Kadıköy’lü Küçük Sara-68

Anılarımı yazarken, bazı yılları sırasıyla takip etmediğimi sanırım farkediyorsunuz. Bu yılların içinde tabii ki Şalom Gazetesi çalışmalarım ve Erensya Sefaradi müzik çalışmaları devam ediyorsa da, artık ev tamamen boşaldığından, çocukların ikisi de artık İsrael’de olduklarından, ev sorumlulukları da gitgide azalıyordu. David de artık tam zamanlı çalışma dönemini geride bırakmıştı. Bu yüzden sık sık şehir dışı seyahatlere de çıkıyorduk. Şimdi hatırladıklarım arasında İznik, Şile, Yalova, Safranbolu, Bursa, Kazdağları, Akçay, Bozcaada gibi daha evvel fazlaca gitmediğimiz yerler de vardı. Bunlar en fazla 3-4 günlük gezilerdi ama yeknesak yaşam tarzımıza tatlı bir ayraç vazifesi görüyordu. Sürekli arkadaş grubumuz yoktu. Zaman zaman Şalom’dan Tilda ve Selim Levi ve Neli ve Yakup Barokas’larla yemeğe çıkardık. Yusuf ve Lika Besalel çiftiyle buluşur yemek yerdik veya tiyatro-konser gibi etkinliklere katılırdık. Arada bir, ilk gençlik arkadaşlarımdan Moşe-Dalila Baharhak ile buluşurduk. Bazen Moşe’nin kız kardeşi Tuna da bize katılırdı.

Zaman zaman İstanbul’da yaşayan Albukrek ve Pardo dünürlerimizle birlikte yemeğe çıkardık. Velhasıl sofra şeklimiz bile değişmişti. Cuma akşamları menüsü ızgara balık ve salata olmuştu. Kiduş ve amotsiden sonra baş başa Şabat yemeği bitiverir ve koltuklarımıza büzülüp televizyon seyrederdik. Cumartesi programları eskisi gibi değildi. Spontane bir planla eğer o hafta kimseye sözümüz yoksa küçük bir atıştırma ve bir film izlemesi bile olurdu. Hatta kış aylarında, gazetedeki toplantıdan üşümüş ve yorgun olarak döndüğümde, David’in hazırladığı bir spagetti ile salatayı minnetle karşılardım. sonra bacaklarımı altıma alıp, koltuğuma kıvrılıverirdim.

İnsan yaş aldıkça ve bir çok şeyden iyi tatminler yaşamışsa, artık istekler daha mütevazı oluyordu. Koca evde bazen bir birbirimize seslenir, nerede olduğumuzu bulunca çok gülerdik. Benim hayatımın nirengi noktası kitap okumaktı, eşimin ise maç izlemek. Senenin 365 gününde, her akşam birkaç maç izlenebilineceğini her halde biliyorsunuz. David aynı anda hem laptoptan, hem mutfaktaki televizyondan, hem de tabletten 3 maç birden izler, arada bir salona girer, reklamlar arasında, oradaki televizyonda da farklı bir maç bulurdu. Ben de ona salondaki televizyonu da bağışlar, çalışma odama gidip orada kitap okurdum.

Adadaki hayatımız da pek farklı sayılmazdı. Bizim ev Maden’de, karşısında tam olarak Sedef Adasının bulunduğu bir konumdaydı. Mehtaplı gecelerin romantizmi dillere destandı. Ben mehtaba “Alfredo” adını takmıştım. Her ay Alfredo gecelerinde özellikle Tilda Levi ile eşi Selim’i mutlaka davet ederdik. Ay ışığının huzmeleri altında yıkanırken, saatlerce sohbet ederdik. Şimdi mehtap vakitlerinde Tilda’lar Alfredo’ya bakıp bizi anıyorlarmış.

