzuyor, David gitmeyi göze alamıyordu.
Gün geldi, devran döndü, çocuklar artık hızla büyüyorlar ve bebekliklerinin son demlerine geliyorlardı. Üçü de, henüz 1. Yaşlarına gelmeden yuvaya gitmeye başlamışlardı. Oradayken David’le haftanın bir günü yuvalarına gider, onları alırdık. Hepsi de çok şekerdi. Türkçeyi, şahane değilse bile anlayıp konuşuyorlardı. İsrael’de olduğumuz dönemlerde Cuma akşamları ve cumartesi günleri hep beraber olurduk. David gitar çalar, onlar şarkı söyleyip dans ederlerdi. Gösteriler yaparlar, biraz daha büyüdüklerinde koridorda top oynarlardı. Ev bıcır bıcır kuş sesleriyle dolardı sanki. İstanbul’a döndüğümüzde kendimi o cıvıltıların olmadığı evde sudan çıkmış balık gibi hissediyordum.
Nihayet 2017’nin ilkbaharında artık yılın sonunda aliya yapmaya karar verdik. Konsolosluğa gittik ve aliya dosyamızı açtık. Bu hayatımın 3. aliya dosyasıydı. İçimden dudak büküyordüm, ama belli etmiyordum. Ben yine bir son dakika kazığı yiyecektim muhakkak, tıpkı 1974, 1980 dosyalarının kapandığı gibi. Nedir ki bu sefer galiba makus talihimi yeniyordum. O yazın sonunda eşyalar paketlendi, İsrael’e götürülecek şeyler konteynırlara konuldu. Şans eseri olarak üst kattaki komşu bir aile, eve talip oldular. İnanmayacaksınız ama konuştuktan 3 gün sonra ev satılmıştı. Adadaki ev kirada kalmaya devam edecekti. Ne derseniz deyin, çok isteseniz bile memleket değiştirmek çok zor bir iş. O evin derdest olması, atılan, satılan ve ayrılan şeyler, günlük rutinlere, alışkanlıklara, hatta her sabah kapıcının bıraktığı Hürriyet Gazetesini neskafe eşliğinde okuyamamaktan başlayarak, yine gönlünce çok sevdiğin dostlarını, akrabalarını, arkadaşlarını geride bırakmak o kadar kolay değil. Hele artık yaşınızı başınızı almışsanız çok daha zor. Gençken bu işlerin yapılması daha kolay diyorum, ama bir de gencecik yaşta baba ocağını bırakıp bir hayat kurmak için oğlanlara sormak lazım. Bence yine de valizini ve az birikmiş anılarını alıp hayatını yeni bir yerde kurmak çok daha kolay olsa gerek diye düşünüyorum. Ama yıllar ağır bir manto gibi üzerine iyicene yerleşmişken, onu üzerinden sıyırıp yeni bir yaşama başlayıp, adapte olmak yaman bir iş. Sakın şikayet ettiğimi sanmayın, tam tersine her gün Tanrı’ya teşekkür ediyorum.
Aliya yapmadan bir hafta evvel Soni, sanki hayatımızdaki bir sayfanın resmen kapanıyor olmasından dolayı duyduğu duygu yoğunluğu ile 4 günlüğüne İstanbul’a geldi. Kimbilir bir daha burada ne zaman birlikte olabiliriz diyerek, 4 gün birlikte İstanbul’da adeta turısitçilik oynadık, gezdik, doyasıya birlikte olduk.
Böylece 20 Kasım 2017 tarihinde uçağa yeniden bindik ve gerçekten o gün aliya yaptık. Bir ay sonra 62 yaşında olacaktım ama, ”balık ne zaman tutulsa tazedir” denir ya, ben de bu yaşımdaki çocukluk hayallerime kavuşmuştum. Evraklar tamamlandı, yeni belgelerimizi aldık ve İsrael’li olarak ilk defa çocuklarımız tarafından karşılandık. Guy artık 7 yaşındaydı ve David’e sarıldıktan sonra. tam yarım saat onun omuzunda hiç konuşmadan yatmıştı. Kızlar minik taylar gibi zıplaşıyorlardı. Onlar olayı kavrayamıyorlardı ama Guy enikonu etkilenmiş ve çok mutlu olmuştu. Soni’nin açtığı kapıdan hepimiz peş peşe artık buraya girebilmişik.