Bir de bazı gündüz davetleri olurdu. Özellikle Pazar günleri bazı dostlarımızı eve yemeğe çağırırdık. Havuz faslından sonra balkonda kurulan sofrada güzel saatler geçirirdik. Yaz aylarında çocuklar o yıllarda adaya çok fazla gelmiyorlardı. Bayramlarda gelmeyi tercih ediyorlardı. Onlar için özenle hazırladığımız yatak odaları bomboş onları bekler dururdu. Benim adadaki günlerim oldukça yeknesak geçerdi. Evde havuz olduğundan, daha sitedeki çocuklar dışarı çıkmadan havlumu elime alıp havuza girerdim. Yaklaşık 45 dakika yüzerdim. Etraftaki çamların rengi, deniz suyuyla doldurulmuş havuzun serinliği ve kuş sesleri yüzerken bana meditasyon gibi gelirdi. Bir de tam o saatte bir martı gelir aynı yerde durup havuzun suyundan içer, biraz bana bakar ve uçar giderdi. Bu martıya “Mahmut” adını vermiştim. Her sabah Mahmut beni ihmal etmez ve ziyaretime gelirdi. Sonra eve girip duşumu alır ve çalışma odamda yazmaya dalar giderdim. Fonda da hafif bir klasik müzik çalardı.

Benim bazı şeylere isimler vermek gibi bir huyum vardır. Mesela lisedeyken kocaman yeşil bir silgim vardı onun adı “Hamza”idi. O küçülüp ikincisini alınca o da “Hamza 2” olmuştu. Arkadaşlarım da silgi lazımsa “hamza nerde?” diye sorarlardı. Adadaki Çakırmanav Sokaktaki ilk evimiz de bahçe katıydı. Beyaz bir kedi bizim bahçeye dadanmıştı. Esasen hayvanları kucağıma alıp okşayamam ama, onları özellikle beslemeye bayılırım. Bizim kedi kibardı, kucağa alınmayacağını bilirdi, haddini bilip eve dalmazdı. Ona her gün Halil İbrahim sofrası hazırlardım. Kırmızı kabında her daim sütü vardı. Sarı kapta suyu, diğer bir kapta da günün menüsü. Kedinin adı da “Sabri Esat”dı. Sanırım edebiyatçı Sabri Esat Siyavuşgil isim konusunda bana ilham vermişti. Tilda “Sabri Esat’a seslendiğim zaman gülmekten yerlere yatardı. İşte ben böyle biraz cins bir yaratığım. Aslında benim gibi tiplere “nevi şahsına münhasır”derler. Sanırım alt yazıya gerek yok anlamışsınızdır.

Hay’a da küçükken “Küçümen Tatlı Kuş”derdim. Hatta okulda, hazırlıktayken bir hikaye yazmaları istendiğinde “Masumların Koruyucusu Küçümen Tatlı Kuş” diye bir hikaye yazmış, öğretmenini çok güldürmüştü. Çünkü hikayenin kahramanı kendisiydi. Çocuklar evdeyken onlarla birlikte olmak benim için bayram tadında olurdu. Çoğunlukla okullar açıldığı zaman anneler rahat edecekleri için sevinir ama ben tatiller bittiği zaman çok üzülürdüm. Çünkü birlikte çok eğlenirdik. Kışın tatillerde Mc Donalds’a giderdik. Kırtasiyeciye gidip kalemler, kokulu silgiler, stickerler ve kitaplar alırdık. Sinemaya giderdik. Her sene Walt Disney’in en yeni filmini mutlaka görürdük. Nedir ki Soni aliya yapıp, Hay’la dışarıda yemek yedikten sonra en son birlikte izlediğimiz çizgi film “Mulan” oldu. Dışarı çıkarken, “gelecek tatilde ben artık seninle bu filmlere gitmeyeceğim, zevk almıyorum artık. İstiyorsan sen yalnız gidersin” demişti. Hay’ın hayatında bana attığı ilk kazık buydu. Ondan sonra babaanne olana kadar Disney kültürüm sıfıra indi.

2008 yılında Ağustos ayının başında Tayland’a gitme planı oluştu. Oluştu diyorum ama, nedense enteresan bir biçimde bu ülkeler beni çok çekmez. Bir turla gidilecekti. Singapur, Bangok ve Pataya.