Arabalarla hemen bizim eve geldik. Benim için eve geliş normaldi. Zaten kaç yıllık evimdi. Oğlanlar mutluydular. Nihayet bütün aile bir araya resmen gelmişti. Soni Aliya yaptıktan tam 22, Hay Aliya yaptıktan tam 11 yıl sonra. Dile kolay, bunlar zaten birkaç bin kelimelik yazılara sığmaz.
Burası aslında bize zor gelmedi, her şey normaldi. 8 ay ulpana gittik. Ben bile inanamıyorum, ama okuma yazma öğrendik. Epeyi şey biliyoruz ama, çok mükemmel olduğu söylenemez. Her işimizi kendimiz görebiliyoruz. Sadece bürokratik işleri ve doktor randevularını oğlanlar ayarlıyor. Gerisini biz az İbranice ve çok İngilizce ile hallediyoruz. Zaten bütün çevremiz Türk kökenli arkadaş ve dostlarla dolu. Buradaki “İtahdut Yotsei Turkiya – Türkiyeliler Birliği” adlı derneğin üyesiyiz. Ben derneğin internet sitesinde yazılar yazıyorum. Bazen arkadaşlarla evlerimizde veya cafelerde toplanırız. Bundan ayrı Bnei Brit Derneği'ne de üye olduk. Orada farklı zamanlarda birkaç konferans verdim. Birkaç Ladino kuruluşundan gelen davetlerle David’le birlikte Erensya Sefaradi şarkılarımızı söyledik. Bazı Ladino radyo programlarına davet edidik. Ladino sohbetler edip müzik yaptık. Covid-19 salgını ile birlikte hayatlarımız tepe taklak oldu. Yaşam tatsızlaştı ve ağır oldu. Eskisi kadar çok görüşemesek de, çocuklarımızla aynı gökler altında olduğumuzu bilmek bile beni mutlu ediyor. Bu dönemde hem vaktimizi daha kaliteli geçirmek, hem de bunalmamak için 1.5 yıl boyunca evde, kendi imkanlarımızla 'Her şarkının bir hikayesi var' isimli bir facebook programı çektik. Her seferinde Erensya Sefaradi'ye ait ve David'in Türkçe şarkılarının hikayelerini anlattık, şarkılar söyledik, eğlendik. Ardından da benim 'Biz kadınlar' kitabından hayat hikayelerini canlandırdığım bir dizi program daha çektik. Hay'ın teknik destekleri sayesinde hiç aksatmadan bu çalışmaları tamamladık.
https://www.facebook.com/syanarocak/posts/3459257827463138
Türkiye’yi özlüyor muyuz? Elbette, doğup büyüdüğümüz, kültürünü ve adetlerini aldığımız, yediğimiz güzel ve özel yiyeceklerinin tadını özlemliyoruz. Ben en çok fırından çıkan sıcacık çıtır ekmeği, David ise ramazan pidesini özlüyor. Ben kitapçıları çok özlüyorum. Torbalar dolusu kitap alıp eve neşeyle döndüğüm günleri, Şalom’cu arkadaşlarımla yediğimiz öğle yemeklerini, David'in ailesini, canım kuzenim Aşer’ikomu, sevgili dostum, ciğer parem Yusuf Altıntaş’ı, canım yeğenim Rinuş’umu çoook özlüyorum.
Coronadan önce David’le sanırım 3-4 kez İstanbul ve Bodrum’a gitmiştik. Artık otelde kalıyoruz. Bütün arkadaşlarım ve canlarımızla buluşuyoruz. Ama orada en son aralık 2019’ da okul arkadaşım Behiye’nin oğlunun düğünü için gittiğimiz İstanbul’a, hemen arkasından başlayan pandemi yüzünden bir daha hiç gitmedik. Hatta ülkeden dışarı adım bile atmadık. Sadece bu sene ekim ayında, 45. evlilik yılı kutlaması için Eilat’a gidip dört gün kaldık.
Arada çok hüzünlü, acı zamanlar yaşadık. Ablamın kocası, eniştem Niso Altaras uzun zaman süren hastalığını yenemeyerek, Temmuz 2020’de yaşama veda etti. Çok acı günler yaşandı. Ablacığım 50 yıllık eşini kaybetti. Dile kolay. Her zaman sükûnetine hayranlık duyduğum ablam, her zamanki olumlu tutumuyla yaşantısını vakur bir biçimde sürdürüyor.
Bu arada büyük torunumuz Guy artık 12 yaşında. Bu sene 7. sınıfta. Çok başarılı bir öğrenci. Matemetik aşığı. Bu yaşından Bar İlan Üniversite'sinin bir programına kabul edildi, keyifle ve başarıyla devam ediyor. En büyük hayali mucit olmak ve uzay bilimini öğrenmek. Hayal gücü ve yaratıcılığı çok kuvvetli, çok güzel resim yapıyor. Sıcacık, duygusal bir oğlancık. Hem küçük yaştan taktığı gözlüğü ve perçeleriyle, hem de duygusallığıyla bana Soni'nin küçüklüğünü hatırlatıyor. Buluştuğumuzda sıkıca sarılması ve başını omuzuma koyması var ya, ömre bedel.
Kızkardeşi Maya 10 yaşında, ceylan gibi uzun bacaklı, ipek gibi upuzun saçlı ve kapkara gözlü, çok zeki bir kız. Bu sene 5. sınıfa gidiyor. O da çok çalışkan bir öğrenci. Çok özgür ruhlu, çok sosyal, kafasına koyduğunu yapan bir kız. Müthiş bir müzik kulağı ve ipek gibi bir sesi var. Geçtiğimiz aylarda bir huzur evi için düzenlediğimiz iki konserde sahneye çıkıp, Guy ve Soni ile öyle güzel şarkılar söylediler ki. Bazen onu benim küçüklüğüme benzetiyorlar. Ne yalan söyleyeyim, bu beni çok mutlu ediyor.
https://www.youtube.com/watch?v=orWIRZ_VrME
Hay ile Roslin'in kızı Sary de 10 yaşında, o da 5, sınıfta. Onun çok elastiki bir bedeni var. Mükemmel dans ediyor hip hop dans okuluna gidiyor. Sarıya yakın upuzun saçları, şelale gibi gür ve uzun. İpek yanaklı, minik burunlu bir baby face. Onun da dersleri çok iyi. Bize daha yakın oturdukları için haftanın bazı günleri okuldan sonra bize geliyor. O da çok sosyal, bizde olduğu zamanlarda bazen arkadaşlarıyla plan yapıp onlarla buluşuyor, bazen de bizimle vakit geçiriyor. İnsanın içini açan, sessiz sakin bir melek gibi.
Velhasıl kelam geldik Kadıköy’lü Küçük Sara’nın son satırlarına. Artık 66 yaşındayım. Kadıköylü Sarika artık Savta Sara oldu. İçimdeki küçük, coşkulu, noel ağacı gibi parıltılı Kadıköylü küçük Sara hala bana göz kırparak gülümsüyor, ama seneler akıp gittikçe, hayaller, tutkular, ihtiraslar yerini daha mütevazı isteklere bırakmak zorunda bırakıyor insanı. Mesela torunların asker olduklarını görebilmek, mezuniyetlerini görmek , belki düğünlerinde bulunmak, gönlümdeki birkaç kitabı yayınlayabilmek…
Çocuklarım ve aileleri, eşim, ablacığım ve tüm sevdiklerimle bize biçilen ömrü sağlık ve huzurla geçirebilmek. Epeyi uzun bir zamandır birlikteydik. Kendimi sizlere açtım, kah eğlendim, kah kahırlandım. Ama yine de size bir sır vereyim, hayat yaşamaya değer.