O dönemde omuzlarımda korkunç ağrılarım vardı, yatakta bir yandan diğerine dönerken ağrıdan çığlık atıyordum. Önü düğmeli giysiler giyiyordum. Vaziyetim kötüydü. Doktora gitmiştim ve 3 saat süren bir omuz, boyun ve beyin taramasından sonra omuz kaslarımda yırtıklar ve ödemler olduğu tespit edilmişti. Hiç havamda değildim. Tam o sırada ablamın torunu 2 yaşındaki Nitsa’ya da A tipi diabet teşhisi konunca dünya gerçekten omuzlarıma binmişti, çocuk minicikti ve diabet hastası olmuştu. Kafama sanki bomba yemiştim. O sırada normalden biraz fazla çıkan şekerim için de doktor bana günde iki tane ilaç vermişti. Bu ilaçların yan tesiri olarak canım hiç yemek istemiyordu. Ancak çorba içebiliyordum. Burnuma yemek kokuları geldiği zaman yeni hamile kadınlar gibi midem bulanıyordu. Son derece keyifsiz bu dönemimde Tayland’a gitmek benim için “dam üstünde saksağan” imajı vermişti. Hay o sırada doktorasına yeni başlamıştı, ve o sırada okul tatildi. Eşi Türk Hava Yolları’nda çalıştığı için kendi gelemezdi ama Hay’ı bizimle gelmesi için ikna etti.

Nitsa

Nitsa

Bir akşam bir kafede otururken birdenbire Hay’ı karşımda buldum. Sevinçten ağlamaya başladım. Fakat Tayland aklıma gelince yine ağlamaya başladım. Nasıl yani? Çocuk ta İsrael’den gelmiş, biz onu bırakıp seyahate mi çıkacaktık? Meğerse bana sürpriz yapılmış, Hay da bizimle gelecekti. O gece nasıl şükrettiğimi anlatamam. Bari o halimle yanımda oğlum olacaktı. O beni neşelendirmenin yolunu bulurdu.

Ve uçak kalktı, saatlerce sürecek olan bir yolculuk olacaktı bu. Uçak önce Dubai’ye indi. Hay bize uçaktan inmemizi yasakladı. O İsrael’li, biz ise Yahudiydik. “Neme lazım oturun yerinizde “dedi. Malum o zaman Dubai ile barış yapılmamıştı. Ben bir melatonin içtim ve gözlerimi Singapur’da açtım. Singapur aslında bir diktatörlük ülkesi. Düşünün sokakta bile sigara içenleri hapse atıyorlar. Her tarafı gezdik dolaştık, cableway ile Sentoza Adasına gittik. Bir gün binlerce çeşit orkidelerin olduğu büyük bahçelere gittik. Meğerse özel isimleri olan binlerce çeşit orkide varmış. Singapur’da bir renk cümbüşü vardı. her şey yeni ve lükstü veya turist olduğumuzdan bizlere oranın sadece ışıldayan yüzünü göstermişlerdi. Eminim ki oranın da varoşları ve sefalet bölgeleri vardı. Sonra tekrar uçağa binip bu sefer Tayland’ın başkenti Bangkok’a gittik. Eskiden adı Siyam olan bu ülke de diktatörlükle yönetiliyordu. Korkunç kalabalık bir ülkeydi. İnsanlar uyuşturucu almış gibi sakin ve güleç yüzlüydü. Budist oldukları için, belki bu felsefe ile büyüdükleri için telaş ve hırçınlık yoktu. Sokaklarda içine 3 kişinin binebileceği bisikletimsi tuk tuk isimli taksiler vardı. Hay çok mutluydu. Onun mutluluğu da bana çok iyi geliyordu. Sokaklarda, açıkta yiyecekler, özellikle deniz ürünleri voklarda pişiriliyordu. Benim kokulardan midem bulanıyordu. Devamlı burnumu tutup geziyordum. Buda tapınakları, farklı Buda heykelleri, buhurdanlıklardan çıkan buhurlar, turuncu harmaniler giymiş Budist keşişleri her tarafta fink atıyorlardı. Her evin önünde ve özellikle büyük otellerin önünde pagodaya benzeyen büyük boy ruh evleri vardı. Bu dev gibi ahşap yuvalarının içinde envai çeşit tropik meyvelerle dolu tabaklar vardı. Buda dinine göre bu yiyecekler ruhlar içindi. Karınlarını doyurabilsinler diye. Bence bunun gerçeklik payı, yemek için dilenmek zorunda kalmamaları için yoksulları düşünerek uygulanan bir adetti. Yiyecekler genellikle deniz ürünleriydi. Elimden büyük karidesler sudan ucuzdu. Nedir ki benim midem salata ve meyveden başka bir şey almıyordu. Ha bir de içinde pipetiyle getirilen Hindistan cevizi sütü. Süt içildikten sonra, istenirse çatalla meyvesinden de yenebiliyordu. Bunlar bile bana çok geliyordu. Hay ve David karides ve kalamar festivaline gitmiş gibiydiler. İnanmayacaksınız ama koskoca egzotik şehir önümden akıp geçerken, bana yaşama keyfini veren tek şey Hay’ın gülümseyen yüzü ve coşkusuydu.