Daha yaşanacak nice yıllar var önümüzde, yeter ki sağlıkla, sevgiyle, saygıyla, mutluluk ve huzurla olsun, birlikte olsun...
- SON -
İRAN’A VELİAHT VEREN KRALİÇE FARAH DİBA
1 & 2
Farah Diba, 14 Ekim 1938’de Tahran'da üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yüzbaşı Sohrab Diba ve eşi Farideh Ghotbi’nin tek çocuğuydu.
Farah, babası aracılığıyla nispeten varlıklı bir geçmiş sahipti. 19. yüzyılın sonlarında büyükbabası, Rusya’nın St. Petersburg kentindeki Romanov döneminde İran Büyükelçisi olarak görev yapan bir diplomattı. Kendi babası, İran İmparatorluk Silahlı Kuvvetleri’nde bir subaydı ve St.Cyr’deki Fransız Askeri Akademisi mezunuydu.
Farah, anılarında babasıyla yakın bir bağı olduğunu ve babasının 1948’deki beklenmedik ölümünün onu derinden etkilediğini yazmıştı. Genç ailenin maddi durumu zordu. Bu kısıtlı koşullarda ,Kuzey Tahran’daki geniş aile villalarından çıkıp, annesi Farideh’in erkek kardeşlerinden biriyle, ortak bir daireye taşınmak zorunda kaldılar.
EĞİTİM VE EVLİLİĞİN YOLUNDA…
Genç Farah Diba, eğitimine Tahran'daki İtalyan okulunda başladı. Ardından 16 yaşına kadar Jeanne d’Arc okuluna ve daha sonra Lycee Razi’ye geçti. Genç kızken bir atletti ve okulunun basketbol takımının kaptanı olmuştu .Oradaki eğitimini tamamladıktan sonra, Albert Besson’un öğrencisi olduğu Paris’teki Ecole Speciale d’Architecture’de mimarlık öğrencisi oldu.
O sırada yurt dışında okuyan bir çok öğrenci, devletin sağladığı burslarla öğrenim görmekteydi. Farah da tam burslu başarılı bir mimarlık öğrencisiydi. Bu nedenle Şah, devlet başkanı olarak yabancı ülkelere ziyaretler yaptığında, yerel İranlı öğrencilerle sık sık bir araya gelirdi. Farah Diba, 1959’da Paris’teki İran Büyükelçiliğinde böyle bir toplantı sırasında ilk kez Şah Muhammed Rıza Pehlevi’ye takdim edildi.
1959 yılında Farah Tahran'a döndükten sonra, Şahın ilk karısı Fevziye’den olan kızı Şahnaz’ın sayesinde, Şahla sık sık bir araya getirildi. Kızların yaşları birbirine yakındı. İkisi arasındaki dostluğun mizanseninde, Şah Farah’a kur yapmaya başladı. Çift, 23 Kasım 1959’da nişanlandıklarını duyurdu.
EVLİLİK VE AİLE...
Farah Diba, 20 Aralık 1959’da 21 yaşındayken Şah Pehlevi ile evlendi. İran’ın genç kraliçesi büyük merak konusu oldu ve düğünü dünya çapında basının ilgisini çekti. Gelinliği ve tüm kıyafetleri ,o zamanlar Dior’un moda evinde o zaman bir tasarımcı olan Yves Saint Laurent tarafından tasarlandı ve düğünde duvağının üzerine takması için, yeni yaptırılan Noor-Ol-Ain-Diamond tacını taktı.