Singapur

Singapur

Ruh evleri

Ruh evleri

İRAN’A VELİAHT VEREN KRALİÇE FARAH DİBA 

1 & 2


Farah Diba, 14 Ekim 1938’de Tahran'da üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yüzbaşı Sohrab Diba ve eşi Farideh Ghotbi’nin tek çocuğuydu.

Farah, babası aracılığıyla nispeten varlıklı bir geçmiş sahipti. 19. yüzyılın sonlarında büyükbabası, Rusya’nın St. Petersburg kentindeki Romanov döneminde İran Büyükelçisi olarak görev yapan bir diplomattı. Kendi babası, İran İmparatorluk Silahlı Kuvvetleri’nde bir subaydı ve St.Cyr’deki Fransız Askeri Akademisi mezunuydu.

Farah, anılarında babasıyla yakın bir bağı olduğunu ve babasının 1948’deki beklenmedik ölümünün onu derinden etkilediğini yazmıştı. Genç ailenin maddi durumu zordu. Bu kısıtlı koşullarda ,Kuzey Tahran’daki geniş aile villalarından çıkıp, annesi Farideh’in  erkek kardeşlerinden biriyle, ortak bir daireye taşınmak zorunda kaldılar.

EĞİTİM VE EVLİLİĞİN YOLUNDA…

Genç Farah Diba, eğitimine Tahran'daki İtalyan okulunda başladı. Ardından 16 yaşına kadar Jeanne d’Arc okuluna ve daha sonra Lycee Razi’ye geçti. Genç kızken bir atletti ve okulunun basketbol takımının kaptanı olmuştu .Oradaki eğitimini tamamladıktan sonra, Albert Besson’un öğrencisi olduğu Paris’teki Ecole Speciale d’Architecture’de mimarlık öğrencisi oldu.

O sırada yurt dışında okuyan bir çok öğrenci, devletin sağladığı burslarla öğrenim görmekteydi. Farah da tam burslu başarılı bir mimarlık öğrencisiydi. Bu nedenle Şah, devlet başkanı olarak yabancı ülkelere ziyaretler yaptığında, yerel İranlı öğrencilerle sık sık bir araya gelirdi. Farah Diba, 1959’da Paris’teki İran Büyükelçiliğinde böyle bir toplantı sırasında ilk kez Şah Muhammed Rıza Pehlevi’ye takdim edildi.

1959 yılında Farah Tahran'a döndükten sonra, Şahın ilk karısı Fevziye’den olan kızı Şahnaz’ın sayesinde, Şahla sık sık bir araya getirildi. Kızların yaşları birbirine yakındı. İkisi arasındaki dostluğun mizanseninde, Şah Farah’a kur yapmaya başladı. Çift, 23 Kasım 1959’da nişanlandıklarını duyurdu.

EVLİLİK VE AİLE...