İmparatorluk düğünüyle ilgili gösteriş ve kutlamalardan sonra, bu birliğin başarısı kraliçenin bir erkek varis doğurma yeteneğine bağlı hale geldi. Daha önce iki kez evlenmiş olan Şahın ilk eşinden bir kızı olmuştu. İkinci eşi Süreyya ise ne yazık ki kısırdı. Genç kraliçenin üzerindeki baskı şiddetliydi. Şahın kendisi, tıpkı hükümetin diğer üyeleri gibi bir erkek varisin doğmasını şiddetle istiyordu.
Sonuç olarak çiftin 4 çocuğu oldu: İran Veliaht Prensi Rıza Cyrus Pehlevi (1960), İran Prensesi Farahnaz Pehlevi (1963), İran Prensi Ali Rıza Pehlevi (1966-2011), İran Prensesi Leyla Pehlevi (1970-2001)
KRALİÇE VE İMPARATORİÇE OLARAK…
Yeni kraliçenin, kamu veya hükümet işlerinde oynayacağı kesin rol belirsizdi. Asıl rolü sadece Şaha erkek bir varis vermekti. Saray da ondan başkaca bir talepte bulunulmuyordu. Bununla birlikte, veliahtın doğmasından sonra diğer faaliyetlere ve resmi uğraşlara ayırmakta özgür kalan kraliçe zamanının çoğunu bu işlere harcamaya başladı. Muhammed Rıza her zaman uzun boylu kadınlardan hoşlanırdı. Farah kocasından daha uzundu. Bu da onu bu gerçeği gizlemek için yeni yollar bulmaya yöneltti. Genellikle imparatorluk çiftinin fotoğrafı çekildiğinde, biri veya ikisi sandalyelerde oturuyordu veya şah merdivenlerin bir üst basamağında dururken, Farah hemen altındaki basamakta duruyor ve güzel resim veriyorlardı.
Diğer birçok kraliyet eşi gibi, kraliçe de başlangıçta kendisini törensel rolle sınırladı. 1961’de Fransa’ya yaptığı bir ziyaret sırasında, Fransız hayranı olan Farah, Fransa Kültür Bakanı Andre Malraux ile arkadaş oldu ve onu, 1979 İslam Devrimine kadar canlı bir ticaret olan, Fransız ve İran sanat galerileri ve müzeleri arasında kültürel eserlerin değiş tokuşunu düzenlemeye yönlendirdi. Zamanının çoğunu, tartışmalı konulara derinlemesine girmeden çeşitli eğitim ve sağlık kurumlarının açılışlarına katılarak geçirdi. Ancak zaman ilerledikçe bu pozisyon değişti. Kraliçe, kendisini ilgilendiren sorunlar ve nedenlerle ilgili hükümet işlerine çok daha aktif bir şekilde dahil oldu. Finansman sağlamak ve dikkati özellikle kadın hakları ve kültürel gelişim alanlarındaki nedenlere odaklamak için kocası Şah ile olan yakınlığını ve nüfuzunu kullandı. Farah’ın endişeleri, siyasetin kendi alanından çıkarıldığı ”eğitim, sağlık, kültür ve sosyal konular” idi.
Ancak Şah'ın siyasi açıdan güçlü ikiz kardeşi Prenses Eşref, Farah’ı rakip olarak görmeye başladı. Farah’ın, Prenses Eşref’in, saraydaki etkisini azaltması için kocasına baskı yapmasına yol açan, görümcesiyle olan rekabetiydi.
İmparatoriçenin ana girişimlerinden biri, İranlı kadınların eğitimini iyileştirmeyi amaçlayan ve İran’daki ilk Amerikan tarzı olan Pehlevi Üniversitesini kurmaktı; O zamandan önce, İran Üniversiteleri her zaman Fransız tarzını model almıştı. İmparatoriçe 1978’de görevlerinin şunlar olduğunu yazdı:
Eğitim, sağlık, kültür ve sosyal alanlarda başkanlığını yaptığım ve çok aktif olarak yer aldığım tüm organizasyonları detaylı olarak yazamadım. Bu neredeyse bir kitap kadar uzun olacaktı. Basit bir liste belki fikir verebilir: Çalışan annelerin çocukları için aile refahı teşkilatı-kreşler, kadınlara ve kızlara okuma öğretimi, mesleki eğitim, aile planlaması; Kan Transfüzyonu Organizasyonu; Kanserle Mücadele Örgütü; Muhtaçlara Yardım Kuruluşu…Çocuk Merkezi; Çocukların Entelektüel Gelişim Merkezi…İmparatorluk Felsefe Enstitüsü; İran Kültürü Vakfı; Şiraz Festivali, Tahran Sinema Festivali; İran Folklor Örgütü; Asya Enstitüsü; Medeniyetler Tartışma Merkezi; Pehlevi Üniversitesi; Bilimler Akademisi.