Farah Diba, 20 Aralık 1959’da 21 yaşındayken Şah Pehlevi ile evlendi. İran’ın genç kraliçesi büyük merak konusu oldu ve düğünü dünya çapında basının ilgisini çekti. Gelinliği ve tüm kıyafetleri ,o zamanlar Dior’un moda evinde o zaman bir tasarımcı olan Yves Saint Laurent tarafından tasarlandı ve düğünde duvağının üzerine takması için, yeni yaptırılan Noor-Ol-Ain-Diamond tacını taktı.

İmparatorluk düğünüyle ilgili gösteriş ve kutlamalardan sonra, bu birliğin başarısı kraliçenin bir erkek varis doğurma yeteneğine bağlı hale geldi. Daha önce iki kez evlenmiş olan Şahın ilk eşinden bir kızı olmuştu. İkinci eşi Süreyya ise ne yazık ki kısırdı. Genç kraliçenin üzerindeki baskı şiddetliydi. Şahın kendisi, tıpkı hükümetin diğer üyeleri gibi bir erkek varisin doğmasını şiddetle istiyordu.

Sonuç olarak çiftin 4 çocuğu oldu: İran Veliaht Prensi Rıza Cyrus Pehlevi (1960), İran Prensesi Farahnaz Pehlevi (1963), İran Prensi Ali Rıza Pehlevi (1966-2011), İran Prensesi Leyla Pehlevi (1970-2001)

KRALİÇE VE İMPARATORİÇE OLARAK…

Yeni kraliçenin, kamu veya hükümet işlerinde oynayacağı kesin rol belirsizdi. Asıl rolü sadece Şaha erkek bir varis vermekti. Saray da ondan başkaca bir talepte bulunulmuyordu. Bununla birlikte, veliahtın doğmasından sonra diğer faaliyetlere ve resmi uğraşlara ayırmakta özgür kalan kraliçe zamanının çoğunu bu işlere harcamaya başladı. Muhammed Rıza her zaman uzun boylu kadınlardan hoşlanırdı. Farah kocasından daha uzundu. Bu da onu bu gerçeği gizlemek için yeni yollar bulmaya yöneltti. Genellikle imparatorluk çiftinin fotoğrafı çekildiğinde, biri veya ikisi sandalyelerde oturuyordu veya şah merdivenlerin bir üst basamağında dururken, Farah hemen altındaki basamakta duruyor ve güzel resim veriyorlardı.

Diğer birçok kraliyet eşi gibi, kraliçe de başlangıçta kendisini törensel rolle sınırladı. 1961’de Fransa’ya yaptığı bir ziyaret sırasında, Fransız hayranı olan Farah, Fransa Kültür Bakanı Andre Malraux ile arkadaş oldu ve onu, 1979 İslam Devrimine kadar canlı bir ticaret olan, Fransız ve İran sanat galerileri ve müzeleri arasında kültürel eserlerin değiş tokuşunu düzenlemeye yönlendirdi. Zamanının çoğunu, tartışmalı konulara derinlemesine girmeden çeşitli eğitim ve sağlık kurumlarının açılışlarına katılarak geçirdi. Ancak zaman ilerledikçe bu pozisyon değişti. Kraliçe, kendisini ilgilendiren sorunlar ve nedenlerle ilgili hükümet işlerine çok daha aktif bir şekilde dahil oldu. Finansman sağlamak ve dikkati özellikle kadın hakları ve kültürel gelişim alanlarındaki nedenlere odaklamak için kocası Şah ile olan yakınlığını ve nüfuzunu kullandı. Farah’ın endişeleri, siyasetin kendi alanından çıkarıldığı ”eğitim, sağlık, kültür ve sosyal konular” idi.

Ancak Şah'ın siyasi açıdan güçlü ikiz kardeşi Prenses Eşref, Farah’ı rakip olarak görmeye başladı. Farah’ın, Prenses Eşref’in, saraydaki etkisini azaltması için kocasına baskı yapmasına yol açan, görümcesiyle olan rekabetiydi.