Farah, hafta içi her gün sabah 9’dan,akşam 9’a kadar hayır faaliyetlerinde uzun yıllar çalıştı. Sonunda kraliçe çeşitli konularda, çeşitli yardım taleplerini ele alan 40 kişilik bir kadroya başkanlık etti. İmparatorluk hükümetindeki en görünür figürlerinden biri ve 24 eğitim, sağlık ve kültür kuruluşunun koruyucusu oldu. İnsani rolü özellikle 1970’lerin başında bir süreliğine muazzam popüler olmasını sağladı. Bu dönemde, İran’ın içinde çok seyahat etti, ülkenin en ücra köşelerine kadar gitti ve yerel vatandaşlarla konuştu .Önemi, ilk Şahbanu olarak taç giydiği 1967 taç giyme törenlerindeki rolüyle (imparatoriçe) olarak pekişti. Modern İran, Şah’ın veliaht prensin 21. doğum gününden önce ölmesi veya aciz kalması durumunda, onu resmi naip olarak atadığında bir kez daha doğrulandı. Bir kadının naip olarak adlandırılması, Orta Doğu veya Müslüman bir monarşi için oldukça alışılmadık bir durumdu. İran petrolünün yarattığı büyük servet, imparatorluk mahkemesinde bir İran milliyetçiliği duygusunu teşvik etti. İmparatoriçe, 1950’lerde Fransa’da bir üniversite öğrencisi olarak nereli olduğunun sorulduğu günleri hatırladı:
“Onlara İran’lı olduğumu söylediğimde…Avrupa’lılar, sanki İranlılar barbar ve iğrençmiş gibi dehşet içinde irkilirlerdi. Ancak İran, 1970’lerde Şah döneminde zengin olduktan sonra, her yerde İranlılara iltifatlar yağmaya başladı. Evet majesteleri. Elbette majesteleri. Lütfen majesteleri. Her yanımızda yaltaklanma. Açgözlü dalkavuklar. Sonra İranlıları sevdiler.”
Devam edecek...
SANAT VE KÜLTÜRE KATKILAR…
İmparatoriçe, saltanatının başından itibaren İran'da kültür ve sanatın tanıtımına aktif bir ilgi gösterdi. Onun himayesi sayesinde, tarihi ve çağdaş İran sanatını hem İran'da hem de batı dünyasında öne çıkma tutkusunu ilerletmek için çok sayıda organizasyon yaratıldı ve teşvik edildi.
İmparatoriçe, kendi çabalarının yanı sıra çeşitli vakıf ve danışmanların yardımıyla bu amacı gerçekleştirmeye çalıştı. Bakanlığı, geleneksel İran Sanatları (dokuma, şarkı söyleme ve şiir resitali gibi) ve Batı tiyatrosu dahil olmak üzere birçok sanatsal ifade biçimini teşvik etti. Sahne sanatlarını destekleyen en tanınmış çabası, Şiraz Sanat Festivali’nin himayesiydi. Zaman zaman tartışmalı olan bu etkinlik, 1967’den 1977’ye kadar her yıl düzenlendi ve hem İranlı hem de batılı sanatçıların canlı performanslarına yer verdi. Bununla birlikte,kraliçenin zamanının çoğu, müzelerin yaratılmasına ve koleksiyonlarının toplanmasına gitti.