İmparatoriçenin ana girişimlerinden biri, İranlı kadınların eğitimini iyileştirmeyi amaçlayan ve İran’daki ilk Amerikan tarzı olan Pehlevi Üniversitesini kurmaktı; O zamandan önce, İran Üniversiteleri her zaman Fransız tarzını model almıştı. İmparatoriçe 1978’de görevlerinin şunlar olduğunu yazdı:

Eğitim, sağlık, kültür ve sosyal alanlarda başkanlığını yaptığım ve çok aktif olarak yer aldığım tüm organizasyonları detaylı olarak yazamadım. Bu neredeyse bir kitap kadar uzun olacaktı. Basit bir liste belki fikir verebilir: Çalışan annelerin çocukları için aile refahı teşkilatı-kreşler, kadınlara ve kızlara okuma öğretimi, mesleki eğitim, aile planlaması; Kan Transfüzyonu Organizasyonu; Kanserle Mücadele Örgütü; Muhtaçlara Yardım Kuruluşu…Çocuk Merkezi; Çocukların Entelektüel Gelişim Merkezi…İmparatorluk Felsefe Enstitüsü; İran Kültürü Vakfı; Şiraz Festivali, Tahran Sinema Festivali; İran Folklor Örgütü; Asya Enstitüsü; Medeniyetler Tartışma Merkezi; Pehlevi Üniversitesi; Bilimler Akademisi.

Farah, hafta içi her gün sabah 9’dan,akşam 9’a kadar hayır faaliyetlerinde uzun yıllar çalıştı. Sonunda kraliçe çeşitli konularda, çeşitli yardım taleplerini ele alan 40 kişilik bir kadroya başkanlık etti. İmparatorluk hükümetindeki en görünür figürlerinden biri ve 24 eğitim, sağlık ve kültür kuruluşunun koruyucusu oldu. İnsani rolü özellikle 1970’lerin başında bir süreliğine muazzam popüler olmasını sağladı. Bu dönemde, İran’ın içinde çok seyahat etti, ülkenin en ücra köşelerine kadar gitti ve yerel vatandaşlarla konuştu .Önemi, ilk Şahbanu olarak taç giydiği 1967 taç giyme törenlerindeki rolüyle (imparatoriçe) olarak pekişti. Modern İran, Şah’ın veliaht prensin 21. doğum gününden önce ölmesi veya aciz kalması durumunda, onu resmi naip olarak atadığında bir kez daha doğrulandı. Bir kadının naip olarak adlandırılması, Orta Doğu veya Müslüman bir monarşi için oldukça alışılmadık bir durumdu. İran petrolünün yarattığı büyük servet, imparatorluk mahkemesinde bir İran milliyetçiliği duygusunu teşvik etti. İmparatoriçe, 1950’lerde Fransa’da bir üniversite öğrencisi olarak nereli olduğunun sorulduğu  günleri hatırladı:

“Onlara İran’lı olduğumu söylediğimde…Avrupa’lılar, sanki İranlılar barbar ve iğrençmiş gibi dehşet içinde irkilirlerdi. Ancak İran, 1970’lerde Şah döneminde zengin olduktan sonra, her yerde İranlılara iltifatlar yağmaya başladı. Evet majesteleri. Elbette majesteleri. Lütfen majesteleri. Her yanımızda yaltaklanma. Açgözlü dalkavuklar. Sonra İranlıları sevdiler.”

Devam edecek...

SANAT VE KÜLTÜRE KATKILAR…

İmparatoriçe, saltanatının başından itibaren İran'da kültür ve sanatın tanıtımına aktif bir ilgi gösterdi. Onun himayesi sayesinde, tarihi ve çağdaş İran sanatını hem İran'da hem de batı dünyasında öne çıkma tutkusunu ilerletmek için çok sayıda organizasyon yaratıldı ve teşvik edildi.

İmparatoriçe, kendi çabalarının yanı sıra çeşitli vakıf ve danışmanların yardımıyla bu amacı gerçekleştirmeye çalıştı. Bakanlığı, geleneksel İran Sanatları (dokuma, şarkı söyleme ve şiir resitali gibi) ve Batı tiyatrosu dahil olmak üzere birçok sanatsal ifade biçimini teşvik etti. Sahne sanatlarını destekleyen en tanınmış çabası, Şiraz Sanat Festivali’nin himayesiydi. Zaman zaman tartışmalı olan bu etkinlik, 1967’den 1977’ye kadar her yıl düzenlendi ve hem İranlı hem de batılı sanatçıların canlı performanslarına yer verdi. Bununla birlikte,kraliçenin zamanının çoğu, müzelerin yaratılmasına ve koleksiyonlarının toplanmasına gitti.