Eski bir mimarlık öğrencisi olarak, imparatoriçenin yeteneği, Mohsen Foroughi’ye fiilen yardım ederek ve 1968’de tamamlanan Niavaran Kraliyet Sarayı’nda görülüyor: Geleneksel İran mimarisini 1960’ların çağdaş tasarımıyla harmanlıyor. Esas olarak Batı ve Doğu sanatı, felsefesi ve dini üzerinde eserler içeren 22.000 kitaptan oluşan imparatoriçenin kişisel kütüphanesi vardır; iç mekan Aziz Farmanfarmayan tarafından tasarlanmıştır.
SANAT…
Tarihsel olarak kültürel açıdan zengin bir ülke olan 1960’ların İran’ının gösterecek çok az şeyi vardı. 2.500 yıllık tarihi boyunca üretilen büyük sanat hazinelerinin birçoğu yabancı müzelerin ve özel koleksiyonların eline geçmişti. İran’a kendi tarihi eserlerinden uygun bir koleksiyon sağlamak imparatoriçenin başlıca hedeflerinden bir haline geldi. Bu amaçla, yabancı ve yerli koleksiyonlardan çok çeşitli İran eserlerini ”geri satın almak” için kocasının hükümetinden izin ve fon sağladı. Bu, 1972’den 1978’e kadar imparatoriçeye danışmanlık yapan, dönemin en önde gelen İran antika tüccarları olan Houshang ve Mehdi Mahboubian kardeşlerin yardımlarıyla sağlandı. Bu eserlerle birkaç ulusal müze kurdu (çoğu günümüze kadar ayakta kaldı) ve National Trust’ın İran versiyonunu başlattı.
Onun rehberliğinde oluşturulan müzeler ve kültür merkezleri arasında Negarestan Kültür Merkezi, Reza Abbasi Müzesi, değerli Lorestan bronz koleksiyonuyla Khorramabad Müzesi, Ulusal Halı Galerisi ve İran Züccaciye ve Seramik Müzesi yer alıyor.
ÇAĞDAŞ…
İmparatoriçe, tarihi İran eserlerinden oluşan bir koleksiyon oluşturmanın yanı sıra, çağdaş Batı ve İran sanatına ilgi duyduğunu da ifade etti. Bu amaçla, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin himayesine aldı. Bu kurumu kurma ve genişletme çalışmasının meyveleri, belki de imparatoriçenin İran halkına en kalıcı kültürel mirasıdır.
İmparatoriçe, hükümetten tahsis edilen fonları kullanarak, Batı sanatının birkaç önemli eserini satın almak için 1970’lerin biraz durgun bir sanat piyasasından yararlandı. Onun rehberliğinde müze, Pablo Picasso, Claude Monet, George Grosz, Andy Warhol, Jackson Pollock vb. sanatçıların 150 eserini satın aldı. Bugün, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi Koleksiyonu, Avrupa ve ABD dışındaki en önemli koleksiyonlardan biri olarak kabul ediliyor. Geniş koleksiyon, devlet tarafından yayınlanan büyük bir sehpa üzeri kitabında zevkli bir şekilde sergilendi. İran Modern adlı “Assouline Müzesi” İranlı modern bir heykeltıraş ve imparatoriçenin eski kültür danışmanı olan Parviz Tanavoli’ye göre, etkileyici koleksiyonun “yüzlerce değil, onlarca milyon dolar” karşılandığında toplandı. Bugün, bu varlıkların değerinin yaklaşık 2.8 milyar ABD dolarına yakın olduğu tahmin edilmektedir.