Eski bir mimarlık öğrencisi olarak, imparatoriçenin yeteneği, Mohsen Foroughi’ye fiilen yardım ederek ve 1968’de tamamlanan Niavaran Kraliyet Sarayı’nda görülüyor: Geleneksel İran mimarisini 1960’ların çağdaş tasarımıyla harmanlıyor. Esas olarak Batı ve Doğu sanatı, felsefesi ve dini üzerinde eserler içeren 22.000 kitaptan oluşan imparatoriçenin kişisel kütüphanesi vardır; iç mekan Aziz Farmanfarmayan tarafından tasarlanmıştır.

SANAT…

Tarihsel olarak kültürel açıdan zengin bir ülke olan 1960’ların İran’ının gösterecek çok az şeyi vardı. 2.500 yıllık tarihi boyunca üretilen büyük sanat hazinelerinin birçoğu yabancı müzelerin ve özel koleksiyonların eline geçmişti. İran’a kendi tarihi eserlerinden uygun bir koleksiyon sağlamak imparatoriçenin başlıca hedeflerinden bir haline geldi. Bu amaçla, yabancı ve yerli koleksiyonlardan çok çeşitli İran eserlerini ”geri satın almak” için kocasının hükümetinden izin ve fon sağladı. Bu, 1972’den 1978’e kadar imparatoriçeye danışmanlık yapan, dönemin en önde gelen İran antika tüccarları olan Houshang ve Mehdi Mahboubian kardeşlerin yardımlarıyla sağlandı. Bu eserlerle birkaç ulusal müze kurdu (çoğu günümüze kadar ayakta kaldı) ve National Trust’ın İran versiyonunu başlattı.

Onun rehberliğinde oluşturulan müzeler ve kültür merkezleri arasında Negarestan Kültür Merkezi, Reza Abbasi Müzesi, değerli Lorestan bronz koleksiyonuyla Khorramabad Müzesi, Ulusal Halı Galerisi ve İran Züccaciye ve Seramik Müzesi yer alıyor.

ÇAĞDAŞ…

İmparatoriçe, tarihi İran eserlerinden oluşan bir koleksiyon oluşturmanın yanı sıra, çağdaş Batı ve İran sanatına ilgi duyduğunu da ifade etti. Bu amaçla, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin himayesine aldı. Bu kurumu kurma ve genişletme çalışmasının meyveleri, belki de imparatoriçenin İran halkına en kalıcı kültürel mirasıdır.

İmparatoriçe, hükümetten tahsis edilen fonları kullanarak, Batı sanatının birkaç önemli eserini satın almak için 1970’lerin biraz durgun bir sanat piyasasından yararlandı. Onun rehberliğinde müze, Pablo Picasso, Claude Monet, George Grosz, Andy Warhol, Jackson Pollock vb. sanatçıların 150 eserini satın aldı. Bugün, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi Koleksiyonu, Avrupa ve ABD dışındaki en önemli koleksiyonlardan biri olarak kabul ediliyor. Geniş koleksiyon, devlet tarafından yayınlanan büyük bir sehpa üzeri kitabında zevkli bir şekilde sergilendi. İran Modern adlı “Assouline Müzesi” İranlı modern bir heykeltıraş ve imparatoriçenin eski kültür danışmanı olan Parviz Tanavoli’ye göre, etkileyici koleksiyonun “yüzlerce değil, onlarca milyon dolar” karşılandığında toplandı. Bugün, bu varlıkların değerinin yaklaşık 2.8 milyar ABD dolarına yakın olduğu tahmin edilmektedir.

Koleksiyon, 1979’da Pehlevi Hanedanı’nın düşüşünden sonra iktidara gelen Batı karşıtı İslam Cumhuriyeti için bir ikilem yarattı. Köktendinci hükümet İran’daki batı etkisini siyasi olarak reddetse de, imparatoriçe tarafından toplanan Batı Sanat Koleksiyonu, muazzam maddi değeri uyarınca elde tutuldu. Bununla birlikte, halka açık olarak sergilenmedi ve Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin mahzenlerinde yaklaşık yirmi yıl saklandı. Bu koleksiyonun büyük bir kısmının Eylül 2005’te Tahran’da gerçekleşen bir sergide kısaca tekrar görülmesinin ardından, rafa kaldırılan sanat eserlerinin akibeti hakkında birçok spekülasyona neden oldu.

İSLAM…

1978’in başlarında İran’da imparatorluk hükümetinin gücünün ve zenginliğinin çok fazla belirgin hale gelmesiyle beraber, ülke halkının memnuniyetsizliğinin bir dizi faktörü, yaklaşan İslam Devrimi’ne katkıda bulundu.

Ülke içindeki hoşnutsuzluk armaya devam etti ve yılın ilerleyen aylarında monarşiye karşı gösteriler çoğalmaya başladı. Farah Diba, anılarında bu süre zarfında “giderek artan bir huzursuzluk duygusu olduğunu “ yazdı. Bu koşullar altında Şahbanu’nun resmi faaliyetlerinin çoğu, güvenliğiyle ilgili endişeler nedeniyle iptal edildi.

Yıl sona ererken, siyasi durum daha da kötüleşti. Ayaklanmalar ve huzursuzluk giderek yükseldi ve Ocak 1979’da doruğa ulaştı. Hükümet, İran’ın büyük şehirlerinin çoğunda sıkı yönetim ilan etti. Artık ülke açıkça bir devrimin eşiğindeydi.

Şah Muhammed Rıza ve Farah, şiddetli protestolara yanıt olarak ülkeyi terk etmeye karar verdiler. Her ikisi de çocuklarıyla birlikte 16 Ocak 1979’da uçakla İran’dan ayrıldı.

İRANDAN AYRILDIKTAN SONRA…

Şah ve Şahbanu’nun İran’dan ayrıldıktan sonra nereye gidecekleri, hükümdar ve danışmanları arasında bile bazı tartışmalara yol açtı. Şah, hükümdarlığı sırasında Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile yakın ilişkiler sürdürmüş ve Farah, başkanın eşi Cihan Sedat ile yakın bir dostluk geliştirmişti. Mısır Devlet Başkanı, imparatorluk çiftine Mısır’a sığınma daveti gönderdi ve kabul ettiler. İran’da ortaya çıkan siyasi durum nedeniyle, devrimden önce İran Monarşisi ile dostane ilişkiler içinde olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet, Şah’ın kendi sınırları içinde varlığını bir sorumluluk olarak gördü. İran’daki Devrimci Hükümet, hem Şah’ın hem de Şahbanu’nun tutuklanmasını (ve daha sonra öldürülmesini) emretmişti. Yeni İran hükümeti birkaç kez onların iadesini şiddetle talep etmeye devam edecekti, ancak devrik hükümdarın ve muhtemelen imparatoriçenin dönüşü için yabancı güçlere baskı yapmak için ne ölçüde hareket edeceği o zamanlar bilinmiyordu.

İmparatorluk çifti, varlıklarının ev sahipleri için oluşturduğu potansiyel tehlikenin farkındaydı. Yanıt olarak, on dört aylık kalıcı sığınma süresinden sonra, yeni bir arayışa ve onları birçok ülkeden geçen bir yolculuğa başlayarak Mısır’ı terk ettiler. Mısırdan sonra, kısa bir süre Kral II. Hasanı’n konuğu oldukları Fas’a gittiler.

Fas’tan ayrıldıktan sonra Şah ve imparatoriçeye Bahamalar’da geçici sığınma hakkı verildi. Bahama vizelerinin süresinin dolması ve yenilenmemesi üzerine Meksika’ya başvurdular ve kabul edildiler. Mexico City yakınlarındaki Cuernavaca’da bir villa kiraladılar. Artık git gide onları daha kötü günler bekliyordu.

devam edecek...

.