Koleksiyon, 1979’da Pehlevi Hanedanı’nın düşüşünden sonra iktidara gelen Batı karşıtı İslam Cumhuriyeti için bir ikilem yarattı. Köktendinci hükümet İran’daki batı etkisini siyasi olarak reddetse de, imparatoriçe tarafından toplanan Batı Sanat Koleksiyonu, muazzam maddi değeri uyarınca elde tutuldu. Bununla birlikte, halka açık olarak sergilenmedi ve Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin mahzenlerinde yaklaşık yirmi yıl saklandı. Bu koleksiyonun büyük bir kısmının Eylül 2005’te Tahran’da gerçekleşen bir sergide kısaca tekrar görülmesinin ardından, rafa kaldırılan sanat eserlerinin akibeti hakkında birçok spekülasyona neden oldu.
İSLAM…
1978’in başlarında İran’da imparatorluk hükümetinin gücünün ve zenginliğinin çok fazla belirgin hale gelmesiyle beraber, ülke halkının memnuniyetsizliğinin bir dizi faktörü, yaklaşan İslam Devrimi’ne katkıda bulundu.
Ülke içindeki hoşnutsuzluk armaya devam etti ve yılın ilerleyen aylarında monarşiye karşı gösteriler çoğalmaya başladı. Farah Diba, anılarında bu süre zarfında “giderek artan bir huzursuzluk duygusu olduğunu “ yazdı. Bu koşullar altında Şahbanu’nun resmi faaliyetlerinin çoğu, güvenliğiyle ilgili endişeler nedeniyle iptal edildi.
Yıl sona ererken, siyasi durum daha da kötüleşti. Ayaklanmalar ve huzursuzluk giderek yükseldi ve Ocak 1979’da doruğa ulaştı. Hükümet, İran’ın büyük şehirlerinin çoğunda sıkı yönetim ilan etti. Artık ülke açıkça bir devrimin eşiğindeydi.
Şah Muhammed Rıza ve Farah, şiddetli protestolara yanıt olarak ülkeyi terk etmeye karar verdiler. Her ikisi de çocuklarıyla birlikte 16 Ocak 1979’da uçakla İran’dan ayrıldı.
İRANDAN AYRILDIKTAN SONRA…
Şah ve Şahbanu’nun İran’dan ayrıldıktan sonra nereye gidecekleri, hükümdar ve danışmanları arasında bile bazı tartışmalara yol açtı. Şah, hükümdarlığı sırasında Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile yakın ilişkiler sürdürmüş ve Farah, başkanın eşi Cihan Sedat ile yakın bir dostluk geliştirmişti. Mısır Devlet Başkanı, imparatorluk çiftine Mısır’a sığınma daveti gönderdi ve kabul ettiler. İran’da ortaya çıkan siyasi durum nedeniyle, devrimden önce İran Monarşisi ile dostane ilişkiler içinde olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet, Şah’ın kendi sınırları içinde varlığını bir sorumluluk olarak gördü. İran’daki Devrimci Hükümet, hem Şah’ın hem de Şahbanu’nun tutuklanmasını (ve daha sonra öldürülmesini) emretmişti. Yeni İran hükümeti birkaç kez onların iadesini şiddetle talep etmeye devam edecekti, ancak devrik hükümdarın ve muhtemelen imparatoriçenin dönüşü için yabancı güçlere baskı yapmak için ne ölçüde hareket edeceği o zamanlar bilinmiyordu.
İmparatorluk çifti, varlıklarının ev sahipleri için oluşturduğu potansiyel tehlikenin farkındaydı. Yanıt olarak, on dört aylık kalıcı sığınma süresinden sonra, yeni bir arayışa ve onları birçok ülkeden geçen bir yolculuğa başlayarak Mısır’ı terk ettiler. Mısırdan sonra, kısa bir süre Kral II. Hasanı’n konuğu oldukları Fas’a gittiler.
Fas’tan ayrıldıktan sonra Şah ve imparatoriçeye Bahamalar’da geçici sığınma hakkı verildi. Bahama vizelerinin süresinin dolması ve yenilenmemesi üzerine Meksika’ya başvurdular ve kabul edildiler. Mexico City yakınlarındaki Cuernavaca’da bir villa kiraladılar. Artık git gide onları daha kötü günler bekliyordu.
devam edecek...
.